Biyoterör ve Covid-19

Dünya ekonomisi hâlihazırda böyle bir seyir izlerken, Covid-19 virüsü ile uluslararası ticaret âdeta durma noktasına gelmiştir. Devletlerin ve dünyanın büyüme oranları aşağıya doğru çekilmiştir. Salgın; borsa, petrol ve turizm gibi birçok ekonomik dinamiği olumsuz etkiler hâle gelmiştir. Bu süreç, siyasal bağlamda devletlerin güvenlik algılarının ve düşman tanımlarının bir anda nasıl değiştiğini de göstermektedir.

TARİH boyunca kitlesel ölümlere yol açan salgınlar ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri ve sonuçları itibariyle küresel nitelik arz etmektedir. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde ve coğrafyalarında birçok salgın hastalık zuhur etmiştir. Bununla birlikte, ülkelerarası sınırların ortadan kalktığı günümüzde salgın hastalıkların yayılma alanı daha fazla artmış bulunmaktadır.

Salgın hastalıklar, devletlerin istikrarsızlaşması ve uluslararası ilişkileri yeniden şekillendirme potansiyeli taşıdığından “biyoterörizm” kavramını gündeme getirerek, siyaset ve iktisat gibi birçok disiplin açısından da inceleme alanı hâline gelmiştir. Bu bağlamda, makalemizde Aralık 2019 tarihinde Çin’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 virüsünün yol açtığı küresel nitelikli salgının biyoterör ile bağlantısı ve muhtemel sonuçları ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

Öncelikle kavramsal bağlamda “biyoterör” ifadesini açıklamak gerekmektedir. “Biyoterör” kavramının temeli, biyolojik silah kullanımını temel alan biyolojik savaş esasına dayanmaktadır. Biyolojik savaş ise, atıldığında çeşitli mikroplar yayan ve biyolojik silahların kullanıldığı bir savaş türüdür. Bu bağlamdaki ilk savaş denemeleri 1935 yılında Japonya tarafından yapılmıştır. Japonya’nın savaş esirleri üzerinde deneme yaptığı biyolojik silahlar ile şarbon, menenjit, kolera ve veba gibi salgınlardan dolayı on binlerce kişi ölmüştür.

Tarihsel süreç içerisinde elinde böyle bir teknolojik altyapısı bulunan birçok ülke, biyolojik savaş senaryoları hazırlamış ve uygulamıştır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Afrika’daki kabileler üzerinde biyolojik savaş senaryolarının denendiği bilinmektedir. Devletlerin ve toplumların biyolojik silahların kullanılmasına ilişkin gösterdikleri tepki netîcesinde 1971 yılında uluslararası bir anlaşma ile biyolojik silahların kullanımı yasaklanmıştır. Buna karşın 1990’lı yıllarda biyolojik terör, başka bir deyişle “biyoterörizm”, uluslararası ilişkilerde güvenlik sorunu olarak yeniden gündeme gelmiştir.

Bu bağlamda biyoterörizm, toplumlarda korku ve hastalık oluşturmak amacıyla biyolojik savaş ajanlarının kullanılması anlamına gelmektedir. Biyoterörizm; doğrudan insanları ve tabiatta olan bitki ve hayvan gibi canlıları hasta etmeyi, hattâ öldürmeyi amaçlayan organizmalardan mikroorganizmalar türetilmesidir. Bununla birlikte sosyal bilimciler açısından biyoterörizm ile siyâsî, iktisadî ve sosyal amaçlarla toplumlarda korku ve panik oluşturmak, küresel bir kaos ve istikrarsızlığa yol açmak hedeflenmektedir.

Herhangi bir biyoterör saldırısının sonucunda toplumların hâlihazırdaki ve gelecekteki ekonomik ve sosyal yaşantısı mutlak sûrette değişime uğramaktadır. Temelinde biyoterör olsun ya da olmasın, herhangi bir bölgede ortaya çıkan bir salgın hastalığın günümüz küreselleşme çağında hızla yayılması da kaçınılmaz bir durum hâline gelmiştir. Bu yayılma hızı ve sonuçları uluslararası düzende yer alan aktörlerin neredeyse tamamını etkiler niteliktedir.

