Biz bu değiliz!

Ahlâktan yoksun bir çağı oluşturmak için canla başla çalışan, teknolojinin açtığı kapılardan evlerimize girmekle yetinmeyip ruhlarımıza üfleyen batıl eller; hazzı, popülariteyi, kolaydan para kazanmayı, şiddeti, dışı karnaval içi bataklık yaşantıları güzellerken, insanı sığlaştırmakla kalmıyor, fikrî doğurganlığını da kısırlaştırıyor.

SON zamanlarda üst üste gelen içler acısı haberlerle her gün ayrı bir yıkıma, ayrı bir çöküşe uyanıyoruz. Aklını, kalbini ve insanî duygularını kötülüğe kurban edenlerin en kolay erişebildikleri kimseler ise, kadınlar ve çocuklar…  

Böylesi zor zamanlarda bin bir korku ve kaygıyla evlatlarımızı büyütürken yine de umut elimizi bırakmıyor. Her şeye rağmen ümitsizliğe düşmekten imtina ediyoruz. Yavrularımızın ikbalini tahayyül ederken, onları en iyi, en güzel zamanlara ve mekânlara konumlandırıyoruz. Eğitimi, işi, eşi, aşı derken sağlıklı, hayırlı uzun ömürleri olsun diye her daim dualarla hayâllerimizi süslüyoruz. 

İşte böylesi sevgiyle, aşkla, canla, başla büyütülen insanoğlunun yine başka bir insanoğlu tarafından acımasızca katledilmesi, umudun saçını ağartıyor, toprağınsa içini sızlatıp benzini sarartıyor. Ciğeri dağlanmış bir annenin başını önüne düşürüp çaresizce evladının ardından attığı çığlıklar, yaktığı ağıtlar, zalimin gerçekleştirdiği ölümün hain yüzüyle bizi göz göze getiriyor ve en “Narin” yerimizden yaralıyor.  

İnsan olmaklığın köküne türlü türlü zehirli suları hazırlayan da, döken de yine insan oldu. İçten içe kuruyan kalp ve akıl yitirdi yaşamın ve her şeyin anlamını. Hayatın anlamını yitirenler de bitirdi birilerinin hayatını… 

Böylesi kötü ruhların aramızda dolaştığını bilmek, bu dünyanın artık yaşanacak bir yer olmadığı kanaatine sevk ediyor hepimizi. Fakat, başka bir gezegene taşınma imkânımız da yok. Başka bir evrene taşınma imkânımız yok diye bu kirli havayı teneffüs etmek zorunda da değiliz…  

Dünyanın çehresini kirleten hem ülkemizden hem de başka ülkelerden yükselen ve hücrelerimizin buz kesilmesine neden olan bu kasvetli havayı temizlemek, üzerimizde dolaşan bu karabulutları dağıtmak yine bizim elimizde. Tamamına gücümüz yetmese de en azından bu ülke için, kendi çocuklarımız için güneşi yeniden doğuramaz mıyız?Artık gözlerimizi açmalıyız. Aslımıza, o tertemiz kodlarımıza yol almalıyız. Yaşanan bunca acıya, vahşete ve çürümeye alışırsak önce kendimize şaşırmalıyız. 

“İnsan kâinatın en değerli varlığıdır. Her şey insan için yaratılmış yine insanın emrine, hizmetine verilmiştir” diyor ayet-i kerime.  

Buradaki “hizmet” bana “zimmet” sözcüğünü anımsattı. Bize hizmet etsin diye verilen üzerimize zimmetli bu emanetler, kâinat ailesindeki canlı/ cansız tüm varlıkları kapsıyor; gökyüzü, yeryüzü, denizler, hayvanlar, ormanlar… Bu vedialara gereken kıymeti ve özeni göstermediğimiz taktirde birtakım sağlık, kıtlık, kuraklık, afet gibi sorunlar, emanete hıyanet etmenin sonuçları olarak karşımıza çıkıyor. 

İnsan da öyle değil mi? 

Aslında insan, önce kendine sonra birbirine emanettir. Biz kendimize ve birbirimize gereken ihtimamı göstermezsek, içten içe çürümek olacak bu umursamazlığın bedeli.  

Aklımız, kalbimiz, tüm bedenimiz, ailemiz, eşimiz, dostumuz, komşularımız, toprak ve suyla yoğrulmuş, can bulmuş her âdemi korumak, kollamak, insan olabilmenin ve kalabilmenin en önemli şiarıdır. Bu hususun, hata kabul etmeyen fakat hatırı sayılır bir sorumluluğu vardır.  

