Biz’den bize mesaj var!

Ayağımız takıldı, düşüp kaldık. Gözümüz ilişti, ihtişamına kapıldık. Oysa dünya muvakkat bir yurt. Öteye azık toplamak için çokça imkân varken, heba ettiğimiz bir zaman mefkûremiz, yitirilen gençliğimiz ve sıhhatimiz var. O yüzden, giden ve geride kalan her şey kıymetli burada; ayna çatlatan güzelliğimiz, kıskandıran zenginliğimiz, kibirlendiren mâkâmlarımız, şımartan rütbelerimiz… Velhasıl, bize ait ne varsa hepsi birer imtihan vesilesi.

GEÇENLERDE bir arkadaşımla telefonda hasbihal ediyoruz, “Nasılsın?” ile başlıyor sohbet. Ses tonum yakayı ele verdiğinden olacak ki, “İyiyim” cevabını beklemeden devam ediyor telkin ve tavsiyelerine…

Söz, “önceliklerime” dayanıyor. Sıralıyorum annemi, kardeşlerimi, evlatlarımı, arkadaşlarımı… Bir kez daha müdahale ediyor ve “Önceliğimiz kendimiz olmalı” diyor. İrkiliyorum! O daha ileriye gidiyor: “Dünyada hiçbir şey bize ait değil, evlatlarımız bile…”

İrkilmeyi bırakıyorum; daha doğrusu, bedenim ve aklım dayanışma içine giriyor, irkilme cepheden çekiliyor.

“Hani uçakla yolculuk yaparken, hosteslerin ‘Tehlike anında önce kendi can yeleklerinizi giyin ve maskelerinizi takın, sonra da çocuklarınızınkini’ demesi gibi mi?” diyorum, gülüyor ve “Evet, tam da bu!” diyor.

Tesirinden çıkamamış olmalıyım ki bu haftaki yazıma kaynak oldu.

Sahi, bize ait olan ne vardı şu üç günlük dünyada? Sırtımızdaki heybeye koyup yük eylediğimiz ve öteye taşıdığımız, “amel” başlığındaki hatalarımız, kabahatlerimiz, ihmâllerimiz, vefasızlıklarımız yani günahlarımızın yanında az da olsa iyiliklerimiz, hayır hasenatımız, tabir-i diğerle sevaplarımız dışında neyimiz var?

Ayağımız takıldı, düşüp kaldık. Gözümüz ilişti, ihtişamına kapıldık. Oysa dünya muvakkat bir yurt. Öteye azık toplamak için çokça imkân varken, heba ettiğimiz bir zaman mefkûremiz, yitirilen gençliğimiz ve sıhhatimiz var. O yüzden, giden ve geride kalan her şey kıymetli burada; ayna çatlatan güzelliğimiz, kıskandıran zenginliğimiz, kibirlendiren mâkâmlarımız, şımartan rütbelerimiz…

Velhasıl, bize ait ne varsa hepsi birer imtihan vesilesi.

Bize ait olduğunu düşündüğümüz ne varsa, zamanla elimizden alındığını asırlardır görmekte olmamıza rağmen, bir kez olsun “irkilme” yaşamadan dünyadan uğurlanıyor olmak, ne büyük bir ders!

Bize ait nur yahut bize ait kir ile ikinci diriliş kapısından girmek ve kutsal metinlerin “Taç Mahal’i” hükmündeki Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Biz” ibaresinin öznesine ve O’nun vazifeli meleklerine “ben” merkezli hesap vermek, verebilmek…

Zorluğunu ve çetin oluşunu elbette kestirmek imkânsız ama havf ve reca arasında bulunan müminin umduğu mükâfata ve rızaya kavuşması, korktuğundan da emin olması, bize sunulan müjdeler arasında yer almaktadır.

Kimden? Elbette Kendi kitabında, Kendinden bahsederken bile “Biz” diyerek bize mesajlar sunan Yüceler Yücesinden…

Duvardan indirip açsak, açmakla kalmayıp okusak ve amel etsek, “Biz”den bize ulaşan mesajların tümünü görecek ve felaha erişmiş olacağız.

Şayet bunu başarabilirsek, musallada yuyulmak, bir teferruattan ibaret olacak. Zira O’nun kurnasında yıkananlar, ne kire, ne de kibre bulaşırlar. Öteye de pirüpak giderler…