BİZİM mahalledendi. Uzun süre avukatlık yapmış, ancak buna
rağmen mesleğine ısınamamış, belki insanların hakkını iyi savunamadığına
inanarak mesleğini yapmamaya karar vermişti. Sonra bir süre gazetecilik yapmış,
onu da yarıda bırakmış, nihayet yolu yazarlığa varınca kitaplarıyla ayakta
kalmaya çalışır olmuştu.
Uzun ve uzayan yıllar olmuş, çeşitli ülkelerde ve birçok
şehirde yaşamış, sonra ülkesine geri dönmüştü Necdet Bey. Onun bu kadar
gezmesine, belki zorunlu göçüne neden olan ise, mahallesine olan kırgınlıktı.
Bu kırgınlık, arkasında bir travmayla iyiden iyiye üzerine gelmeye başladığında
zorunlu bir göçe talip olmuş ve yıllar sonra her şeyin düzeleceği umuduyla
şimdi geri dönmüştü.
Uçaktan henüz iner inmez boğazı kurumuştu. Başlangıçta bunu
yolculuğun bir tesiri zannetmiş, ancak mahalleye yaklaştıkça arttığını hissetmişti.
Geçmiyordu. Yıllar öncesinin boğaza takılmış sancısı olduğunu, mahalleye
vardığında, başta mahallenin ismi olmak üzere insanlarının ve neredeyse tüm
haritasının değişmiş olduğunu gördüğünde fark etmişti. Evet, bu oydu. Gitmeden
önce boğazında kuruttuğu ve yutkunduğunu zannettiği o hayâl kırıklığının
acısıydı.
Dili damağı kuruyordu donup kalmaktan, adını sanını
unutacak kadar devrin zulmü yoldaş tutan hâlinden. Devrin zulme eş bütün
ahvalinden… Bugün zulüm üstüne nutuk atanların yarın en yakınına zulmettiğini
gördüğünde yıkılıyordu dünyası. Aslında uzun yıllar bütün mücadelesini buna
adamıştı. Çevresinde olup biten her şeyin sorumlusu kendisiymiş gibi davranmıştı
hep. Olup biteni hazmedemediğinden, buna benzer çıkış yolları arayıp durmuştu. Öyle
ki, işin ucu mahalleden veya başka yerden bir insana değecek olsa, konuyu
değiştiriyordu hep. “Bir aksilik olmuştur mutlaka, yoksa...” diye başlayan
cümleler kuruyordu ve bitmiyordu. Çünkü evvelâ insanı seviyordu insandan
habersiz. İnsandan habersiz işleri de seviyordu.
Varsa birine yapılacak bir iş, en başta öne çıkıyor ama
kendini bir şekilde görünmez kılmayı da pekâlâ başarıyordu. Bir süre sonra iç
çatışmaları durulur gibi olduğunda her şeyin düzeldiğini sanmış, ancak bunun
bir karara varması, bir kabule erişmesi demek olduğunu kısa süre sonra
anlamıştı. Ona göre dizinde derman kalmamıştı. Aslında gözlerinin perdesini
kaldıracak o denli olay yaşamıştı ki etrafında yaşananları artık ne kendine, ne
de başkasına karşı gizleyebiliyordu. Artık zorlamayacaktı kendini. Başta “mücadele
gücünü yitirmek” olarak nitelediği bu durumun, aslında mücadeleye en çok zarar
veren şey olduğunu da yine kısa süre sonra idrak edecekti.
“Ne yapsam?” diye düşünmüyordu artık Necdet Bey. Çünkü
biliyordu… Hayır, bilmiyordu aslında! Uzun süre bilmek istemediği gibi... Ancak
o ne kadar bilmek istemese de daha güçlü şekilde bildiriliyordu kendisine. Bir bildiriyle
değilse de en yakınından en uzağına çoğu insanın birbiriyle ve kendisiyle olan
iletişimi ve ilişkisi, bir ferman niteliğinde her sabah yakasına iliştirilmiş
olarak uyandırıyordu onu. Ve yakasını bir türlü bırakmıyordu. Belki fermanı kâğıda
dökecek olsa şöyle bir girişi olacaktı:
“Öyle bir dehre/derde düştük ki çizgisini yanlışa doğru
esnetmeyenin, değiştirmeyenin adı ‘yolsuz, çizgisiz, öteki’; rüzgâr estikçe
çizgisini, kelâmını değişenin adı ‘hünerli ve ayakta kalmakta mahir’ olmuş.
Mazlum, zulüm görmekten utanır olmuş. Zalim, susturmayı hüner zannetmiş. ‘Hakka
niyet, hakkaniyet, hakikî niyet’, dillerde en çok zulüm gören kelimeler olmuş.”
