
DİĞER
peygamberleri bile geride bırakan, Allah’ın “Habibim” nidasına mazhar olan Peygamber…
Öfkesi itidalli, yerli yerinde… Sevgisi, olması gerektiği gibi; bütün beşerî
duygu ve hisleri ifrat ve tefritten muaf, tam da yerli yerinde…
Hani Mekke müşrikleri, “Allah
neden bizim gibi birini, hem de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlunu peygamber
gönderdi? Örnek ve peygamber olarak neden bir melek göndermedi?” dediklerinde, onlar
şu önemli noktayı kaçırıyorlardı: O da bizim gibi bir beşer, bir kul, bir
insandı; gereksinim ve arzuları tam da insancaydı. Aksi olsaydı, müşrikler bu
sefer yine itiraz edecek, “Tabiî Sen bizim gibi insan değilsin, Yaratan’a o
yüzden fazla ibadet edip fazla kulluk yaparsın, Sen meleksin!” derler, kendi
zaaflarının arkasına “Biz insanız” diye sığınırlardı. Hâlbuki O melek değil, insan
olarak gönderildi, Kul Peygamber idi. İşte sizin gibi bir beşer, ama tam bir
örnek, tam bir rehber! Her şeyi itidalli olan, her şeyi ölçülü olan bir rehber…
Ahlâkı tamamlayıcı, Rabbin eğitiminden geçmiş kılavuz…
Sevmesi Allah için, buğzu
Allah için
“Ben kılıç ve merhamet
peygamberiyim” diyen Âlemlerin Sultanı’nın merhameti, sevgi ve şefkati
insanoğlunu aşıp tüm beşer ve kâinatı kapsayacak kadar fazla idi. Öyle ki,
yavrularını emziren bir köpeği rahatsız etmeme adına, köpeğin başında
bekleyerek koca ordunun yolunu değiştirecek kadar… Öyle ki, devesine eza eden
kişiyi tazir tedip ederek deveyi rahatlatacak kadar… Her bir canlının iki
cihanda rahat etmesi için Kendini paralayacak kadar… Rabbi tarafından Kendini
bu kadar paralamaması, helâk etmemesi adına uyarı alacak kadar… Buna mukabil
müşriklere oldukça secaatli, haksızlık karşısında alnındaki damarı kabarıncaya
kadar kızan, “Kâfirleri dost edinmeyin!” diyerek müminlere düşman olanlara
karşı uyarıcı, onların hilelerine ve dost görünmelerine karşı aldanılmaması
gerektiği konusunda kararlı bir Peygamber idi.
O, peygamber olmadan da
Hulfu’l-Fudul’un müdavimi idi; hilkati merhamet mayası ile karılmıştı.
Peygamber olduktan sonra da Ashab-ı Suffa olarak bilinen yoksulları yanı
başında barındırarak, dinî eğitim ve ilim vererek onların sadece bedenî
açlıklarını değil, manevî açlıklarını da giderecek kadar engin bir merhameti
vardı. Onlarla en müşfik şekilde rıfk ve hilmle ilgileniyor, beyinlerini ilim,
kalplerini dinle doyuruyordu.
Bizler O’nun her ânını bilmek
ve örnek almakla yükümlü iken ne kadar da gafiliz! O’nun hayatını bir iki
haftaya hapsediyor, İslâmî örnek yaşantısını cami ile sınırlandırıyor, ülke
yönetiminde aile hayatımızda örnek almıyoruz. Şöyle bir teşbih yapsak yerinde
olacaktır: Yazılan herhangi bir yazıda noktalama işaretlerini hiç kullanmadan,
yazı bitince en alta sırayla tüm noktalama işaretlerini dizip yazının en sonuna
da “Bu yazıda olması gereken işaretler” diye not düşmek, o yazıyı anlamsız ve
karışık yapacağı gibi, biz de sadece Kutlu Doğum’da, sadece camilerde Sünnetullah’ı
anlatıp hayatın her sahasında uygulanması gereken yerlerde uygulamazsak,
hayatımız da aynı o karışık yazı gibi karmakarışık olacaktır.
Eğer hakikî bir ümmet olarak
her lahza Onunla olabilseydik, Sahabenin kısa sürede kıtalara ulaşması gibi dünyanın
birçok yerine ulaşır, gönüller fethederdik. Müslümanlar böyle zeval içinde olmazlardı.
Biz O’nun sünnetini hakikî mânâda anlayıp yaşasaydık, böyle gafil olmasaydık,
güneşin doğup battığı her yerde, O’nun adı zikredilince insanlık topyekûn ayağa
kalkardı. Bir hadis-i şerif uğruna İstanbul’u fetheden ecdadımız gibi olurduk.
“Canım, anam, babam yoluna
feda olsun Ya Resulallah!” Evet, sahabe, O’nu tanıyanlar, O’nun rahlesinden
müstefit olanlar, O’na olan sevgilerinden dolayı böyle hitap ederlerdi. Biz de “Anamız,
babamız, canımız feda olsun!” diyebiliyor muyuz? Desek de ne kadar hulus-i kalp
ile diyoruz? O’nu tanıyanlar canlarını feda edecek kadar seviyorlardı, biz O’nu
tanımıyoruz ki samimi olalım. O’na samimi bir salavat-ı şerife getirmekten aciz
bir ümmet olduk. Çünkü biz O’nu tanımıyoruz, yabancıların yaptığı filmle tanıdık
kendi Dinimizin Peygamberini. Kaçımız (ilâhiyatta sınıf geçmek için
ezberleyenler hariç) kaç hadis-i şerif ezberliyoruz? Kaçımız ömrümüzün her
lahzasını hadis-i şeriflere göre dizayn ediyoruz? Hadis-i şerifleri bilmeden, “Mevzu
mu, sahih mi?” tartışmasına oturuyoruz. Doğarken “Ümmeti! Ümetti!” diyen Peygamber’in,
Kendisini tanımayan ümmetiyiz. Filmlerden ya da kulaktan dolma hikâyelerden
dinini öğrenen bir ümmet olduğumuz için siyer konusunda bilgilerimiz trajikomik
derecede az.
Bizi affet Ya Rasulallah! Sen
aramızdan ayrıldın ayrılalı, bu ümmet yetim, bu ümmet öksüz. Ya Rasulallah, Senin
merhametli nefesin ensemizden kesilmesin, ne olur!
Ah, ne hâlde ümmet! Dırar
mescitleri yüz oldu, bin oldu, fitne ahtapot gibi kol kola oldu, ümmeti böldü,
parçaladı. Kan ağlıyor İslâm coğrafyası! Gaflet ve fitne… Merhameti unuttuk, Senin
gibi sevmeyi bilemez olduk. Ne olur bizim hâlimize bakıp bize darılma! İlk
kelimesi “Ümmetim!” olan, “Kızım Fatıma’yı bile istemem, ümmetimi isterim”
diyen Peygambersin. Sana karşı vefasızlığımızı affet Ya Rasulallah, çekme
himmet ve şefaatini üzerimizden!
Ve ahirette “Ente minni, ente
minni” dediğin ümmetinden olma dualarımızla…
Esselâtü vesselâmü aleyke Ya Rasulallah. Esselâtü vesselâmü aleyke Ya Habiballah.