Biz kimiz?

Mezarda en geç çürüyecek organımız olan kalbimizde kine yer vermeyelim, kalp kırmayalım. İyilik ve güzellikleri çoğaltalım, çoğalttıklarımız bize yarenlik etsinler hem dünyamızda, hem ahiretimizde.

KÂİNATI tanımak, kendisini var edenin varlığı ile tanışmakla birlikte başlar ve kendisini keşfetmesiyle devam eder. Bu tanışma ve keşif, yaşam mücadelesini besleyen ve aynı zamanda dengeleyen iki önemli parametredir.

“Hatemü’l-Enbiya” sıfatı ile Son Peygamber’in irşat ve tebliğ sırasında kullandığı, aslını koruyarak günümüze kadar ulaşan Son Kitap Kur’ân-ı Kerîm’e yüz değdirenler, hilkatin gizemine dair ipuçları ile sıklıkla karşılamışlardır.

O kitabın ve kâinatın yegâne sahibi olan Yüceler Yücesi, Kendisinden bahsederken yine sıklıkla “Biz” ifadesini kullanır. Her ne kadar kudretine atıfta bulunmak için “Ben” deme hakkına sahip olsa da “Biz” demeyi tercih etmesi oldukça manidardır.

Buna rağmen, böylesi sınırsız bir kudretin sahibi tarafından yaratılan insanoğlu, ilginçtir, bir davulun çıkardığı “dum dum” melodisine eşlik edercesine “Ben” demeyi yeğliyor.

İşte bu yazımıza başlık olan “Biz kimiz?” sorusuna cevaplar aramaya çalışacağız. Daha doğrusu, bir egzersiz çalışması gerçekleştireceğiz. Hazırsanız, kendimizle yüzleşmeye başlayalım ve “Biz kimiz?” sorusuna cevaplar arayalım…

Ben bir pıhtıyım.

Ömür serüvenimiz bir pıhtı ile başladığına göre “Ben bir pıhtıyım” itirafı ile cevaplara başlamak da bir o kadar doğru bir yaklaşım olsa gerek. Kutsal metnimizde sayısız ayette tarif edilen pıhtı için kimi tefsirciler “çamur/balçık” ifadesini kullanırken, kimisi de “pıhtılaşmış kan” dedi. İlim erbabı ise “Pıhtılaşmış kanda hayat olmaz” öngörüsünden yola çıkarak insan ağzının içindeki tükürükten 8 kat daha temiz olan bir “sperm” olduğunu ve embriyo olarak adlandırılması gerektiğini öne sürdü. Ama ortak paydamız bir damladan ibaret olduğumuzdu ve biz bir pıhtıdan ibarettik. Yolculuğumuz öyle başladı.

Ben bir ceninim.

Bütün canlıların hayata tutunması için gereksinim duyduğu bir karın boşluğunda, bir kabuk ya da çeper içinde başlayan ve doğum anına kadar süren yolculuğu sırasında kullanılabilir bir ifadedir “cenin”. Beş duyu organım, ellerim, kollarım, ayaklarım ve kafam belirginleşiyor, günden güne şekilleniyorum.

Ben bir bebeğim.

Bekleme peronundaki dokuz ay on günlük sürem nihayet tamamlandı. Eşref-i mahlûkat olarak gün yüzüne çıkan bir bebeğim ben. Anne karnındaki “vav” hâlinden “elif”e doğru evrileceğim milât başlıyor. Dünyaya geldiğim için mi ağlıyorum bilmiyorum ama etrafımdakiler sevinç çığlıkları atıyor. Emekliyorum, yürüyorum, koşuyorum ve konuşuyorum.

Ben bir çocuğum.

Kucaktan kucağa gezmesem de hâlen sevilen, korunan bir çocuğum. Kalem tutan parmaklarım, çanta taşıyan ellerim öpülüyor. İstediklerim eksiksiz yerine getiriliyor. Şımarıyor, şımartılıyorum. Kırıp döktüklerimden dolayı da yargılanmıyorum. Hoş görülüyorum.

