KÂBE’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin ordusu, bugün
dünyanın her bir noktasında pusu kurmuş durumda. İslâm’ın ve Müslüman
toplumunun yok edilmesi tutkusunda sağa sola yalpalayıp duruyorlar. Gerek
ekonomi, gerek terör eylemleri ile sektesiz bir saldırı hâlindeler.
İslâm
topraklarında yaşayan milletlerin devletlerini çökertmek ve iç dinamiği sarsmak
yolunda yenilikçi eylemleri hayata geçiriyorlar. Peygamberimiz zamanından beri
tuttukları yol, her defasında hezimete uğramakta; fakat İslâm’a düşman bu güruh
tarafından söz konusu saldırılar her defasında denenmeye devam edilmektedir.
Bunca saldırı ve
savaş suçu karşısında dünyanın dört bir yanında Müslümanlar bir şekilde yaşam
haklarını savunmak durumunda bırakılıyor. Bu, aslında akla ve imana da uyum
sağlayan bir süreç.
İslâm, tek ve
gerçek dindir. Ona inanlar olduğu kadar, onu yok etme rüyasında yanıp
tutuşanlar da olacaktır. İyinin kötüyle birlikte var olduğu gerçeği, İslâm’la
şereflenenlerle İslâm düşmanlarının aynı atmosferde var olmaya devam edeceği
gerçeğinin de sağlaması niteliğinde âdeta.
Avrupa’nın
toplumsal ve ekonomik bir çöküş sürecinde olmasına karşın, var olan gücünü ve
imkânını hâlâ Müslüman toplumlarla uğraşma yolunda harcaması da inandığımız
gerçeği desteklemekten başka bir tesirde bulunmuyor.
Kale içine sızan
birtakım terör ve ihanet odakları ile hem ülkemiz, hem de tüm dünya
Müslümanları süreğen bir savaş üzereler. İki ordunun birbirine savaş ilân
etmesindeki mertliği bile mumla aradığımız bu yeni çağda, daha ziyade adına
savaş denmeyen soykırım plânlarının mağduru olduğumuz bir gerçek. Fakat
atlanılan bir detay olarak, İslâm düşmanının derdi din değildir. Onlar,
İslâm’ın kudreti altına giren ve girecek olan bütün imkânların peşinde,
asırlardır bir sarhoş narasıyla gezip durmaktalar.
Onlar toprakların,
doğal kaynakların, ticaretin ve tüm
ekonomik kazanımların var olduğu uzakları ellerine almak ve bu varlıklardan âdeta
bir kene gibi beslenmek gayesiyle hareket ederler. Arap yarımadasının tarımsal
zayıflığına karşın petrol yatakları bakımından zenginliği, Mezopotamya ve
çevresinin tarımsal işlevselliği, Küçük Asya’nın ticaret yollarında verimli bir
istikamet oluşu ve daha pek çok getiririnin Doğu ve Orta Doğu ekseninde
tomurcuklanması, aç midelerin ve ihtiraslı gözlerin hedef noktası olmasında din
düşmanlığını baskılayan aslî unsurlar.
Peygamberimiz
zamanında da Mekke ve çevresi, tarım ürünlerinin kıtlığına ve kurak iklimlerin
var ettiği geçim zorluğuna karşın Kâbe çevresinde teşkilatlanan alışveriş,
ticaret ve daha pek çok faaliyetin bölgede ekonomik canlılık sağlaması ve yine
aç gözlerin hedef noktası olmasıyla oldukça kıymetliydi.
İslâm’ın yayılışından
önce pek çok dinden ve pagan inanışından toplumun bile bölgeye gelişi, hac
zamanlarında artan ticarî aktiviteler ve benzeri her türden aksiyon ile
Ebrehe’nin de ihtirasla kabaran midesi kendince hain plânlar kurgulamasında
itici güçtü. Tıpkı bugün yükselen, büyüyen ve hâkimiyet alanı genişleyen
Türk-İslâm toplumuna karşı kurgulanan iç ve dış odaklı plânlar gibi…
Ebrehe öncelikle
kendi kıblesini yaptırmakla Allah’a karşı komik bir direnç göstermişse de bu
din kamuflajlı ekonomik kurgu, İslâm’ın kudret ve hâkimiyetini arttırmaktan
başka bir işe yaramamıştı. Aklınca Kâbe çevresinde şekillenecek ticarî
hareketliliği kendi yaptırdığı kilise çevresine çekmiş olacak ve bu suretle
zenginleşecek ve daha geniş coğrafyalarda hükmedecekti. Fakat ilk plânı etkisiz
kalan Ebrehe, çareyi Kâbe’yi yıkmakta bulmuş, buna güç yetirebileceği
gafletiyle ordusunu önüne katmıştı.
İslâm
düşmanlarının her zaman bir plânı vardı ama Yüce Allah’ın plânı bu zavallı
kurguları yerle bir ederdi.
Bugün İslâm
topraklarına ve Müslüman milletlere yapılan her türlü saldırı, sömürü ve hain
savaş plânının ardında Kâbe’yi yıkma gayreti olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bugün Ebrehe’nin
ordusu sadece Kâbe’ye değil, İslâm’ın var olduğu her bir coğrafyaya aynı
gayeyle geliyor ve çok daha stratejik saldırı plânları içerisinde. Fakat
Yaradan, Evini ve o Evi sevenleri yıkıma ve bozguna uğratmayacaktır. Bizim
bilmemiz gereken, “biz” olmamız gerektiği ve Ebrehe’nin ordusu ne kadar
kalabalık ve donanımlı olsa da imanın gücünü yıkabilecek hiçbir mamulatın var
olamayacağı gerçeğine sarılmamız gerektiğidir. Mülkün yalnızca Allah’a ait
olduğunu bilmek, onu koruyacak olanın yalnızca Allah olduğunu idrak etmek ve
kulluk acziyetinde bize verilen iman ve imkânla elimizden geleni yapmak da
İslâm ahlâkının gerektirdiği bir davranış biçimi olacaktır.
Ebrehe, Kâbe’yi
yıkma plânını küstahça bir öneriyle dile getirdiğinde Hazreti Peygamber’in dedesi,
Kureyş Reisi Abdülmüttalib Bin Haşim de bu inanç ve şuurla, düşmandan sadece gasp
edilen develerini istemiş ve şöyle demişti:
“Ben develerimin sahibiyim. Kâbe'nin de bir sahibi ve koruyucu vardır. Elbette onu koruyacaktır.”