DEMOKRASİ… Herkesin bildiği
ve sıklıkla karşımıza çıkan tanıma göre eski Yunancada “halk” anlamına gelen
“demos” ile “yönetmek’ anlamına gelen “kratein” sözcüklerinin birleşmesiyle
oluşan ve “halkın yönetimi” anlamına gelen demokrasi, Abraham Lincoln’un o
meşhur orijinal ifadesiyle, “Government of
the people by the people, for the people”[i]
yani “Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlanmıştır.
Normatif
tanım, demokratik rejimlerin ulaşmayı düşledikleri “ideali” yansıtır ki bu
anlamda Arend Lijphart’ın gözlemine müracaat ettiğimizde, “Böylesine halkın eğilimlerine tam olarak uyan bir yönetim hiçbir zaman
olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır”[ii] ifadesi
çıkar.
Demokrasinin
bu şekilde tanımlanması, başka bir sıkıntıyı da beraberinde getirir ki, o da
yeryüzünün demokratik rejimden yoksun kalacağıdır. O nedenle bir de “ampirik”
demokrasi tanımı yapılmıştır.
“Olması
gerekene değil, olana bakan” bu görüşe göre, mevcût rejimlerin “tam bir
demokratik duyarlılık değil, nispeten çokça bir yurttaş gurubunun uzun bir
zaman boyunca arzularına cevap verebilmesi” şeklindeki ortak özellikleri
barındırması gerekir.
Peki,
nedir o ortak özellikler?
Altı
maddeyle sıralanır: Etkin siyasal mâkâmlar seçimle iş başına gelmelidir.
Seçimler düzenli aralıklarla tekrarlanmalıdır. Seçimler serbest olmalıdır.
Birden çok siyasal parti var olmalıdır. Muhalefetin iktidar olma şansı mevcût
olmalıdır. Temel kamu hakları tanınmış ve güvence altına alınmış olmalıdır.
Evet,
ampirik demokrasi teorisine göre, bu altı şartı yerine getiren bir siyasal
rejimi demokratik olarak kabul edebiliriz.
Demokrasinin
“vazgeçilmez” şartlarını İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kesintisiz olarak yerine
getiren 21 ülke arasında ne yazık ki ülkemiz yoktur. Olmama sebepleri arasında
birinci sırayı “darbeler” alırken, onu “tek partili” zihniyet takip eder.
Oysa
en basit demokrasilerde bile, seçmen iradesine saygı duyulmalıdır. Zaferler de,
mağlubiyetler de seçim meydanlarında sergilenen güce, mazbata sonrasında ise
verilen hizmetlere bağlıdır.
Gelelim
esas konumuza…
Fatih
Sultan Mehmet Han’ın hadîs-i şerîf ile müjdelenen fethinin sembolü İstanbul’a
yaklaşık bir yıldır şehremini olan ya da olmakta olan Ekrem İmamoğlu, sıklıkla
yinelediği “İBB, 16 milyon insanın kurumu” vurgusuyla, “Ben ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sine yani beşte birine sahip, üretken
kimliğiyle, yatırımlarıyla, en önemlisi iş gücüyle, vergi yükünü sırtlayan lider
bir şehre başkanlık ediyorum” diyor.
Niyet
okuma yeteneğimiz olmadığı gibi, söylediklerini de tartışmıyoruz. Diğer
belediye başkanlarında olduğu gibi, demokratik haklarla gücünü halktan alan İmamoğlu
da yaptıkları ya da yapamadıklarıyla değerlendirilmektedir. Daha basit ifadeyle,
seçim öncesi vadettiklerini gerçekleştirip gerçekleştirmedikleriyle…
Bu
açıdan bakıldığında, İmamoğlu’nun iki ayrı performansa sahip olduğu rahatlıkla görülmektedir.
İlki, meydanlarda kravat sökerek, kollarını katlayarak, sempatizanlarından
oluşan kalabalığa yüklediği “şok” dalgası… İkincisi ise, o dalganın medceziri
sayılan başkanlık koltuğundaki icraatının yanı sıra meclis oturumlarını
yönetmedeki mahareti…
İmamoğlu’nu
tercih edenlerin nedâmet duyup duymadıklarını bilmiyoruz ama onun, merkezî iradeyle
uyum içinde, İstanbul’a kesintisiz ve kalıcı hizmet üretmesini tahayyül
edenlerin yanılması pek yakındır…
Çünkü
söylemlerindeki “gerçeklik” payı, giderek ivme kaybı yaşamaktadır.
Gerek
Elazığ Depremi sonrasında, gerek küresel salgının ülkemizdeki merkez üssü
konumunda bulunan İstanbul ile ilgili almış olduğu önlemler, yürürlüğe koyduğu
projeler ve kanunlara rağmen yürüttüğü izinsiz yardım kampanyaları ile sürekli
gündemde kalmayı başardı. Gündeme taşınan, kurumsal anlamda yapılması gereken
İstanbul yatırımlarından ziyâde, bireysel söylemleri ve tercihleri olmaktadır.
Muhalefet kanadının sığındığı bu son kaleden yükselen, sürekli “şekva” ve
“bahane” içeren sesin yankısı, CHP teşkilâtlarını şimdilik heyecanlandırmış,
hattâ Cumhurbaşkanlığı rüyaları görmelerine neden olmuş olabilir. Olsun, beis
yok!