Ben bir gencim.

En deli çağımdayım; heyecanımın, hayâllerimin ve umutlarımın olduğu, uğruna ser vereceğim arkadaşlarım ve sevdalarımla konuşulan deli zamanlardayım. Yarının nesliyim; kâh bayrak emanet ediliyor, kâh ülkü. Bırakılan her mirasın ağırlığını omuzlarımda olabildiğince hissediyorum.

Ben olgun biriyim.

Kırklı yaşlara ulaşıyorum. Eşim ve çocuklarım var. Dün bana kol kanat gerenlerin makamındayım. Bu yüzden olsa gerek, dünü daha iyi anlıyorum. Dünde kalan hatalarımı, pişmanlıklarımı daha net görüyorum. Keşkelerimi dillendiriyorum. “İyi ki”lerimi sayıyorum. Zamanın su gibi aktığını iliklerime kadar hissediyorum. Her mevsimi kendi bedenimde yaşıyor, takvim yaprakları gibi ömür defterimi azaltıyorum.

Ben bir yaşlıyım.

Ağaran saçlara takılmıyorum eğilen belimi görünce. Koşamamaktan şekva etmiyorum elimdeki bastonun yarenliğine şahitlik edince. Ne çok yük taşıdığımı, ne çok derdi bugünlere ulaştırdığımı fark ediyor ve nedametimi sorguluyorum. Artık kalmak ve tutunmak için değil, mücadelesini yitirmiş, ebedî yarınlar için birikim yapmanın peşindeyim. Tabiî becerebilirsem, daha önemlisi de sağlığım el verir ve zaman kâfi gelirse…

Ben bir ölüyüm.

İlk nefesin dinginliği, yerini zayıflayan nefeslere bırakmış. Tenha bir yalnızlık kuşatmış bedenimi. Ben suskunum ama bu sefer etrafımdakiler ağlıyor. Başka bir âleme girmek için kapının aralanmasını bekliyorum. Ve bir buhurdanlık kokusuyla giriyorum o kapıdan. Karşılayanlardan ve sorularından bahsetmek yerine ikinci bir şehrahın aralanmasını umuyorum. Umut doluyum. Merhamet ve şefaat bekliyorum Yüceler Yücesi ve Habibinden. Bana ait olan amellerin yetmeyeceğinden endişeliyim.

Ben toprağım.

Geldiğim yerdeyim. Kendi topraklarımda… Âdem’den kalma yurdun yağmur kokusu sinmiş toraklarına karışıyor pıhtışılan kanım, kemiğim, saçlarım ve dişlerim. Dört yıl içinde çürüyüp gittim. Ne güzelliğim kaldı, ne de zenginliğim. Kibre, gurura sevk eden mal mülk, makam yanımda değil, ceplerim, param pulum yok. Üstelik bana faydası da yok. Sahi, beni seven arkadaşlarım, dostlarım neredeler?

Geldik ve gidiyoruz…

Oysa biz gitmekle mükellefiz. Bize ötede lâzım gelen amellerle, hayır hasenat ile gidelim. Geride bıraktığımız kubbede yankılanacak güzel sözlerimiz, nasihatlerimiz olsun. İnsanlığın faydasına hizmet edecek işlere imza atalım; yazdıklarımız, çizdiklerimiz, konuştuklarımız bir bütünlük arz etsin ve bizim gibi çürümesin. Kendimizi değil, eylem ve söylemlerimizi büyütelim.

Mezarda en geç çürüyecek organımız olan kalbimizde kine yer vermeyelim, kalp kırmayalım. İyilik ve güzellikleri çoğaltalım, çoğalttıklarımız bize yarenlik etsinler hem dünyamızda, hem ahiretimizde. Biz fâniyiz; geldik, gidiyoruz.