
COVID-19, 2020, pandemi,
hastalık, salgın, boğaz ağrısı, ateş, karantina, kısıtlama, vaka, ölüm… Hayatlarımızın
bir bölümünü esir eden, korkularımıza, zorlanmamıza, acı çekmemize,
depresyonumuza neden olan kelimeler…
Hepimiz
korktuk ve acı çektik. Virüse yakalanırız, hafif atlatamayız diye korktuk;
belki de en çok sevdiklerimize bulaştırma ihtimâlimizden korktuk. Çok acı
çektik, kimilerimiz virüsün vücuduna girmesinin ardından verdiği şiddetli
acıyı, kimilerimiz sevdiği bir yakınını kaybetmenin acısını çekti; kimilerimiz
ise kendi kendimizle kalmanın verdiği acıyı… Bu acılar her ne kadar evimizde,
odamızda, ruhumuzda olsa da dünyadaki her insan, koskoca dünya halkı, aynı
korkuları yaşadı, acıları çekti. Dışarıdan bakıldığında belki bir iki kişiyi
geçmedi görüştüğümüz, konuştuğumuz insan sayısı, asosyalleştiğimizi düşündük.
Hâlbuki azıcık uzaklaşıp dışarıdan baktığımızda, hayatımızın en sosyal senesini
geçirdik diyebilirim.
Sosyalliği
aynı şeyleri yapmak, aynı duyguları paylaşmak olarak tanımladığımda, herkesin
en sosyal senesinin 2020 olduğunu iddia edebilirim. Hiçbir hususta aynı
noktada, aynı sınıfta, aynı ekonomik durumda, aynı zevk içerisinde olmadığımız
pek çok insanla ortak bir paydada buluştuk. Tüm dünya halkı ile aynı duyguları
hissettik; sevdiklerimizi kaybettik, fiziksel acılar çektik, aynı korkularla
karşı karşıya geldik, aynı şeyleri özledik, koşmayı ve meselâ kalabalığın
arasında yok olmayı, markete giderken yahut sokağa adımımızı atar atmaz
endişelenmemeyi özledik, kendi kendimize yetemeyeceğimizi fark ettik ve
hissettik…
Aynı
şeyleri okuduk, aynı şeyleri izledik, her akşam hepimiz aynı soruyu sorduk:
“Acaba bugün kaç kişi virüse yakalandı? Kaç kişi öldü?” Hepimiz kendi kendimize
kalmanın verdiği buhranı hissettik, bundan nasıl kurtulacağımızı düşündük, depresyona
sürüklendik...
Dünyadaki
pek çok insanla, ülkemizde ise hemen hemen her insanla aynı duyguları
paylaştık, aynı noktada birleştik. Fakat tek bir fark vardı. Yalnızca bizler ve
o kocaman dünya halkının bir bölümü “teslimiyet” kelimesini biliyor ve ona inanıyorduk.
Yalnızca bizler hayrın da, şerrin de O’ndan, Allah’tan olduğuna iman ediyorduk.
Evet, başımızda bir musibet, bir felâket vardı, bunu kabul ediyorduk ama O’nun
sonsuz merhametinin de tecelli edeceğinden haberdardık. Bizi bu hâlde
bırakmayacağına inanıyor ve bunun için duâ ediyorduk. Bu hâdisenin bize
verilmiş bir imtihan olduğunu, ders alarak bu imtihanı tamamlamamız gerektiğini
fark ediyorduk. (Ya da bunu sık sık kendimize hatırlatıp fark etmeye
çalışıyorduk.) Ve bu durum bizi o depresyon girdabından çekip çıkartmaya
yetecek mahiyetteydi. Ama diğer dünya halkı için aynı şeyi söylemek pek mümkün
değildi. Onlar baz alındığında bu şekilde düşünebilecek ve kurtulabilecek pek
fazla insan yoktu.
Onların
teslimiyeti, her şeyin O’ndan geldiğini ve O’na gideceğine dair değildi. Buna
imanları yoktu. Depresyonun o kara kuyusundan çıkmak o kadar kolay değildi
onlar için. Çok sevdiğim bir hocam, Batı klasiklerinin buhran içinde var
olmasının nedenini bununla gösterirdi. “Onları buhrandan çıkaracak doğru
yolları yok. Bu yüzden böyle yazıyor, çıkış yolunu bulmak için kayboluyorlar”
demişti. Klasiklerdeki buhrana neden olan etken, Corona sürecindeki buhrana da
neden olmuştu.
Velhasıl, biz çıkış yolu olan şanslılardan ve sosyalleşenlerdendik…