“Biz, burdan gitmeye geldik!”

Açın ağzınızı ama yummayın gözünüzü ve “Ben gitmek için geldim dünyaya” deyin. Ve gidene kadar güzel yaşayın. İyi şeylere imza atın. Güzel yâd edilin. Çünkü ömür gerçekten kısa. Zaman bir olma ve yaraları sarıp sarmalama zamanıdır. Zaman birbirimizi anlamama ve ağırlama zamanıdır. Zaman, dünde kalan değil, yarına aktardıklarımızdır. Zaman birbirimize seslenme ve birbirimizi dinleme zamanıdır.

YÛNUS Emre’nin asırlar evvel tek bir satırla dile getirdiği hakikati yazımızın başlığında tekilden çoğula çevirerek kullandık.

Gitmek için geldiğimiz bir yer değil mi bu yurt? O hâlde nedir bunca hırs, bunca tamah, bunca öfke ve bencillik?

Söyleyin, al bayrağa ve başörtüsüne uzanan elleri daha kaç kez kıracağız? Daha kaç kurtuluş mücadelesi verecek ve daha kaç kez düşmanı denize dökeceğiz?

Demokrasiyi akamete uğratan darbelerin, muhtıraların, soğuk süreçlerin ve bildirilerin altında ezilme korkusunu daha kaç kez yaşayacağız?

Daha kaç kez enflasyon canavarına, fırlatılan bir yazarkasaya yenilecek ve fakir düşecek, küresel sermaye karşısında el pençe divan duracağız?

Peki, hiç saydınız mı maden ocaklarında kömürle kömür olup yan yana yatanları? Ya da aklınızda mı onlarca canın teneşirle buluşmadan sele sürüklendiği afetleri, binlerce yıllık geçmişiyle insanoğluna oksijen salınımı yapan yemyeşil ormanların içindeki canlılarla birlikte bir kıvılcıma mağlûp olduğu?

Sahi, hiç düşündünüz mü dünden bugüne karanlık emellere kurban verilen faili meçhul cinayetleri, masumları ana babasından, eşinden evladından ayıran bombalı saldırıları?

Bir kez daha fırsat verecek miyiz düşmanlarımızın sınırlarımızdan geçerek yeni bir işgale kalkışmalarına yahut aynı sınırlardan milyonlarca mültecinin geçerek demografik yapımızı değiştirmelerine?

Kaçınız hatırda tutuyor bölücü bölgeci terör örgütlerinin zümrüt yeşili ovalarımızda, dağlarımızda hâlâ cirit attığını, müttefiklerimizin (!) attığı kemikle beslendiğini, on binlerce kahramanın vatan toprağını korumak uğruna şehadete koştuğunu, o kahramanlar sayesinde hayatımızı idame ettirdiğimizi?

Bayraksız ve sınırsız bir dünyayı hayâl edenlerin AIDS, SARS, Kırım Kongo kanamalı ateşi, kuş gribi, MERS, Covid-19, maymun çiçeği virüsü gibi yalanlarla belirli bir popülasyondaki insanı ve hayvanı itlaf etmesine daha kaç kez göz yumacağız?


Bir gecede yitirilen hatıralar ve silinen hafızamız

Ve dünya tarihinin en büyük tahribatını yaşatan, bu sebeple “Asrın Felâketi” olarak nitelendirilen, gerçekte “Büyük Akdeniz Depremi” olarak kayıtlara geçmesi gereken ikiz, dördüz, hatta beşiz depremler sonucu daha kaç şehrimizi enkaz altında bırakacağız?

Sadece on binlerce canımız da değil, evcil hayvanlardan oluşan can dostlarımızı, hayâllerimizi gerçekleştirecek birikimlerimizi, bağ kurduğumuz eşyalarımızı, yıllarımızı alan verilerimizi ve kitaplarımızı, evrensel dili oluşturan enstrümanlarımızı, gelinliklerimizi, damatlıklarımızı ve çeyizlerimizi, siyah beyaz albümlerimizi, top koşturduğumuz cadde ve sokakları, saklandığımız bağları bahçeleri, kurnasından kana kana su içtiğimiz çeşmeleri, tarihî camilerin minberlerini ve mihraplarını, ezan yankılanan minarelerini, velhasıl asırlık hatıralarımızı yitirdiğimizi, diğer bir tanımla bir gecede hafızamızın silindiğini…

Unutmayın! Unutursanız şayet, unutulursunuz!
Oysa “Ne yaparsan yap, işinin en iyisini yap!” prensibiyle büyüyen, büyütülen nesillerdik ve her şey insan içindi. İyilik şiarımızdı. Yeryüzüne inmiş en son dinin temsilcileriydik ve “akıl” bizim vazgeçilmez kılavuzumuzdu. “Bir Türk dünyaya bedel” deyip bununla övünüyor, yurtta barış, dünyada barış istiyorduk.

Ve en önemlisi, “biz bize yeterdik”. Birlik ve dirlikle yan yana yürüyen iki kardeşin soyundan geliyorduk. Sağ elin verdiğini sol elimizden gizliyorduk.