Dönüyordu kederine tekrar. Dönüyordu kaderine. Kaynayan
bir kazanın kepçesi olmak ne ise, yıllarca içinde yaşadığı mahallede de öyle
hissediyordu. Ateşten beri ama kaynamayı körükleyen bir role sahip olmak hissi
yine yakasındaydı bu sabah. Yurtdışında bile hissetmediği bir yalnızlığın
pençesine kapılmış gibi yürüdü. İlk günün şokunu atlatmak ve içinde geçmiş
günlerin ayakta kalan akislerini bulmak üzere yürüdü. Umudunu kaybeden insanın
hâl-i pürmelâli, ömrü boyunca korkup kaçtığı şeylerdendi. Umudunu kaybetmek
istemeyen hâliyle yürüdü mahalleye.
Mahalleye yaklaştıkça boğazındaki gıcık bir acıyı
tetikliyor, geçmişin arzu ettiği emarelerini göremeyince de boğazı iyiden iyiye
kuruyordu. Dışarıdan bakan için panik atak belirtileri gösteriyordu. Evet,
aslında tam olarak bir panik hâli yaşıyordu. Zira yıllar önce özünde çözülme
hissettiği yer, bu sefer gerçek mânâda yerinde yoktu. Mahallenin en büyük
camisi bile yenilenmiş, sadece minaresi kalmıştı. Caminin hemen yanındaki
Bakkal Yusuf Amca’yı sormuş, vefat ettiğini teessürle öğrenmişti. İlkokulu
okuduğu okulun yerine bile yenisi yapılmış ve şimdi ortaokul olmuştu.
Mahallenin adıyla beraber çoğu sokağın adı değişmiş,
hatta çoğuna yabancılar yerleşmiş, eski mimarinin yerini yeni tarzda binalar
kuşatmıştı. “Kuşatma” deyince, fethedemediği nice gönüller geliyordu aklına.
Ancak verdiği mücadeleler, onu teskin için sesini şöyle yükseltiyordu: “Eğer
fetih söz konusu ise, aklına değil, gönlüne düşmesi gerekmez miydi?”
Yıllarca oturduğu ve rutubeti fazla olan, komşu çocuklarının
oyun için paylaştığı, yemek kokularının birbirine ve sonra tütün kolonyasına karıştığı
ve çocukluğunun geçtiği o dar sokaklar bile yerini mahalleyi defalarca ikiye
bölen, insana üstten bakan çok katlı yapılara bırakmıştı. Mahallede çıkmaz
sokak neredeyse yok gibiydi. Ancak kendisini bu kez gerçek bir çıkmazda
hissediyordu. Çünkü biliyordu, geçmişinin izini kaybeden ve arkasını göremeyenin
geleceği de tehlikededir.
Çocukluğunu göremiyordu. Aslında buraya kadar umudunu taze
tutabilmesine sebep oydu. Hâl üzere, o da elinden uçmuştu.
Eve dönüş yolundaydı. Yıllar öncesinin kendi kader
çizgisine bir hiss-i kable’l-vukû şeklinde yön verdiğini şimdi daha iyi
anlıyordu. Pes etmek bir alacaklı gibi biraz, evet, sadece birazcık ötede yine
kendisini bekliyordu. Son bir silkinme yaşamak istiyordu. Tutunmak istiyordu.
Yabancı memleketler kadar da yabancı olamazdı ya!
Doğup büyüdüğü yer, insanın dünyaya tutunacağı en iyi
yerlerden biri olmalıydı. O nedenle tanıdık yüzlerden mülhem, mahalle
kültüründen âşinâ olarak yüzlerde son kez bir sıcaklık, bir yerlilik aradı. Belli
ki, her yeri kaplayan bir siyah örtü vardı. “Bizim mahalle nereye taşındı ki?”
dedi içinden. Tarif için kalem aradı, bulamadı. Siyah örtünün üstüne, “bize”
geri dönüş için bir not yazdığını hayâl etti. Şöyle diyordu:
“Hayatının tamir, mahallesinin mamur olabilmesi için
insanın evvelâ kendinden başlayarak, en yakından en uzağa zulümden uzak olması
gerekir. Bunun için de zulmün tanımının popüler kültür bakış açısıyla değil,
vicdan ile yapılması gerekir. Bu ise vicdanların beride durmayıp hayatın içine
sahih ve saf bir şekilde dâhil olduğu ve en doğru yerde bulunmasıyla
gerçekleşir. Diğer ifadeyle âhirin berbâdından korunmak için evvelâ zulmün âbâdından
gönlü, gönülleri, hanemizi ve mahallemizi korumakla olur. Zira gönül bu,
dayanır mı? Elbet dayanamaz! Şeyh Gâlib’in ifadesiyle, ‘Dayanır mı, şişedir bu!
Ne olur? Sahibi bile duymadan, ansızın kırılır’. Peki ya biz? Biz kırmayanlardan
olalım. Zaten o vakit biz, ‘biz’ olabiliriz.”