Biz mi gidiyoruz, orası mı çekiyor?

Karadaki hayat, “Hayy” isminin tezâhürüdür. Sudaki ise Hayy’ı da içeren “Muhyî” isminin tezâhürü... Dolayısıyla Muhyî oluşta hem karadaki Hayy, hem de sudaki İhya hâli vardır.

“HER ki cüz mâhî ziâbeş sîr şod/ Her ki bîrûzist rûzeş dîr şod.”

(Suya kanar balıktan gayri ne var?/ Nasipsizin günü uzar da uzar!)

Bu beyitte de Mevlânâ’nın üslûbunun bir özelliği olan sembolik anlatım söz konusudur. Bu beyitte üç ana kavram var: “Su, balık ve nasipsiz”... “Balık”, Hakk âşığını sembolize ediyor, yani Mevlânâ’nın bizatihî kendisini. “Su” ise Cenab-ı Allah’ın mânâ denizidir. “Nasipsiz” de bu denize girmeye korkan, karada yaşayan kimse, yani dostun hâricindeki kişidir.

Karada yaşayan insan, suyu sadece belirli ihtiyaçları için kullanır, içine dalmayaysa korkar. Karadaki için deniz korkutucudur. Denize dalanlar da vurgun yeme korkusu taşırlar. Zaten nefesimiz nedir ki?

Büyük ruhlar balık gibidirler, daima bu denizin içinde yaşarlar. Karadakinin ölümü denizdir, denizdekinin ölümü karadır. İşte burada kara ile denizin cengi vardır. Balığı denizden çıkardığınız zaman karayla cengi vardır. Çünkü çırpına çırpına ölür. Karadakini denize attığınızda suyla cengi vardır, o da orada boğulup ölür.

Anlıyoruz ki Cenab-ı Allah’ın feyiz denizine dalmak, öyle herkesin harcı değil. Balık olmak gerekiyor. Biz hüviyetimizi değiştirmeden, doğrudan insan olarak dalmaya çalışıyoruz, bu sebepten o deniz, bir dakika sonra boğulacağımız bir yer oluyor. Bu noktada ince bir hikmet daha var. Karadaki hayat, “Hayy” isminin tezâhürüdür. Sudaki ise Hayy’ı da içeren “Muhyî” isminin tezâhürü... Dolayısıyla Muhyî oluşta hem karadaki Hayy, hem de sudaki İhya hâli vardır. O yüzden Muhyî ismi, Hayy isminden daha umumî bir çerçeve çizer. Mânâ denizi niçin Muhyî’dir? Çünkü önce bir ölümün vâkî olması gerekiyor. Ama bu manevî bir ölümdür. Yani “ölmeden önce ölmek” meselesi…

İnsan fazla bilgiden ölür mü?

Mutasavvıflar, temel hareket noktası olarak Peygamberimizin (sav) bu hadîsini esas alırlar. “Ölmeden önce ölmek”, aslında balık olma sürecinin yöntemini içerir. Balık olma sürecinde, Musa’nın (as) azığına koyduğu kurutulmuş balıkla iki denizin birleştiği yere gitmesine ve azıktaki balığın niteliğine dair bir işaret de vardır. Ancak bunun nasıl uygulanacağı erbabına malûmdur. Peygamberimiz (sav) böyle demiştir ama nasıl ölüneceğini bunlar uygulamaya koymuş ve göstermişlerdir. Bunu yapmak için önce nefis kategorileri geçilecek, insan dünyayla vedalaşmayı öğrenecek ve insanken balığa dönüşecek, o ummana dalacak!

Bizim gibi sıradan idrâkler için birkaç mânâ kırıntısı tatmîn edicidir. Biz fazla bilgiden korkarız. Zaten fazla bilgiyi alacak yerimiz de yoktur. Bu feyze mazhar olanlardaysa balığın denizde seyri gibi bir şevk vardır. O yüzden sûfîler, içmeyi arttırdıkça daha çok susamaya başlarlar. Hakk’a yaklaştıkça daha çok gurbet hissi duyarlar, iştiyakları artar. Yakınlık, kavuşma arzusunu çok daha kuvvetli bir hâle getirir.

Dünyevî iştiyaklarımızda bile görmek istediğimiz bir şeye yaklaştıkça kavuşma arzusunu daha fazla hissederiz. Zaten kazalar genellikle yaklaşmaya başladıktan sonra olur. Sûfîlerde de Hakk’a yakınlaştıkça O’ndan uzaklaşma endişesi artar. O yüzden “Ayrılıklar! Ayrılıklar!” derler. Çünkü Dostun kokusu gelmeye başlamıştır. Onun manevî meclisine girme isteği o kadar kuvvetli bir hâle geliyor…

Hakk’a yaklaştıkça irade dizgini elden çıkıyor. O noktada manevî murakabeden kurtulup sâfî bir ruh hâline geliyorlar. Akışkan bir şeye dönüşüyorlar. O akışkanlığı ifade etmek için de deniz ve balık motiflerini kullanıyorlar. Burada sûfîlerin birer özge balık olup bir özge denize dalarak Hakk’a doğru gittiklerini görüyoruz. Ancak bu gidişin onların gidişi mi, yoksa gittikleri taraftan çekilişleri mi olduğu izaha muhtaç bir konudur.

“Nasipsiz” kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Hazret, bunlardan “bîrûzist” diye bahsediyor. “Rûz” ya da “rûze” kelimesi, “bir günlük rızık” demektir. Bizim “oruç” kelimesi, “rûze” kelimesinden gelir. Dolayısıyla “bîrûzist” dediği kimselere “nasipsiz” demekte bir beis yoktur.

