SOSYAL bir varlık olan
insan, doğumundan itibaren diğer insanlar ile bir arada olmaya her zaman
ihtiyaç duymuştur. Doğumundan itibaren en uzun bakıma ve korunmaya muhtaç bir
varlık olması dolayısıyla gereksinimlerini giderebilmek için anne-babanın ya da
başka yetişkin insanların yardımına ihtiyaç duymaktadır. Hayatı boyunca yine
başka insanlarla birlikte yaşamaya devam etmektedir.
Bu
insanlar önce anne-baba, sonra kardeş, akraba, dost ve arkadaştır. En önemlisi
de, bir toplumun ferdi, bir milletin üyesi ve o milleti ayakta tutan bir
kültürün mensubu olarak yaşantılarını sürdürürler.
İnsanoğlunun
hayatında yalnızlık, belki de dünyada karşılaşacağı en büyük korku ve hiçbir
zaman tasvip etmeyeceği durum olarak yerini alır. Çoğu insanın günlük
yaşantısında pek önem verdiği dünya nimetleri, hiçbir zaman insanlardan uzakta
ama yapayalnız yaşamayı tercih ettirecek kadar değerli olmamıştır. Elde ettiği
değerler bile diğer insanlarda olanlara göre artı veya eksi yönde önem kazanırlar.
Başkalarınınki ile kıyaslama imkânı olmadığı müddetçe, eldekinin fazla bir
değeri olmayacaktır.
Kültürümüzün
önemli unsuru olan büyük aile yapısı gittikçe dağılmaktadır. Çocukların
özgüvenlerinin oluşması ve kişiliklerinin gelişmesi, yakın çevresinde güven
duyduğu insanlarla birlikte yaşayıp, bu vesile ile elde edeceği kazanımlar
sayesinde olur. Toplumsal kültürün temelleri kitaplardan okuyarak değil, bizzat
o toplumun içinde yaşayarak gelişir ve pekişir. Daha sonra kitabî bilgilerle
geliştirilip zenginleştirilmesi sağlanabilir.
“Biz”
ruhunun oluşmasını engelleyen olgulardan biri ve en önemlisi, önyargılardır.
Önyargılar, küçük yaşta aileden yapılan bilinçsiz telkinler, yakın çevrenin
ürettiği asılsız sözler ya da geçmişten devam edegelen hurâfe ve efsanevî
söylevlerden beslenmekte ve oluşmaktadır. Çocuğun yetiştiği çevrede “bizimkiler”
denen yapıya karşı gereksiz güven ve sahiplenme duygusu gelişirken, “ötekilere”
karşı olumsuz yargı ve soğukluk oluşmaktadır. İleriki yaşlarda edindiği bilgi
ve tecrübeler sayesinde gerçekler her ne kadar öğrenilse de, bizimkilere karşı
sahiplenme ve ötekileri öteleme duygusu, canlılığını hiç umulmadık zamanlarda
ortaya çıkarabilmektedir.
Bu
ve benzeri olumsuzlukları göz önüne alarak “biz” kavramının alanını oldukça
geniş tutmakta yarar vardır. Bugün “öteki” olarak tanınan birçok insan veya
grupla sayısız ortak değerin var olduğu öğrenildiğinde, ileriki günlerde ortak
yönler ve çıkarlar sayesinde birlik olup “biz” kavramı etrafında buluşmak
zorunda kalındığında müşkül duruma düşülmemiş olunur. Dinsel ya da mezhepsel farklılıklar,
etnik farklılıklar, hatta aynı milletin farklı soyundan/boyundan olduğu hâlde
birbirine sıcak bakmayan grupların, günümüzde olduğu gibi bilinçsizce
oluşturulan ayrılıklar ve gayrlılıkların “biz” ruhu çerçevesinin küçük
tutulmasında oldukça payı vardır. Bunu fırsat bilen emperyal güçler, bütün olan
büyük yapıyı bu sayede kolayca birbirinden ayırarak amaçlarına uygun küçültüp
parçalamak ve kolay hükmetmek amacıyla sanal gruplar oluşturabilmektedirler.
Toplumsal
yapı içinde bulunan çeşitli renk, ırk, din ve mezhep gruplarının ötekileştirilmeden
bir arada ve diri tutulması, ülkenin birlik ve bütünlük içinde kalmasını
sağlar. Bu sayede toplumsal yapının dinamikleri iri ve diri kalarak ülkenin
millî politikasını oluşturur. Türk tarihinin hoşgörü tecrübesi bu konuda takdire
şayan nice güzel tabloyla bezenmiştir.
“Birlikten
kuvvet doğar”
Küçümseme
ve önyargılı bakış açısı, şöyle veya böyle her insanda farklı şekillerde zuhur
edebilmektedir. Önemli olan, insanların benzer olumsuz duygularını frenleyerek
sahiplenici tavır ortaya koyabilmeleridir. Çıkar çevreleri toplumun olumsuz
bakış açılarını iyi tespit edip kullandıkları için, hiç beklenmeyen anlarda
bile çatışmaların çıkabildiğine tarihte şahit olunmuştur ve ne yazıktır ki
günümüzde de benzeri davranışlar yaşanmaya devam etmektedir.
