BU evrenin öznesi
insandır. Evrende insan olmasaydı, dünya, haneleri boşalmış metruk bir kasaba
gibi olurdu. Evrende insanın hesaba katılmayacağı hiçbir iş yoktur da
denilebilir. Dolayısıyla bu yazının özü de insandır. İnsan, karmaşık bir
varlıktır. Bu bağlamda insanı anlamak ve çözmek zordur.
Bir
insanın çalışma temposunun düşmesi, kendini sürekli yorgun, halsiz ve bitkin
hissetmesi, hayatı anlamsız bulması, çevresine yabancılaşması, hiçbir şeyden
keyif alamaması ve heyecan duyamaması “tükenmişlik” olarak ifade edilmektedir.
Bunları sürekli yaşayan bir kimse, çatışmacı veya içine kapanmış, mutsuz bir
kişi olarak hayata tutunmaya çalışır. Bu durumdaki insanlar için hayat, bazen
yaşanması zor bir işkenceye de dönüşebilir.
İlk
insan topluluğundan günümüze kadarki her devirde çeşitli sıkıntılarla
karşılaşan ve o sıkıntıları bir şekilde aşmaya çalışan insan da yine aynı
insandır. Dünya döndüğü müddetçe, bundan sonra da sıkıntılar, stresler olacak
ve insan bunlardan kurtulmanın yollarını arayacaktır. İnsan, mutluluğu
yakalamaya çalışan ve sürekli onun peşinde koşan bir varlıktır. Ancak bunu
herkes yakalayamamaktadır. Doğrusu çoğu insan, onu nasıl yakalayacağını da bilememektedir.
Yoğunlaştıkça
mutsuzlaşan insan
Sade
bir hayattan karmaşık bir hayata geçişle insanın mutsuzluğu daha da arttı.
Sanayileşme, büyük şehirlerin oluşması ve teknolojinin hayatımıza girmesiyle
huzurumuzu kaçıran etkenlerin de arttığı bir gerçektir. Sanayileşme ve
teknoloji, hayatımıza birtakım kolaylıklar getirirken birtakım stres ve gerilimleri
de beraberinde getirdi. Teknolojik gelişmelerin karşısında duramayacağımıza ve
dışında da kalamayacağımıza göre, teknoloji ve hayat arasında orta bir yol
izleyerek denge kurmak zorundayız.
Biz
insanlar, madde ve mana boyutu olan sosyal varlıklarız. Çevremizle sürekli
iletişim halindeyiz. Bu çerçevede olumlu olumsuz, iyi kötü, doğru yanlış, güzel
çirkin her tür davranış ve olaylarla karşılaşıyoruz. Bunlardan iyi, doğru ve
güzel olanlar ruh dünyamızda olumlu etkiler bırakırken, kötü, çirkin ve yanlış
olanlar ise olumsuz bir iz bırakmaktadır.
Karşılaştığımız
bütün olumsuzluklar ruhumuzu iğneliyor ve sinirlerimizin kasılması veya
gerilmesiyle yüz mimiklerimize kadar yansıyor. Dışa yansımanın yanında,
bunların her biri iç dünyamıza demir atıp kalıyor. Yaşanan olumsuzlukları kendi
kendimize tamamen yok edemiyor, birtakım çabalarla ya zararsız hale getirmeye
çalışıyor ya da iç dünyamıza gömerek üstünü örtüyoruz. Maalesef hiçbir şey yok
olmuyor, ancak şekil değiştirerek kamufle oluyor. Fırsatını bulduğu zayıf bir
anımızda gün yüzüne çıkıyor.
Allah,
insanlara müthiş bir denge koymuştur. Bu dengenin bozulmasıyla dengesiz
insanlar ortaya çıkıyor. İnsanın maddi ve manevi iki yönünün olduğunu yukarıda
belirtmiştik. Maddi tarafımızı fiziki ve biyolojik yapımız oluşturur. Ruhi
tarafımızı ise inanç ve içsel yaşadığımız yapısal, deruni fıtratımız oluşturur.
Maddi boyut hava, su ve gıdalarla beslenerek devam eder. Manevi boyut ise dua
ve ibadet gibi ruhu besleyen yüksek değer ve davranışlarla gıdalanır, bunlarla
gelişir ve anlam kazanır. İster maddi, ister manevi açıdan olsun, gıdasız kalan
insanın zayıflaması kaçınılmazdır. Zayıf olan insanların da üzüntü, stres ve
sıkıntı gibi insanı içten çökerten olumsuzluklar karşısında teslim olması daha
kolaydır. Dolayısıyla bu dengeye dikkat etmemiz gerekir.