Küreselleşme ile ulusların/devletlerin birbirine bağımlı ve bağlı olduğu mevcût iktisadî ve siyasi sistemde meydana gelen değişim ya da kriz, bütün ülkeleri kuşkusuz etkilemektedir. Bu bağlamda biyoterörizm, devletlerin ulusal sınırlarının ötesine geçerek küresel nitelikte yayılma gösteren, ortaya çıktığı coğrafyada kontrol altına alınması mümkün olmayan ve küresel çözüm gerektiren sonuçlar doğurmaktadır. Bu noktada küresel nitelikli salgın hastalıklar, istikrarsızlığa yol açmasının yanı sıra toplumda tedirginlik, panik ve korku oluşturduğundan sosyal bozulmaya da neden olmaktadır.

Covid-19 biyolojik silah olabilir mi?

Bütün bu bilgiler kapsamında ilk kez Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve Çin başta olmak üzere dünyadaki birçok ülkeyi etkisi altına almış olan Covid-19 virüsünün biyoterör hareketi olarak kabul edilmesi, henüz erken bir çıkarım ya da komple teorisi olarak kabul edilmelidir. Bununla birlikte, ortaya çıktığı coğrafya ile sınırlı kalmayıp kilometrelerce ötedeki yüzlerce ülkeyi etkisi altına alması, devletlerin ve toplumların kaygı ve endişeleri dikkate alındığında biyoterör olgusunu gündemde tutmaktadır.

Şimdilik biyoterör ya da değil, Covid-19’un büyük değişimlere yol açacak ciddî bir küresel salgın hastalık olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Bu bağlamda Covid-19 salgınının küresel boyutta iktisadî, siyasal ve sosyal sonuçlarının değerlendirilmesi yerinde olacaktır.

Öncelikle ifade etmek gerekir ki, bu virüs tüm dünyaya büyük bir hızla yayılmış ve bütün dinamiklerden öte uluslararası ticaret ve ekonomiyi tehdit eder hâle gelmiştir. Günden güne ülkelerde artış gösteren vaka ve ölüm sayıları salgının küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerini hissedilir şekilde göstermektedir. Esasında uluslararası ekonomik yapı, 2008 Finansal Krizi’nden bu yana istikrarsız bir seyir izlemiştir. Bu krizi ticaret savaşları, bölgesel düzeydeki finansal krizler de takip etmiştir. Bilhassa ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşı diğer aktörleri de etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak uluslararası çapta ekonomik büyüme hızı yavaşlamıştır.

Dünya ekonomisi hâlihazırda böyle bir seyir izlerken, Covid-19 virüsü ile uluslararası ticaret âdeta durma noktasına gelmiştir. Devletlerin ve dünyanın büyüme oranları aşağıya doğru çekilmiştir. Salgın; borsa, petrol ve turizm gibi birçok ekonomik dinamiği olumsuz etkiler hâle gelmiştir. Bu süreç, siyasal bağlamda devletlerin güvenlik algılarının ve düşman tanımlarının bir anda nasıl değiştiğini de göstermektedir.

Salgının dünya üzerinde kontrol altına alınmasından sonra yeni bir uluslararası düzene toplumların ve devletlerin uyanacağı aşikârdır. “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” söylemi, sık sık aktörler tarafından dile getirilmekte ve vurgulanmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin yeni sürece, sahip olduğu birtakım avantajlarla hiç kuşkusuz güçlü girecek ve uluslararası sistemin önemli bir aktörü olacaktır.

Dünya sistemi yeni bir düzene doğru evirilirken, Goethe’nin yüzyıllar önceki söylemi tam da şu günlerde not edilesi niteliktedir: “Dönemler çökerken, bütün eğilimler özneldir; öte yandan yeni bir çağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir.”