
KÜLTÜR sanat çevresi, her dönem bir mekâna ihtiyaç duyar.
Bir araya gelmek, sohbet etmek, tartışmak, kalem erbabı için gıda kadar önemli.
Yirminci yüzyılın İstanbul’unda Küllük Kahvesi’nin, sonra Marmara
Kıraathanesi’nin kültür tarihimizde bu ihtiyacı karşılamış, tarihe geçmiş
mekânlar olduğunu biliyoruz.
Müdavimlerin kimler olduğunu merak edenler, ya Mehmet
Nuri Yardım’a danışsın ya da edebiyat sanat dünyasında yer aldığını bildiği
bütün isimleri sıralasın. Kimi saysa isabet olacaktır.
Meraklısı için Cem Sökmen’in “Eski İstanbul Kahvehaneleri” adlı eserini
tavsiye ederim.
Küllük’e yetişemedik ama Marmara Kıraathanesine birkaç
defa uğramışlığım vardır. Beyazıt Meydanı’ndaki
o meşhur kıraathane kapandıktan sonra, az ötede “Erenler” adıyla bilinen
Çorlulu Ali Paşa Medresesi merkez oldu. Çorlulu
zamanla turistik yapıya bürününce, kültür sanat çevresi yavaşça ayağını kesti. Hemen yanı başındaki Sinan Paşa Medresesi devreye
girmişti. İLESAM ve Rumeli Balkan dernekleri ile paylaşılan mekân, 90’ların ilk
yıllarında görevini lâyıkıyla yaptı ve devrini tamamladı.
Orası devrini tamamlarken, denize doğru biraz daha
ilerledik ve Çemberlitaş’ı geçtik. Köşedeki Türk Ocağı bahçesi ile yanındaki
bir başka medreseye yöneldik. Kızlarağası Medresesi, Türkiye Yazarlar Birliği
İstanbul Şubesi olmuştu.
O sıralar bir gün Mustafa Kutlu’ya şöyle demiştim:
“Ağabey, yavaş yavaş denize doğru ilerliyoruz. Günün birinde bizi denize
dökecekler galiba…”
Bizim için o gün itibariyle hoş bir espri olan bu
ifadeye gülerken, rahmetli Hilmi Oflaz, açık büfe sofrasını kurmaktaydı.
Muhtemelen… Zeytin, peynir, domates, biber, ekmek… O
sofrayı hiç ihmâl etmezdi rahmetli. Cebinde yoksa, birkaç kişinin kulağına
eğilir, “Çık bakalım” diyerek pamuk elleri cebe yönlendirirdi. Mekânlar
değişti, müdavimler yenilendi, Hilmi Oflaz’ın sofra geleneği hiç değişmedi.
Onun vefatından sonra, yâd etmek için, birkaç defa
aynı geleneği devam ettirmek isteyenler olduysa da kimse yürütemedi. O sofranın
aşkı, şevki, ruhu başka bir kimya gerektirmekteydi herhâlde. Çorlulu’ya devam ederken, bir gün orayı terk
edeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi. Sıcak havalarda bahçedeki şadırvan etrafında
tahta sandalyelere kurulurduk. Hava hafiften serinlemeye başlayınca, büyük
kubbenin altında sedire sıralanırdık.
Kimler yoktu ki… Nargile tüttürenlerle beraber
şairler, yazarlar, ressamlar, öğrenciler, yayıncılar, hocalar… Bağıra çağıra konuşanlar, ateşli şekilde
tartışanlar, fısıltıyla anlaşmaya çalışanlar… Hepsi bir aradaydı. Üniversite öğrencileri arasında yazmaya çizmeye
meraklı olanlar, büyüklere özenip dergi çıkarma sevdasına düşerlerdi.
Bir gün şöyle bir diyaloğa şahit olduk: Dışarıdaki
soğuk havadan rüzgârla beraber gelen üniversite öğrencisi, arkadaşını gördü ve
heyecanla yanına gitti. “Moruk” dedi, “Gözün
aydın, para konusunu hâllettik, dergi çıkarıyoruz. Var mısın?”. Öteki, o
heyecanı hemen paylaşmadı. Belli ki bazı tereddütleri vardı. Merak ettiği
hususu sordu: “Kimler yazacak?”