Önce kendimizden, ailemizden sonra sokağımızdan başlayarak ve daha ötelere uzanacak bir sorumluluk bilinciyle bu yükü omuzlamalı. Gücümüz neye ve ne kadarına yeterse, elden ne gelirse, heybemizde iyiye ve güzele dair ne varsa, bilginin, hoş görünün, vicdanın, merhametin, adaletin, hakkaniyetin tohumlarını serpiştirelim geçtiğimiz yerlere. İnsan, insana bakarak yeşersin, kök salsın yeryüzünde. 

Aslında dünya kurulduğundan bu yana iyilik de kötülük de hep vardı. Habil ile Kabil bunun ilk örneğidir. Siyasî, ideolojik yahut kişisel nedenlerle bu iki kardeşin izinden gidenler hep olmuştur. Ehli vicdan sahiplerinin eyledikleri ilim, bilim, sanat, fikri, kültürel ve benzeri alanlarda toplumun fayda devşirdiği üretkenliklerini ezici ve adaletten yoksun kimselerin zülüm, soykırım ve katliamlarını tarihe dair yazılı ve görsel arşivlerden öğreniyoruz. 

Ya da o dönemlerde yaşayan büyüklerimizden hem tarihî hem de kendi yakın çevreleriyle ilişkilerini dinlerken, duyduk mu hiç onlardan, günümüzde topluma güvensizlik, korku/ kaygı aşılayan, geleceğe dair insanı karamsarlığa düşüren hatıralarını? 

Bugün televizyon kanallarında, sosyal medyada, her an her yerde karşımıza çıkan “Bu da mı oldu!” dedirten haberler, bilinçli bir şekilde insanların psikolojisini bozmak ya da toplumu bu tarz haberlere maruz bırakarak duyarsızlaştırmak olabilir mi?   

İnsan, içinde bulunduğu zamandan şikâyetçi olunca, mutlu olduğu geçmiş zamanları sıkça anar olurmuş, o gün ile bugünü kıyas eder dururmuş.  

Biz de gidelim… Çok uzağa değil, yetmişlere, seksenlere… O vakitler insan ve değer odaklı yayınlarıyla bizi biz eyleyen değerlerimizi her daim vurgulayan tek bir kanal vardı. Özel kanalların ve toplumda kendine yer edinememiş bazı habis grupların, dijital platformlardan kötü kalpleri ile insanları zehirleyen sinsi siluetlerinin evlerimize girmediği o vakitlerde böylesi çirkin kokular yükseliyor muydu yeryüzünden? Zira o zamanlarda insanların birbirleriyle yarıştıkları markaları, bir tıkla ulaştıkları sanal kalabalıkları, yaşamadan bildikleri tecrübeleri, bakmadan gören gözleri, dinlemeden duyan kulakları, hissetmeden fark eden kalpleri de yokmuş. Onlar, bunca yokluğun içinde nasıl oluyordu da solmadan, soldurmadan dipdiri kalabilmişlerdi?  

Biz, hangi fazlalıklarımızdan arınırsak yeniden dirilip yeşeririz?  

Her an, her dakika hemhal olduğumuz medya araçlarındaki içerikler

alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı, düşünce ve inançlarımızı, beklentilerimizi, birbirimizle iletişim kurma becerilerimizi, değer yargılarımızı şekillendiriyor.  

Kendini sevemeyen ve yetersiz hisseden, tükettikçe iyileşeceğini zanneden bireyler yetiştiriyor. Dibi görünmeyen bu karanlık deryada her gün birileri boğuluyor.  

Ahlâktan yoksun bir çağı oluşturmak için canla başla çalışan, teknolojinin açtığı kapılardan evlerimize girmekle yetinmeyip ruhlarımıza üfleyen batıl eller; hazzı, popülariteyi, kolaydan para kazanmayı, şiddeti, dışı karnaval içi bataklık yaşantıları güzellerken, insanı sığlaştırmakla kalmıyor, fikrî doğurganlığını da kısırlaştırıyor.   

İçinde bulunduğumuz bu durumun bilincinde olmaz, farkındalık oluşturmazsak, sistemin üretmek istediği “tüketirken tükenen” bireylerin sayısının artması kaçınılmaz olacak.  

Biz, bu yapının içinde “seçilen” hedef kitle değil de “seçen” kitle olmak zorundayız. Çünkü biz, bu değiliz; “onların” istediği biz olmamalıyız!  

Sahi, onlar kim? 

“Gittin ve bozdun bütün büyüsünü yuvanınYüzyılların sabrıylaAy ışığının harcıylaGüvercinlerden kırlangıçlardanİçgüdü müziğindenÇocukların pul pul düşlerindenDoğmuş bir çiçek evineGirdin ve bozdun sessizliğiniGüneşin doğuşunuIşığın camlardan geçişiniDurdurmak istedinUğursuz ıslığınla” Sezai Karakoç