Eğer
maddi ve manevi açıdan zayıf değilsek, karşılaştığımız sıkıntılardan daha çabuk
sıyrılabiliriz. Kur’an’ın mesajlarında ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında
Allah’a inanan bir insanın üzüntüye saplanıp kalma yerine kendini toparlayarak
-dengeyi kurarak- işine bakması telkin edilmektedir.
Maddi ve manevi yapımız gereği bizler, kimi zaman neşelenir, kimi zaman kederlenir ve üzülür, kimi zaman da karşılaştığımız sıkıntı ve üzüntülerden kurtulmak için bir teselli ararız. Bizi rahatlatacak bir teselli kaynağı bulabilirsek, çabucak kendimize gelir ve toparlanırız. İçsel yaşadığımız sıkıntı ve engellenmelerde çevremizden gelecek bir olumlu mesaj çok önemlidir. Bunu, Peygamberimiz’in ashabına bizzat uyguladığını görüyoruz. O, zaman zaman sahabelerini teselli etmiştir.
Yapamayacağını
yüklenme!
Biz
insanlar, her yönüyle sınırlı, aynı zamanda da sorumlu varlıklarız. Sorumluyuz,
çünkü bilinçliyiz. Bizim gücümüz, görmemiz, duymamız ve aklımızın hepsi
sınırlıdır. Dolayısıyla üstesinden gelebileceğimiz ve gelemeyeceğimiz işler
vardır. Herkes her işi yapamaz. Herkesin her işi yapması da gerekmez.
Hepimizin
birbirimizden farklı yetenekleri vardır. Birimiz fen dalında, diğerimiz sosyal
alanda iyi olabiliriz. Bir başkası da güzel konuşabilir veya güzel yazı
yazabilir. Bunların hepsi sanatsal, güzel yeteneklerdir. Bir kişi kendi
kabiliyetine bakmadan, “Bunların hepsi bende olsun” diye ısrarcı olursa ve eğer
o alanda yeteneği de yoksa büyük sıkıntı çeker. İçine girdiği sıkıntı, hazır
yapabileceklerini de olumsuz etkiler. Sonunda kendi yetenek ve kabiliyetini
tanımadığından bir engellenme ile karşılaşır ve mutsuz olur.
Kendi
kabiliyet ve yeteneklerimizin farkında olup bizi aşan işlere soyunmamalıyız. Yapamayacağımız
işlere “Hayır!” demesini bilmeliyiz. Aksi halde hüsrana uğrarız; başarısız ve
mutsuzluk yoldaşımız olur. Kendimizin farkında olmalıyız.
Sevgili
Peygamberimiz’in uygulamalarına baktığımızda, etrafındaki insanlara hayata
tutunma, normal işlerine devam etme ve üzüntü girdabından çıkarma adına moral
desteği verdiği ve onları şevklendirdiği anlaşılıyor. O sahabelerinden,
eşlerinden ve çocuklarından bazılarını teselli etmiştir. O’nun bu uygulaması,
toplumsal mutluluğu yakalamada önemli bir veridir.
Teselli
kıymetlidir
Boş
bir avuntu değildir teselli. Teselli, insanı içinde bulunduğu buhranlı durumdan
normal haline getirme çabasıdır. Biz insanlar üzüntü, stres, sıkıntı ve korku
gibi olumsuzluklar karşısında duygusal yoğunluk yaşadığımız zaman normal
hayattaki aktivitemizi kaybederiz. Bu girdabın dışına çıkamazsak, en sonunda
tükenmişlik hali belirmeye başlar. İşte teselli, tükenmişlik haline girmeden
normale dönmek için bir çıkış kapısı aralamaktır.
Normal
evsafa sahip olan hiçbir insan mutsuz olmak için çalışmaz. Bizim nihai amacımız,
(dünya/ahiret) mutlu bir hayat yaşamaktır. Yaptığımız bütün iş ve uğraşlarımız,
mutluluğu yakalamak için birer araçtır. Aslında mutluluk ve mutsuzluk biraz da
hayata bakış açımızla alakalıdır. Biz hayata pozitif pencereden bakarak mutlu
olmak için pek çok sebep görebiliriz. Örneğin gözümüzün birini kaybettiğimizde,
“Şükür diğeri sağlam” şeklinde duruma yaklaşırsak mutlu olabiliriz.
Olaylara
negatif pencereden bakarsak, üzüntü ve strese sebep olacak birçok neden
bulabiliriz. Örneğin ayakkabımız eskidiğinde bundan mutsuz olabilir ve strese
girebiliriz. Hâlbuki “Ayakkabım eski ama çok şükür ayaklarım yerinde” şeklinde
düşünebilirsek o stresi yaşamayız. Bu yaklaşımların ikisi de mümkündür. O zaman
bizim bunlardan birincisini tercih etmemiz, yani olumlu bakmasını ve
düşünmesini, dolayısıyla şükretmesini öğrenmemiz gerekir.