Ancak
onun bu hâli, kendisine umut bağlayan yandaşları ile “Acaba yapabilir mi?”
diyerek beklentiye giren İstanbullulardan “geçer” not almadığı gibi
Cumhurbaşkanlığı Külliyesince de almamıştır. Hem nasıl alsın ki?
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın video konferans katılımıyla hizmete açılan İstanbul Başakşehir Şehir
Hastanesi’nin bağlantı yollarını âdeta “Bu
bizim işimiz değil” diyerek taca bırakan mızıkçı oyun stiliyle yolu yapmaktan
imtina etmesi iktidar tarafından fark edildi. Ve bağlantı yolları, Ulaştırma ve
Altyapı Bakanlığı tarafından tamamlanarak açılışa yetiştirildi.
Bu
bir anlamda, “Devlet İBB’den büyüktür ve
büyüklüğünün gereğini yerine getirecektir. Sana ihtiyacımız yok!” demektir.
Ulaştırma
ve Altyapı Bakanlığı demişken, yeni Bakan Adil Karaismailoğlu’nun 1995-2019
yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Ulaşım Koordinasyon
Müdürlüğü, Ulaşım Daire Başkanlığı ve Ulaşım, Çevre ve Teknoloji
yatırımlarından sorumlu Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinde bulunduğunu;
İstanbul ulaşım, otopark, lojistik, trafik master plânları ile bin 100
kilometrelik raylı sistem ağına ilişkin fizibilite ve proje çalışmalarını
yürüttüğünü, bin 50 kilometrelik bisiklet yolu ile 35 bin kilometrelik ulaşım
ağının akıllı ulaşım sistemleriyle donatılmasına öncülük ettiğini, yerli ve
özgün İBB Cep trafik, İBB Yol gibi mobil uygulamaları hayata geçirdiğini, 20
Eylül 2019 tarihinden beri Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Bakan Yardımcılığı
görevini yürütmekteyken 28 Mart 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı görevine atandığını da hatırlatmak isteriz.
Kabineye
yeni dâhil edilen çiçeği burnundaki bakanla ilgili verdiğimiz küçük bilgi bile,
Erdoğan’ın, kabîne ve İstanbul tasarrufunda ne kadar haklı olduğunu ve ne denli
bir deneyime sahip olduğunun göstergesidir.
Kendi
ayakları üzerinde duran güçlü Türkiye
Nerede
olursa olsun, kalbi “İstanbul” diye atan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
bu şehre karşı sevgisi, daha doğrusu sevdâsı, pozitif ayrımcılığı ve
yatırımları, dün olduğu gibi bugün de devam edecektir ve tartışılamaz.
Erdoğan,
bugün daha güçlü, daha müreffeh bir ülkenin hayâlini kuruyorsa, bu uğurda
sayısız büyük projeye imza atma başarısı göstermişse, tüm bunların altında yatan
neden, İstanbul sevdâsından başka bir şey değildir.
Bahsi
geçen Türkiye’nin temelleri, çeyrek asır önce bizzat Erdoğan ve ekibince
İstanbul’da atıldı. İroni yapacak olursak, zemin etüdü yapılan her proje, gür
bir filiz gibi İstanbul’un bağrında yükselmekte, gölgesi ise tüm ülkeye
serinlik, ferahlık ve özgüven sunmaktadır. Bu temelde yaşanacak en küçük
sarsıntının bile 783 bin 562 kilometrekarelik alanda hissedileceğini bilen
Erdoğan, her işi sıkı tutuyor ve en ince ayrıntısına kadar takip ediyor.
Erdoğan,
halka verilen sözlerin de takipçisidir. Eksiklikler, hatâlar için bahane üretilmesine
asla taraf değildir, râzı da değildir.
İşte
bu yüzdendir “Kanal İstanbul” projesinde ısrar ediyor oluşu!
İşte
bu yüzdendir ısrarla “yerli” ve “millî” demesi!
Dünya
başta ventilatör, maske ve koruyucu tıbbî tulumlar noktasında sıkıntılar
yaşarken, yerli ve
millî ventilatörlerle donatılan; tamamı hizmete girdiğinde Avrupa’nın tek
kampüste en fazla yoğun bakım kapasitesine sahip olacak ve şimdilik salgın hastanesi olarak
kullanılacak olan Başakşehir Şehir Hastanesi’nin açılışında sarf ettiği, “Uluslararası kuruluşların anlamını yitirdiği bir
dönemde Türkiye kendi ayakları üzerinde durarak gücünü göstermiştir” cümlesi, anlamca
son derece kıymetlidir.
Sağlık
alanında yapılan reformlara bir yenisinin eklendiği Başakşehir Şehir Hastanesi,
bugüne değil, yıllar sonrasına cevap verecek bir niteliğe sahip olması
açısından da ayrıca mühimdir.
Son
söz
İstanbullular
çok şanslı!
On
altı milyon İstanbulluyu diline dolayan, şehrin sorunları karşısında hizmet
etme yerine muhalefeti tercih eden, şovenist söylemlerle gündemde kalmaya
çalışan bir belediye başkanından evvel, Cennet mekân Fatih’in emaneti kadim şehre
sevdâlı ve hizmetten dur olmayan bir Devlet Başkanları var zira…
Biz
de şanslıyız!
Zira
seksen üç milyonun derdini sırtına yükleyen, sorunlarına çözüm arayan,
acılarına gözyaşı taşıyan, mendil uzatan, sevinçlerine ortak olan bir Devlet
Başkanımız var.