Ne oldu da bu güzel hasletleri yerine getiren büyük çoğunluğun iyilik ve güzelliğini perdeleyen azınlığın bir parçası olduk? En önemlisi, tüm bu güzel hasletleri unuttuk ve ne oldu da bunlara muhalif davranışları sergiler olduk? Oysa elinden ve dilinden emin olandı Müslüman. Ne ara kaybettik benliğimizi ve ne ara yitirdik geçmişle olan o sarsılmaz bağımızı?

İpek pijamasıyla, eşi ve evlâdıyla, çelik kasalarda tuttuğu altın ve dövizle, yarınları düşlediği hayâllerle, binbir umutla yatağa girenlerin o gecenin sabahına sevdiklerini ve iş yerlerini enkaz altında bırakan kişiler olarak uyandıklarına, ayaklarına terlik geçirmek için fırsat bulamadıklarına, eksi 20 dereceyi bulan karlı ve yağmurlu havada çığlık atarak çaresizliklerini haykırdıklarına, uzatılan bir dilim kuru ekmeğin, bir bardak suyun, kuru montun, kabanın ve ayakkabının çok daha değerli olduğunu vurguladıklarına şahitlik etmedik mi?

Peki, ne oldu da daha önce milyonluk rakamlara erişen ve göğü delen binaların iki üç dakika içinde toza büründüğünü ve kıymetini yitirdiğini, kalbini kırdıklarımız, ödeyemediğimiz borçlar, ifa edemediğimiz ibadetler için nedamet yaşadığımızı unuttuk?

“Medet!” sesleri içinde küçük kıyameti hatırlatan ve herkesin kendi vicdanını, sevdiklerini kurtarma telaşına düştüğünü, aynı hassasiyete sahip insanların yardım için birbiriyle ve zamanla yarıştığını, üzerindeki tek yorganı anayurda yollayan nineleri, sırf çocukların yüzü gülsün diye “pamuk şekeri” dağıtan dedeleri ne çabuk unuttuk?

Bizi ayağa kaldıracak olan Anadolu irfanıdır

Bırakın boştaki evini, odasını, aylık ve hatta yıllık gelirlerini afetzede kardeşleri için paylaşanlar gelsin aklınıza ve ibret alın. Dünyanın sırtınıza yük olmasına izin vermeyin. Kazandıklarınızdan infak edin, fahiş fiyat artışına gitmeyin, indirimler yapın. Mağdurlara, masumlara, yaşlılara, yolculara, kimsesizlere ve hastalara kolaylıklar sunun.

Aklınıza burs paralarını bağışlayan duyarlı öğrenciler gelsin meselâ. Hac ve umre ibadeti için birikimlerinin son kuruşuna kadar bahşeden cömert teyzeler gelsin. Kabanını üşüyen depremzedeye uzatan şefkatli askerler gelsin. Tek bir oyuncakla yetinen diğerkâm çocuklar gelsin. Kendi canını hiçe sayarak kuvöze kapanan cesur hemşireler gelsin aklınıza. Gelsin ki siz de kendinize gelin!

Son danasını keserek “kavurma” yapan yufka kalpli kasaplar, gönderdiği montun cebine ayakları üşümesin diye “çorap” koyan hassas yardımseverler, enkaz altından “Borçlu ölmek istemiyorum” diye “vasiyet” gönderen helâl süt emmişler, “Su ister misin?” sorusuna “Yok, daha muayene olmadım” ya da “Bir sürü gazoz istiyorum” diyerek enkazdan çıkarılırken bile tebessüm ettiren minikler, “Üniversiteye hazırlık kitaplarım enkaz altında kaldı” diye üzülen gençler, dükkânını yağmalayanlara “Helâl ü hoşları olsun” diyen gözü tok esnaf oldukça, Allah’ın izniyle biz yeniden ayağa kalkarız.

Zaman bir olma ve yaraları sarıp sarmalama zamanıdır

Şimdi açın açabildiğiniz kadar gönlünüzü. Kapanan basiretinizi, ferasetinizi de açın. Açın ağzınızı ama yummayın gözünüzü ve “Ben gitmek için geldim dünyaya” deyin. Ve gidene kadar güzel yaşayın. İyi şeylere imza atın. Güzel yâd edilin. Çünkü ömür gerçekten kısa.

Zaman bir olma ve yaraları sarıp sarmalama zamanıdır. Zaman birbirimizi anlamama ve ağırlama zamanıdır. Zaman, dünde kalan değil, yarına aktardıklarımızdır. Zaman birbirimize seslenme ve birbirimizi dinleme zamanıdır. Zaman, açığa çıkan ve eksilen yanlarımızı tamamlama zamanıdır. Velhasıl bu zamanda eksilttiklerimiz değil, arttırdıklarımızdır değerli olan.

Şimdi bırakın, kim nasıl normalleşmek istiyorsa öyle normalleşsin. Kim kendini nasıl iyi hissediyorsa öyle davransın. Kimi fotoğraf yayınlasın, kimi doğum gününü kutlasın. Kimi yeni çıkan kitabını paylaşsın, kimi evlilik yıldönümünü kutlasın. Kimi arabasını satılık ilânına koysun. Biri şiir yazsın, bir başkası seslendirsin, birileri dinlesin. Kimi arşivini düşürsün gözümüzün önüne, kimi kızsın, bağırsın “Niye ağlamıyorsunuz?” diye. Müdahil olunca değişmeyecek eylemler için sakın cenge girmeyin.