Heyecanlı genç şöyle cevap verdi: “Sen, ben, İsmet Özel.”
O günden sonra bu cevap, oradakiler ve daha sonra
kulaktan duyanlar arasında bir kalıp hâline dönüştü. Hangi
konuda olursa olsun, biri diğerine “Kimler var?” diye sorsa, cevap “Sen, ben,
İsmet Özel” olurdu.
Dergi çıkarmak, yazı çiziyle uğraşanlar için kızamık
çıkarmak gibi bir şeydi. Nice dergiler gördük…
Hepsi birer birer kapandı. O kadar sıradan
bulunurdu ki “Ne zaman kapanacak?” diye bakanlar, sadece hasetten,
kıskançlıktan öyle düşünmüyorlardı.
Her dergi bir kaledir. Cemil
Meriç’e göre “Hür tefekkürün kalesi”… Bir dergi kapanıyorsa, bir kale düşmüş
gibi anlarız. En son, Dergâh kapandı. “En son kapanacak dergi” olarak görürdüm. Bu Amerikanvari söyleyişten kasıt, “hiç
kapanmayacak dergi olarak” değerlendirmektir elbette.
1990 yılından bugüne aralıksız devam eden Dergâh… Edebiyatımıza birçok ismi kazandıran Dergâh… İlk yazısı veya ilk şiiri orada çıkan pek çok genç,
artık yaşlanmış, prof olmuş, torun torba sahibi olmuş, birçok kitap çıkarmış… İşte o Dergâh! Hiç reklâm almayan Dergâh! Çizgisini
değiştirmeden bugüne gelen Dergâh… Bir dönem
çalıştığım, Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve Ezel Erverdi ile aynı havayı
soluduğum Dergâh…
32’nci yılın sonunda bir tivit ile “yayına ara
verdiğini” duyurdu. Şöyle: “32’nci cildimizin son sayısı olan Şubat sayımız
çıktı. Maalesef okuyucularımıza üzücü bir haberimiz var: Bütün dünyada
gözlemlenen kâğıt tedarikinde yaşanan zorluklar ve içinde bulunduğumuz şartlar
dolayısıyla Dergâh Dergisi yayınına ara veriyor.”
İşte bugün, gerçekten de birileri bizi denize döktü. Sarayburnu’ndan veya Ahırkapı’dan karga tulumba
atılmış, cuppadanak denize düşmüş gibiyiz.
Eski ekip nerede, eski dergiler nerede? Dergâh da gittikten sonra…
Zaman içinde sevdiğimiz çok arkadaşımızı, çok akrabamızı kaybettik. Dergâh için de bugün aynı derecede bir kayıp
yaşadığımızı hissediyoruz. İnşallah tam
kapanmamıştır. İnşallah sadece ara verilmiştir. Kısa
bir süre sonra yeniden başlayacaktır. Ha bu da
bize ders olsun!
Temel, kan dâvâsı yüzünden birkaç kişinin “emel
defterini” dürmüş. Yakalanıp yargılanmış ve idam cezasına çarptırılmış. Bir
şafak vakti sehpaya doğru götürmüşler ve son sözünü sormuşlar. “Ha bu bana ders
olsun” demiş. Bizimki ondan farklı olur
inşallah…
Gelelim Kültür Ajanda’ya…
Zaten hep buradayız ya, sözü de aynı yere getirelim. Yüzüncü sayıya geldik. İlk sayının heyecanını
hissettiğimiz günler daha dün gibi… Zaman öyle geçiyor.
Her ay yeni bir heyecan, yeni bir sevda… Nice emek, nice sabahlayış var
bu sayfalar arasında. Ve nice koşturmaca… Kaç
kahve, kaç çay kim bilir…
Bu sayfalarla kurulan gönül birliği çok kıymetli. Her harfte, her virgülde ve noktada göz nuru var. Yazan, çizen ve emek verenlerin her biri için
karşılıksız fedakârlık söz konusu. Günün
birinde, “Yol bitti. Buraya kadarmış” demeyelim. Üzülürüz.
Sadece uzaktan takdir etmekle kalmayalım. Omuz verelim
ve nice sayılara ulaştıralım inşallah. İki yüz, üç yüz, beş yüz… Cenab-ı Allah
ne kadar nasip ederse...
Bize düşen, gayret.
Ha gayret!