“Bizim” Yûnus

Yûnus varsın, yaşamasın ve biz onu oradan oraya çekiştirelim; onun ortaya koyduğu şiirler ve düşüncesi göz önüne alındığında görülür ki, o, toplumda kanlı canlı, eli kalem tutmuş ve dili şiir söylemiş bir Yûnus olarak yerini almış, bu toplumdan o şiirler çıkmış ve Yûnus, hepimizin Yûnus’u olmuştur.

YÛNUS Emre ne zaman hem “Bizim” Yûnus, hem de hepimiz için “Bizim” Yûnus oldu?

Şu an sokağa çıksanız, siyâsî görüşü, görünüşü, değerleri ne olursa olsun -dinî ve milli değerlerimizin birçoğundan bîhaber olan Z kuşağı bile- Yûnus’u tanır, bilir ve “Bir ben var benden içeri”, “Bana Seni gerek Seni” mısralarını anımsar, değil mi? Peki, bazı tarihçilere göre gerçekten yaşayıp yaşamadığı muallak olan bir şairi nasıl bu kadar tanıyabiliyor, bilebiliyor, içselleştiriyor ve bizden kabul ediyoruz?

Yûnus, Türkçeyi çok iyi kullanması, İslâmî düşünceyi, tasavvufu şiirlerine hiç zorluk çekmeden, nefes alıyor gibi aktarmasıyla 13’üncü yüzyıldan bu yana hemen hemen her kesimden insanın hayran olduğu şairimizdir. Moğol istilâlarının ardından Anadolu’ya gelmişti. Tam mânâsıyla Türk olan Yûnus, yavaş yavaş Müslümanlığı öğrenen bir toplumda “İkilikten usandım” felsefesiyle yaşıyordu. Fakat o zamanlar bu kadar fazla ünlü değildi. 1913’te Türkçülüğü savunan ve yaymaya çalışan Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatının İlk Mutasavvıfları” kitabında Yûnus Emre’yi tanıtmasıyla bu denli bir üne kavuştu.

Bu dönemde sanki Yûnus’tan sonra Türkçe şiirler yazan hiç şair yokmuş gibi davranıldı. Her şey Yûnus oldu. Yûnus Emre hem İslâmcı, hem hümanist, hem sosyalist, hem sufi, hem Sünnî, hem Alevî, hem panteist olmuştu. Ondan başka bir şey yokmuş gibi yalnız onunla var edildi düşünce ve edebiyat tarihimiz; “Yûnus tarzı bir gelenek her şeyimizdir” algısı doğdu.

Tanpınar’ın deyimiyle “hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına sığmayanlardan” Yûnus Emre, Fuat Köprülü’den sonra farklı fikirlere sahip olan insanların kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için kullanıldı. İnsanlar düşüncelerini çok eskiye götürmek, temellendirmek için Yûnus’tan yararlandı; çünkü toplumun düşüncesinde “eski olan değerli ve arkasından gidilmeyi hak eder” idi.

Herkesi kucakladığı için en çok “hümanist” kavramı yakıştırıldı ona; çok saf, arı bir Türkçe kullandığı için Türkçülük yakıştırıldı. Hâlbuki Yûnus sadece insandı, Vahdet-i Vücud’u düstur edinmiş, tasavvufu ince ince ruhuna işlemiş, meleke hâline getirmiş, belki bir ermiş, belki bir dervişti. İslâm’la gelen hoşgörüsünü, kucaklayışını, iyi huyunu, felsefesini insanlar alıp oradan oraya çekiştirdiler. Bunu bu kadar rahat yapabilmelerinin nedeni, Yûnus’un hayatına dair çok az şey, hatta hiçbir şey bilmeyişimizdendi. Yûnus’un yaşayıp yaşamadığını bile tartışan bazı tarihçiler tarafından kimilerince direkt yaşamadığı, hatta hiç var olmadığı söylendi.

Yûnus varsın, yaşamasın ve biz onu oradan oraya çekiştirelim; onun ortaya koyduğu şiirler ve düşüncesi göz önüne alındığında görülür ki, o, toplumda kanlı canlı, eli kalem tutmuş ve dili şiir söylemiş bir Yûnus olarak yerini almış, bu toplumdan o şiirler çıkmış ve Yûnus, hepimizin Yûnus’u olmuştur.

Hepimiz kendimize kendi gördüğümüz, kendi işimize yarayan yeni bir “Bizim” Yûnus oluşturduk.