Nasipsizler için zaman geçmek bilmiyor. Malûmdur ki zaman, izafî bir şeydir; gam ve kedere düştüğünüzde geçmek bilmez, mutlu olduğunuzdaysa ardından yetişemeyiz. Burada Mevlânâ şunu söylüyor: “Feyiz deryâsına dalan ve balık mesabesinde olan velîler, aslında şevk içerisindedirler. O denizde olmaktan dolayı mutludurlar. Burada mutlu olduklarından dolayı da zaman, bu insanlar için bir an mesabesindedir.”

Tasavvufta şöyle bir ifade vardır: “Sûfî, ‘ibnü’l-vakt’tir.” Yani sûfî, zamanın çocuğudur. Zaten gerçek olan zaman algısı da budur. Zaman ne geçmiştir, ne gelecektir; sadece içinde bulunulan andır. Dolayısıyla bizim için hakikî zaman, şu içerisinde bulunduğumuz andır. Demek ki Mevlânâ’ya göre sûfî için, mürşit için, Hakk’ın feyiz denizine dalan balık için zaman, bir an kadardır.

Fakat hicran geldiğinde, Hakk ayrılığı başladığında zaman birdenbire genişler ve asırlar gibi gelir. Kavuşmaysa yine bir andan ibarettir. Hâliyle sûfîlerin zaman algıları hem nâmütenâhî bir genişliğe, hem de o nispette bir daralmaya tekabül eder. Onların “an” demesine aldanmamak gerekiyor. Sûfîlerce zamanın hiçbir dilimi için “Öf!” denilmez, zira hepsi de nîmettir.

 

Bizim gibi sıradan insanlar için, hayatın sıkıntılar getirmesi nedeniyle, onu uzayıp giden bir boyutta algılamak kaçınılmazdır. Buna bazen o kadar takılırız ki yaratılış gayemizi bile fark edemeyiz. Yapılması gereken şey, o “an bilinci”ne kavuşmaktır. Ancak bu bilinç, aşamalardan geçmedikçe ele geçirilesi bir şey değildir.

Rızıksızlık, aslında aşksızlığa da işaret eder. Aşktan mahrûm olanlar, Cenab-ı Hakk’ın feyzinden mahrûm kalanlar için yeme içme yoktur. Aslında onlar ne yemiş, ne de içmişlerdir. Zira hakikî ekmeği ve suyu tatmamışlardır. Bizim yaptığımız, fânî olanı tatmaktır. Sûfîlerse Bâkî Olanın peşindedirler. Biz ölümsüzlük suyunu içmediğimiz için tadını bilmeyiz, o yüzden karada kalıp bu denize dalamayanlar, hakîkatte yiyip içmiş değillerdir.

Hakk’ın aşk denizine dalma yeteneği kazanmış olan mürşitler ve onların eteğinden tutmuş olanlar, yemeyi içmeyi bilenlerdir. Onlar asıl feryadı, bu feyiz sofrasından kalkma korkusuyla atarlar. Bazı durumlarda, kişi bu sofranın bir feyiz sofrası olduğunu fark edemeyebilir. Maide Sûresi’nde anlatılan hâdise budur. Hazreti İsa’nın (as) etrafında olan insanlar, İlâhî bir hîbe olarak gelen sofradan ceplerini de doldurmaya çalışmışlardı hani, Hazreti İsa, “Bu sofra dâimdir!” dediyse de onlar dilenci gibi sofra artığı toplamışlardı. Yani onlar kara insanı idiler. Oysa deniz insanı olsalardı böyle bir şeye tevessül etmeyeceklerdi.

“Hamdım, piştim, yandım!”

“Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm/ Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm.” (Anlar mı hiç pişmişin hâlinden ham?/ Sözü kısa kesmelidir vesselâm!)

Hazret (ks) diyor ki, “Biz bu hakîkatleri ne kadar anlatırsak anlatalım, ham olan, ruhu sığ olan kişi bundan hiçbir şey anlamayacaktır. Biz bu mânâları hikmet emziğinden alıyoruz, ama bu mânâlar ham kişinin midesine girdiğinde onun mizacını bozuyor ve ham kişi daha süflî, daha acınacak bir hâle geliyor”.

O yüzden bu hâlis mânâyı yedi imbikten geçirip bir ham kişinin ağzına koysanız, “Ne kadar berbat bir tadı var!” diyecektir. Ham ruhlu olanlar, pişmişin hâlinden asla anlamazlar! Ateşin yaktığını bilmek ayrı bir şeydir, ateşte yanmak ayrı. Parmağın ateşe değmesindeki idrâk ile ateşin yaktığını bilmekteki idrâk arasında fark vardır. Buradaki ateş, aşk ateşidir. Mevlânâ bütün hayatını üç kelimede özetler: “Hamdım, piştim, yandım!”

Hamlık safhasında kalan için ne pişmek vardır, ne yanmak. Ocağın etrafında ısınmak kolaydır, ama ocaktaki ateşin kendisi olmak zordur. Yanmak ve varlığını bir başkası için, başka bir anlam için feda etmek çok ayrı bir şeydir. O yüzden ham olanlar bunu anlamayacaklardır. Anlamadıkları için de diyor ki Hazret, “Sözü uzatmayın, kısa kesin ki, sözü kendisi için söylediklerimiz meseleyi alıp götürsünler!”. Mevlânâ, “Sözü kısa kesmelidir!” diyor ama ardından 26 bin beyit söylüyor. Bunun hikmeti şu olsa gerektir: Ham ruhlar için fazla söze gerek yoktur, pişenler içinse söz uzatıldıkça uzatılmalı. Zira onlar bu feyiz denizine dalacaklardır ve onlar için açlık ve susuzluk süreklidir.