GEÇENLERDE bir arkadaşımla
telefonda hasbihal ediyoruz, “Nasılsın?” ile başlıyor sohbet. Ses tonum yakayı
ele verdiğinden olacak ki, “İyiyim” cevabını beklemeden devam ediyor telkin ve
tavsiyelerine…
Söz,
“önceliklerime” dayanıyor. Sıralıyorum annemi, kardeşlerimi, evlatlarımı,
arkadaşlarımı… Bir kez daha müdahale ediyor ve “Önceliğimiz kendimiz olmalı”
diyor. İrkiliyorum! O daha ileriye gidiyor: “Dünyada hiçbir şey bize ait değil,
evlatlarımız bile…”
İrkilmeyi
bırakıyorum; daha doğrusu, bedenim ve aklım dayanışma içine giriyor, irkilme
cepheden çekiliyor.
“Hani
uçakla yolculuk yaparken, hosteslerin ‘Tehlike anında önce kendi can
yeleklerinizi giyin ve maskelerinizi takın, sonra da çocuklarınızınkini’ demesi
gibi mi?” diyorum, gülüyor ve “Evet, tam da bu!” diyor.
Tesirinden
çıkamamış olmalıyım ki bu haftaki yazıma kaynak oldu.
Sahi,
bize ait olan ne vardı şu üç günlük dünyada? Sırtımızdaki heybeye koyup yük eylediğimiz
ve öteye taşıdığımız, “amel” başlığındaki hatalarımız, kabahatlerimiz, ihmâllerimiz,
vefasızlıklarımız yani günahlarımızın yanında az da olsa iyiliklerimiz, hayır
hasenatımız, tabir-i diğerle sevaplarımız dışında neyimiz var?
Ayağımız
takıldı, düşüp kaldık. Gözümüz ilişti, ihtişamına kapıldık. Oysa dünya muvakkat
bir yurt. Öteye azık toplamak için çokça imkân varken, heba ettiğimiz bir zaman
mefkûremiz, yitirilen gençliğimiz ve sıhhatimiz var. O yüzden, giden ve geride
kalan her şey kıymetli burada; ayna çatlatan güzelliğimiz, kıskandıran
zenginliğimiz, kibirlendiren mâkâmlarımız, şımartan rütbelerimiz…
Velhasıl,
bize ait ne varsa hepsi birer imtihan vesilesi.
Bize
ait olduğunu düşündüğümüz ne varsa, zamanla elimizden alındığını asırlardır
görmekte olmamıza rağmen, bir kez olsun “irkilme” yaşamadan dünyadan
uğurlanıyor olmak, ne büyük bir ders!
Bize
ait nur yahut bize ait kir ile ikinci diriliş kapısından girmek ve kutsal metinlerin
“Taç Mahal’i” hükmündeki Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Biz” ibaresinin öznesine ve
O’nun vazifeli meleklerine “ben” merkezli hesap vermek, verebilmek…
Zorluğunu
ve çetin oluşunu elbette kestirmek imkânsız ama havf ve reca arasında bulunan
müminin umduğu mükâfata ve rızaya kavuşması, korktuğundan da emin olması, bize
sunulan müjdeler arasında yer almaktadır.
Kimden?
Elbette Kendi kitabında, Kendinden bahsederken bile “Biz” diyerek bize mesajlar
sunan Yüceler Yücesinden…
Duvardan
indirip açsak, açmakla kalmayıp okusak ve amel etsek, “Biz”den bize ulaşan
mesajların tümünü görecek ve felaha erişmiş olacağız.
Şayet
bunu başarabilirsek, musallada yuyulmak, bir teferruattan ibaret olacak. Zira O’nun
kurnasında yıkananlar, ne kire, ne de kibre bulaşırlar. Öteye de pirüpak giderler…