Ötekileştirerek
tepki gösterilen kişi veya grupların, olumsuz yaklaşımlar nedeniyle meselelere
olumlu yaklaşmak yerine daha içe kapanarak keskin çizgilerle birbirinden
ayrılmalarına sebep olabilecekleri hiç hesaba katılmamaktadır. Karşılıklı zıt
tavırların sonucunda küçük detaylar yüzünden ayrı sayılanların, zamanla bir
daha yan yana gelmeyecek kadar farklılık oluşturabileceklerini unutmamak
gerekir. Her şeye rağmen birlikte olmayı, birbirini önyargısız dinlemeyi
becerebilen, birbirlerini anlamaya yönelik olumlu yaklaşım gösterebilen kişiler
veya gruplar, benzer olumsuz duygu ve düşünceleri kısa zamanda terk
edebilirler.
Olumsuz
yaklaşımların önüne geçmek, önyargıları kırmak, olumlu bir iletişim dili kullanarak
tarafları uzlaştırabilen sosyal beceri sahibi olmak önemli bir vasıftır.
Toplumda böyle bir vasfa sahip olmak isteyen herkes sosyal zekâsını geliştirip
olumsuz yönlerini törpüleyerek kaynaştırma gibi önemli bir fırsatı rahatlıkla
yakalayabilirler. Toplumun her kademesinde bunu başarabilen sosyal insanlara,
özellikle kargaşa günlerinde daha fazla ihtiyaç bulunmaktadır. Toplumu
oluşturan bireylerin sosyal ilişkileri, iletişim becerileri, birbirleriyle olan
uyumları yani sosyal zekâlarının ölçüsü kişiler arası uyumu belirleyen önemli bir
unsurdur.
Önyargı,
empatik yaklaşım ve duygusal eğitim yoluyla giderilebilir. İnsanların
birbirlerini kabullenmeleri birçok problemi ortadan kaldıracaktır. Önemli olan,
insanlar arasındaki farklılıkları derinleştirmek yerine, her iki tarafta da var
olan ortak noktalarda buluşmaktır ve bu tercih edilmelidir. Farklılıkların
çeşitlilik, çeşitliliğin ise zenginlik olduğunu bilenler, öncelikle aileden
başlayarak akrabası, komşusu, hemşerisi, vatandaşı gibi benzeri duygularla
bütünleşmeyi, birlikte olmayı kolaylaştıracaklardır.
Olumsuz
kalıpları kırıp sosyal kaynaşmayı ön plâna alan toplumlarda huzur vardır. Bu
sayede “biz” ruhu daha geniş kitleleri kapsar. Huzur ve güven, ayrılıklarda
değil, birlikteliklerde sağlanır. Atalar sözü, “Birlikten kuvvet doğar” der.
Birliktelikler güç oluşturur. Bu güç, insanlar arasında kaynaşmayı ve huzuru
getirecektir. Yeterli güce sahip olan insanlar/toplumlar başkaları için kolay
lokma olmayacaklardır.
“Biz”
ruhunun oluşabilmesi için aidiyet duygusunun gelişmiş olması gerekir. Aidiyet
duygusu kazandırmanın en etkili yolu, milletçe katılım sağlanan bayram ve tören
gibi toplumsal etkinliklerdir. Dinî ve millî bayramlar, milletçe önemsenen
belirli gün ve haftalar, yöresel panayırlar, festivaller ve çeşitli vesilelerle
yapılan şenlikler, önemli toplumsal etkinliklerdir. Etkinliklerin anlamına
uygun yaşanması, toplumu oluşturan kişilerin birbiriyle kaynaşmasını sağlar ve
ortak paylaşım noktaları oluşturur. Bayramlar resmî prosedürü tamamlamak için
değil, toplum bireylerini kaynaştırma amacıyla yapılmalıdır. Halkla bütünleşik
törenler ve kutlamaların yapılması, toplumsal kaynaşmayı sağlayacak ve
pekiştirecektir. Kültürel değerler nasihat yoluyla değil, bizzat yaşanarak
verilmelidir. Toplumsal değerler içeren törenler, daha çocuk yaşta insanların “biz”
duygusu kazanmalarına etki eden önemli faaliyetlerdendir.
Aidiyet
duygusu/biz ruhu insanları bireysel güçlerinin çok üstünde bir güce ulaştırır.
Aksi ise insanları yalnızlığa iter, duygusal olarak güçsüzleştirir, özgüven
kaybı oluşturur. Yeni neslin yalnızlığa itilmesine zemin hazırlayacak,
toplumsal duygu yoğunluğundan yoksun kılacak her tür davranıştan sakınmak,
anne-babaların ve yeni neslin yetiştirilmesinden sorumlu yetkililerin
yükümlülüğüdür.
Biz
ruhunun gelişip genişlemesi, rol model kabul edilen insanların tavır ve
davranışlarıyla, toplum önderlerinin söz ve yaşayışlarıyla yer bulacak, anlam
kazanacak ve insanların toplumsal hafızasını pekiştirecektir. Bu özelliklere
sahip insanlar, günü kurtarma veya bazı çıkarlar uğruna sorumluluklarını heder
etmemelidirler.
İnsan
ölümlüdür, ancak sebep olduğu davranışlar kalıcı olduğu gibi, hiç umulmadık
zamanda yıkıcı olarak ortaya çıkabilir. O takdirde istenmeyen sonuçların önünü
almak kolay olmayacaktır. Toplumsal fayda ve insanlığın ön plânda olduğu
durumlarda atılacak adımları özenle atmakta yarar vardır.