İslam
ve olumlu düşünce tavsiyesi
Olumlu
düşünme ve görme, öğrenilebilir bir beceridir. Dinimiz bize bunu tavsiye
ediyor. Bu bağlamda İslam, inananları olumlu düşünmeye özendiriyor. Örneğin
Peygamberimiz bir hadislerinde söyle buyurmuştur: “Allah
(meleklerine), ‘Kulum bir iyilik yapmayı aklından geçirir de yapamazsa, onu bir
iyilik olarak yazın. Şayet o iyiliği yaparsa, onu on kat olarak yazın’
buyurur.”[i]
İyi
ve güzel bir iş yapmak istesek, fakat bazı nedenlerden dolayı onu yapamasak, o
samimi düşünce bile bize sevap kazandırmaktadır. Görüldüğü gibi burada, müspet
düşünce özendirilmektedir. Eğer biz olumlu düşünebilirsek, etrafımıza olumlu bakar,
olumlu şeyler görürüz. Bu pozitif bakış açısı bize huzur ve mutluk verir.
Yine
Peygamberimiz, “Güzel bir söz sadakadır”[ii] veya “Her iyilik bir sadakadır”[iii]
buyurarak, bizleri güzel söz söylemeye ve iyilik yapmaya teşvik etmiştir.
Birine iyilik yaptığımızdan veya güzel bir söz söylediğimizden dolayı Allah’ın
vereceği karşılık ayrı; asıl dikkat çekmek istediğim, söylediğimiz söz veya
yaptığımız iyiliğin karşımızdaki kişi üzerinde bırakacağı olumlu tesirdir.
Bir
toplum düşünün, insanlar birbirini güler yüzle selamlıyor, birbirine iyilikte
bulunuyor ve birbirine güzel sözler söylüyor. Böyle bir toplumda sıkıntısı olan
bir insanın sıkıntıları, yerini huzur ve mutluluğa bırakmaz mı? Peygamberimiz’in
bu tür sözlerine kulak veren insanlar, hayata hem pozitif bakar, hem de
mutsuzluk çukuruna kolayca düşmezler. Bir yönüyle “İslam, hayatı güzel yaşama
sanatıdır” denilebilir.
Bizim
robot gibi mekanik bir yapımız yoktur. Duygu, düşünce ve irademiz vardır. Zaman
zaman sıkıntı ve üzüntülerle elbette karşılaşacağız. Bu, insan olmamızın bir
gereğidir. Böylesi durumlarda göstereceğimiz sabır ve alacağımız destekle (dua,
ibadet, terapi) ondan hasarsız kurtulabiliriz. Sıkıntımızı samimi bulduğumuz
bir dosta açarak da rahatlayabiliriz.
Sıkıntının
belli bir dönemi vardır ki o süreçte kilitlenir kalırız ve aklıselim ile
düşünemeyiz, işte bu süreci atlatmak için birinin desteğine ihtiyacımız
olabilir. Bu süreci atlattıktan sonra daha sağlıklı düşünerek, kendimiz bazı
çözüm yolları üretip çıkış yolları bulabiliriz. Bu süreci atlatamadığımız zaman
problemin derinleşmesi ve bizi ümitsizliğe doğru sürüklemesi söz konusudur.
Allah korusun, böyle durumlarda insan tükenmişlik yaşar ve girdiği karanlık
tünelde hiçbir ışık göremeyerek kendini yok etmeye, yani intihara yönelebilir.
Bu duruma sürüklenmememiz için sohbet meclislerimiz, samimi arkadaşlarımızla
belli zamanlarda bir araya gelmemiz gerekir. Çünkü bir taraftan sürekli deşarj
olurken, bir taraftan da şarj olmamız önem arz eder. Bu bağlamda derdimizi
açabileceğimiz samimi dost ve arkadaşlar, nasihat eden, teselli veren bilge
kimseler, stres ve sıkıntılarımızın sigortasıdırlar.
Allah,
Peygamberimiz’i karşılaştığı bazı sıkıntılar karşısında teselli etmiş, üzüntüyü
bırakıp işine devam etmesini istemiştir. O, Elçisi’ni üzüntülerle baş başa
bırakmamış ve onu tükenmişliğe terk etmemiştir.[iv] Onu
her zaman desteklemiştir. Peygamberimiz de bu metodu çevresindekilere uygulamış
ve onların hayattan kopmalarına izin vermemiştir.
Bizim bir günümüz, ayımız veya yılımızın aynı olmadığı gibi, hayatımız da sonuna kadar aynı değildir. Çünkü biz insanız…
[iv] “Andolsun ki senden önceki peygamberler de
yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen
sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini
(kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin
haberlerinden bazısı sana da geldi.” (En’am, 34. ayet) .“(Resûlüm!) Eğer seni
yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık
mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla
itham edildi.” (Âl-i İmran, 184.)