Bizi affet Ya Rasulallah!

O, peygamber olmadan da Hulfu’l-Fudul’un müdavimi idi; hilkati merhamet mayası ile karılmıştı. Peygamber olduktan sonra da Ashab-ı Suffa olarak bilinen yoksulları yanı başında barındırarak, dinî eğitim ve ilim vererek onların sadece bedenî açlıklarını değil, manevî açlıklarını da giderecek kadar engin bir merhameti vardı. Onlarla en müşfik şekilde rıfk ve hilmle ilgileniyor, beyinlerini ilim, kalplerini dinle doyuruyordu.

DİĞER peygamberleri bile geride bırakan, Allah’ın “Habibim” nidasına mazhar olan Peygamber… Öfkesi itidalli, yerli yerinde… Sevgisi, olması gerektiği gibi; bütün beşerî duygu ve hisleri ifrat ve tefritten muaf, tam da yerli yerinde…

Hani Mekke müşrikleri, “Allah neden bizim gibi birini, hem de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlunu peygamber gönderdi? Örnek ve peygamber olarak neden bir melek göndermedi?” dediklerinde, onlar şu önemli noktayı kaçırıyorlardı: O da bizim gibi bir beşer, bir kul, bir insandı; gereksinim ve arzuları tam da insancaydı. Aksi olsaydı, müşrikler bu sefer yine itiraz edecek, “Tabiî Sen bizim gibi insan değilsin, Yaratan’a o yüzden fazla ibadet edip fazla kulluk yaparsın, Sen meleksin!” derler, kendi zaaflarının arkasına “Biz insanız” diye sığınırlardı. Hâlbuki O melek değil, insan olarak gönderildi, Kul Peygamber idi. İşte sizin gibi bir beşer, ama tam bir örnek, tam bir rehber! Her şeyi itidalli olan, her şeyi ölçülü olan bir rehber… Ahlâkı tamamlayıcı, Rabbin eğitiminden geçmiş kılavuz…

Sevmesi Allah için, buğzu Allah için

“Ben kılıç ve merhamet peygamberiyim” diyen Âlemlerin Sultanı’nın merhameti, sevgi ve şefkati insanoğlunu aşıp tüm beşer ve kâinatı kapsayacak kadar fazla idi. Öyle ki, yavrularını emziren bir köpeği rahatsız etmeme adına, köpeğin başında bekleyerek koca ordunun yolunu değiştirecek kadar… Öyle ki, devesine eza eden kişiyi tazir tedip ederek deveyi rahatlatacak kadar… Her bir canlının iki cihanda rahat etmesi için Kendini paralayacak kadar… Rabbi tarafından Kendini bu kadar paralamaması, helâk etmemesi adına uyarı alacak kadar… Buna mukabil müşriklere oldukça secaatli, haksızlık karşısında alnındaki damarı kabarıncaya kadar kızan, “Kâfirleri dost edinmeyin!” diyerek müminlere düşman olanlara karşı uyarıcı, onların hilelerine ve dost görünmelerine karşı aldanılmaması gerektiği konusunda kararlı bir Peygamber idi.

O, peygamber olmadan da Hulfu’l-Fudul’un müdavimi idi; hilkati merhamet mayası ile karılmıştı. Peygamber olduktan sonra da Ashab-ı Suffa olarak bilinen yoksulları yanı başında barındırarak, dinî eğitim ve ilim vererek onların sadece bedenî açlıklarını değil, manevî açlıklarını da giderecek kadar engin bir merhameti vardı. Onlarla en müşfik şekilde rıfk ve hilmle ilgileniyor, beyinlerini ilim, kalplerini dinle doyuruyordu.

