Bizim mahalle nereye taşındı?

“Hayatının tamir, mahallesinin mamur olabilmesi için insanın evvelâ kendinden başlayarak, en yakından en uzağa zulümden uzak olması gerekir. Bunun için de zulmün tanımının popüler kültür bakış açısıyla değil, vicdan ile yapılması gerekir. Bu ise vicdanların beride durmayıp hayatın içine sahih ve saf bir şekilde dâhil olduğu ve en doğru yerde bulunmasıyla gerçekleşir…”

BİZİM mahalledendi. Uzun süre avukatlık yapmış, ancak buna rağmen mesleğine ısınamamış, belki insanların hakkını iyi savunamadığına inanarak mesleğini yapmamaya karar vermişti. Sonra bir süre gazetecilik yapmış, onu da yarıda bırakmış, nihayet yolu yazarlığa varınca kitaplarıyla ayakta kalmaya çalışır olmuştu.

Uzun ve uzayan yıllar olmuş, çeşitli ülkelerde ve birçok şehirde yaşamış, sonra ülkesine geri dönmüştü Necdet Bey. Onun bu kadar gezmesine, belki zorunlu göçüne neden olan ise, mahallesine olan kırgınlıktı. Bu kırgınlık, arkasında bir travmayla iyiden iyiye üzerine gelmeye başladığında zorunlu bir göçe talip olmuş ve yıllar sonra her şeyin düzeleceği umuduyla şimdi geri dönmüştü.

Uçaktan henüz iner inmez boğazı kurumuştu. Başlangıçta bunu yolculuğun bir tesiri zannetmiş, ancak mahalleye yaklaştıkça arttığını hissetmişti. Geçmiyordu. Yıllar öncesinin boğaza takılmış sancısı olduğunu, mahalleye vardığında, başta mahallenin ismi olmak üzere insanlarının ve neredeyse tüm haritasının değişmiş olduğunu gördüğünde fark etmişti. Evet, bu oydu. Gitmeden önce boğazında kuruttuğu ve yutkunduğunu zannettiği o hayâl kırıklığının acısıydı.

Dili damağı kuruyordu donup kalmaktan, adını sanını unutacak kadar devrin zulmü yoldaş tutan hâlinden. Devrin zulme eş bütün ahvalinden… Bugün zulüm üstüne nutuk atanların yarın en yakınına zulmettiğini gördüğünde yıkılıyordu dünyası. Aslında uzun yıllar bütün mücadelesini buna adamıştı. Çevresinde olup biten her şeyin sorumlusu kendisiymiş gibi davranmıştı hep. Olup biteni hazmedemediğinden, buna benzer çıkış yolları arayıp durmuştu. Öyle ki, işin ucu mahalleden veya başka yerden bir insana değecek olsa, konuyu değiştiriyordu hep. “Bir aksilik olmuştur mutlaka, yoksa...” diye başlayan cümleler kuruyordu ve bitmiyordu. Çünkü evvelâ insanı seviyordu insandan habersiz. İnsandan habersiz işleri de seviyordu.

Varsa birine yapılacak bir iş, en başta öne çıkıyor ama kendini bir şekilde görünmez kılmayı da pekâlâ başarıyordu. Bir süre sonra iç çatışmaları durulur gibi olduğunda her şeyin düzeldiğini sanmış, ancak bunun bir karara varması, bir kabule erişmesi demek olduğunu kısa süre sonra anlamıştı. Ona göre dizinde derman kalmamıştı. Aslında gözlerinin perdesini kaldıracak o denli olay yaşamıştı ki etrafında yaşananları artık ne kendine, ne de başkasına karşı gizleyebiliyordu. Artık zorlamayacaktı kendini. Başta “mücadele gücünü yitirmek” olarak nitelediği bu durumun, aslında mücadeleye en çok zarar veren şey olduğunu da yine kısa süre sonra idrak edecekti.

“Ne yapsam?” diye düşünmüyordu artık Necdet Bey. Çünkü biliyordu… Hayır, bilmiyordu aslında! Uzun süre bilmek istemediği gibi... Ancak o ne kadar bilmek istemese de daha güçlü şekilde bildiriliyordu kendisine. Bir bildiriyle değilse de en yakınından en uzağına çoğu insanın birbiriyle ve kendisiyle olan iletişimi ve ilişkisi, bir ferman niteliğinde her sabah yakasına iliştirilmiş olarak uyandırıyordu onu. Ve yakasını bir türlü bırakmıyordu. Belki fermanı kâğıda dökecek olsa şöyle bir girişi olacaktı:

“Öyle bir dehre/derde düştük ki çizgisini yanlışa doğru esnetmeyenin, değiştirmeyenin adı ‘yolsuz, çizgisiz, öteki’; rüzgâr estikçe çizgisini, kelâmını değişenin adı ‘hünerli ve ayakta kalmakta mahir’ olmuş. Mazlum, zulüm görmekten utanır olmuş. Zalim, susturmayı hüner zannetmiş. ‘Hakka niyet, hakkaniyet, hakikî niyet’, dillerde en çok zulüm gören kelimeler olmuş.” 