Bizler O’nun her ânını bilmek ve örnek almakla yükümlü iken ne kadar da gafiliz! O’nun hayatını bir iki haftaya hapsediyor, İslâmî örnek yaşantısını cami ile sınırlandırıyor, ülke yönetiminde aile hayatımızda örnek almıyoruz. Şöyle bir teşbih yapsak yerinde olacaktır: Yazılan herhangi bir yazıda noktalama işaretlerini hiç kullanmadan, yazı bitince en alta sırayla tüm noktalama işaretlerini dizip yazının en sonuna da “Bu yazıda olması gereken işaretler” diye not düşmek, o yazıyı anlamsız ve karışık yapacağı gibi, biz de sadece Kutlu Doğum’da, sadece camilerde Sünnetullah’ı anlatıp hayatın her sahasında uygulanması gereken yerlerde uygulamazsak, hayatımız da aynı o karışık yazı gibi karmakarışık olacaktır.

Eğer hakikî bir ümmet olarak her lahza Onunla olabilseydik, Sahabenin kısa sürede kıtalara ulaşması gibi dünyanın birçok yerine ulaşır, gönüller fethederdik. Müslümanlar böyle zeval içinde olmazlardı. Biz O’nun sünnetini hakikî mânâda anlayıp yaşasaydık, böyle gafil olmasaydık, güneşin doğup battığı her yerde, O’nun adı zikredilince insanlık topyekûn ayağa kalkardı. Bir hadis-i şerif uğruna İstanbul’u fetheden ecdadımız gibi olurduk.

“Canım, anam, babam yoluna feda olsun Ya Resulallah!” Evet, sahabe, O’nu tanıyanlar, O’nun rahlesinden müstefit olanlar, O’na olan sevgilerinden dolayı böyle hitap ederlerdi. Biz de “Anamız, babamız, canımız feda olsun!” diyebiliyor muyuz? Desek de ne kadar hulus-i kalp ile diyoruz? O’nu tanıyanlar canlarını feda edecek kadar seviyorlardı, biz O’nu tanımıyoruz ki samimi olalım. O’na samimi bir salavat-ı şerife getirmekten aciz bir ümmet olduk. Çünkü biz O’nu tanımıyoruz, yabancıların yaptığı filmle tanıdık kendi Dinimizin Peygamberini. Kaçımız (ilâhiyatta sınıf geçmek için ezberleyenler hariç) kaç hadis-i şerif ezberliyoruz? Kaçımız ömrümüzün her lahzasını hadis-i şeriflere göre dizayn ediyoruz? Hadis-i şerifleri bilmeden, “Mevzu mu, sahih mi?” tartışmasına oturuyoruz. Doğarken “Ümmeti! Ümetti!” diyen Peygamber’in, Kendisini tanımayan ümmetiyiz. Filmlerden ya da kulaktan dolma hikâyelerden dinini öğrenen bir ümmet olduğumuz için siyer konusunda bilgilerimiz trajikomik derecede az.

Bizi affet Ya Rasulallah! Sen aramızdan ayrıldın ayrılalı, bu ümmet yetim, bu ümmet öksüz. Ya Rasulallah, Senin merhametli nefesin ensemizden kesilmesin, ne olur!

Ah, ne hâlde ümmet! Dırar mescitleri yüz oldu, bin oldu, fitne ahtapot gibi kol kola oldu, ümmeti böldü, parçaladı. Kan ağlıyor İslâm coğrafyası! Gaflet ve fitne… Merhameti unuttuk, Senin gibi sevmeyi bilemez olduk. Ne olur bizim hâlimize bakıp bize darılma! İlk kelimesi “Ümmetim!” olan, “Kızım Fatıma’yı bile istemem, ümmetimi isterim” diyen Peygambersin. Sana karşı vefasızlığımızı affet Ya Rasulallah, çekme himmet ve şefaatini üzerimizden!

Ve ahirette “Ente minni, ente minni” dediğin ümmetinden olma dualarımızla…

Esselâtü vesselâmü aleyke Ya Rasulallah. Esselâtü vesselâmü aleyke Ya Habiballah.