Dönüyordu kederine tekrar. Dönüyordu kaderine. Kaynayan bir kazanın kepçesi olmak ne ise, yıllarca içinde yaşadığı mahallede de öyle hissediyordu. Ateşten beri ama kaynamayı körükleyen bir role sahip olmak hissi yine yakasındaydı bu sabah. Yurtdışında bile hissetmediği bir yalnızlığın pençesine kapılmış gibi yürüdü. İlk günün şokunu atlatmak ve içinde geçmiş günlerin ayakta kalan akislerini bulmak üzere yürüdü. Umudunu kaybeden insanın hâl-i pürmelâli, ömrü boyunca korkup kaçtığı şeylerdendi. Umudunu kaybetmek istemeyen hâliyle yürüdü mahalleye.

Mahalleye yaklaştıkça boğazındaki gıcık bir acıyı tetikliyor, geçmişin arzu ettiği emarelerini göremeyince de boğazı iyiden iyiye kuruyordu. Dışarıdan bakan için panik atak belirtileri gösteriyordu. Evet, aslında tam olarak bir panik hâli yaşıyordu. Zira yıllar önce özünde çözülme hissettiği yer, bu sefer gerçek mânâda yerinde yoktu. Mahallenin en büyük camisi bile yenilenmiş, sadece minaresi kalmıştı. Caminin hemen yanındaki Bakkal Yusuf Amca’yı sormuş, vefat ettiğini teessürle öğrenmişti. İlkokulu okuduğu okulun yerine bile yenisi yapılmış ve şimdi ortaokul olmuştu.

Mahallenin adıyla beraber çoğu sokağın adı değişmiş, hatta çoğuna yabancılar yerleşmiş, eski mimarinin yerini yeni tarzda binalar kuşatmıştı. “Kuşatma” deyince, fethedemediği nice gönüller geliyordu aklına. Ancak verdiği mücadeleler, onu teskin için sesini şöyle yükseltiyordu: “Eğer fetih söz konusu ise, aklına değil, gönlüne düşmesi gerekmez miydi?”

Yıllarca oturduğu ve rutubeti fazla olan, komşu çocuklarının oyun için paylaştığı, yemek kokularının birbirine ve sonra tütün kolonyasına karıştığı ve çocukluğunun geçtiği o dar sokaklar bile yerini mahalleyi defalarca ikiye bölen, insana üstten bakan çok katlı yapılara bırakmıştı. Mahallede çıkmaz sokak neredeyse yok gibiydi. Ancak kendisini bu kez gerçek bir çıkmazda hissediyordu. Çünkü biliyordu, geçmişinin izini kaybeden ve arkasını göremeyenin geleceği de tehlikededir.

Çocukluğunu göremiyordu. Aslında buraya kadar umudunu taze tutabilmesine sebep oydu. Hâl üzere, o da elinden uçmuştu.

Eve dönüş yolundaydı. Yıllar öncesinin kendi kader çizgisine bir hiss-i kable’l-vukû şeklinde yön verdiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Pes etmek bir alacaklı gibi biraz, evet, sadece birazcık ötede yine kendisini bekliyordu. Son bir silkinme yaşamak istiyordu. Tutunmak istiyordu. Yabancı memleketler kadar da yabancı olamazdı ya!

Doğup büyüdüğü yer, insanın dünyaya tutunacağı en iyi yerlerden biri olmalıydı. O nedenle tanıdık yüzlerden mülhem, mahalle kültüründen âşinâ olarak yüzlerde son kez bir sıcaklık, bir yerlilik aradı. Belli ki, her yeri kaplayan bir siyah örtü vardı. “Bizim mahalle nereye taşındı ki?” dedi içinden. Tarif için kalem aradı, bulamadı. Siyah örtünün üstüne, “bize” geri dönüş için bir not yazdığını hayâl etti. Şöyle diyordu:  

“Hayatının tamir, mahallesinin mamur olabilmesi için insanın evvelâ kendinden başlayarak, en yakından en uzağa zulümden uzak olması gerekir. Bunun için de zulmün tanımının popüler kültür bakış açısıyla değil, vicdan ile yapılması gerekir. Bu ise vicdanların beride durmayıp hayatın içine sahih ve saf bir şekilde dâhil olduğu ve en doğru yerde bulunmasıyla gerçekleşir. Diğer ifadeyle âhirin berbâdından korunmak için evvelâ zulmün âbâdından gönlü, gönülleri, hanemizi ve mahallemizi korumakla olur. Zira gönül bu, dayanır mı? Elbet dayanamaz! Şeyh Gâlib’in ifadesiyle, ‘Dayanır mı, şişedir bu! Ne olur? Sahibi bile duymadan, ansızın kırılır’. Peki ya biz? Biz kırmayanlardan olalım. Zaten o vakit biz, ‘biz’ olabiliriz.”