Bitmeyen sevdâ: İstanbul

İstanbullular çok şanslı! On altı milyon İstanbulluyu diline dolayan, şehrin sorunları karşısında hizmet etme yerine muhalefeti tercih eden, şovenist söylemlerle gündemde kalmaya çalışan bir belediye başkanından evvel, Cennet mekân Fatih’in emaneti kadim şehre sevdâlı ve hizmetten dur olmayan bir Devlet Başkanları var zira…

DEMOKRASİ… Herkesin bildiği ve sıklıkla karşımıza çıkan tanıma göre eski Yunancada “halk” anlamına gelen “demos” ile “yönetmek’ anlamına gelen “kratein” sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan ve “halkın yönetimi” anlamına gelen demokrasi, Abraham Lincoln’un o meşhur orijinal ifadesiyle, “Government of the people by the people, for the people”[i] yani “Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlanmıştır.

Normatif tanım, demokratik rejimlerin ulaşmayı düşledikleri “ideali” yansıtır ki bu anlamda Arend Lijphart’ın gözlemine müracaat ettiğimizde, “Böylesine halkın eğilimlerine tam olarak uyan bir yönetim hiçbir zaman olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır”[ii] ifadesi çıkar.

Demokrasinin bu şekilde tanımlanması, başka bir sıkıntıyı da beraberinde getirir ki, o da yeryüzünün demokratik rejimden yoksun kalacağıdır. O nedenle bir de “ampirik” demokrasi tanımı yapılmıştır.

“Olması gerekene değil, olana bakan” bu görüşe göre, mevcût rejimlerin “tam bir demokratik duyarlılık değil, nispeten çokça bir yurttaş gurubunun uzun bir zaman boyunca arzularına cevap verebilmesi” şeklindeki ortak özellikleri barındırması gerekir.

Peki, nedir o ortak özellikler?

Altı maddeyle sıralanır: Etkin siyasal mâkâmlar seçimle iş başına gelmelidir. Seçimler düzenli aralıklarla tekrarlanmalıdır. Seçimler serbest olmalıdır. Birden çok siyasal parti var olmalıdır. Muhalefetin iktidar olma şansı mevcût olmalıdır. Temel kamu hakları tanınmış ve güvence altına alınmış olmalıdır.

Evet, ampirik demokrasi teorisine göre, bu altı şartı yerine getiren bir siyasal rejimi demokratik olarak kabul edebiliriz.

Demokrasinin “vazgeçilmez” şartlarını İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kesintisiz olarak yerine getiren 21 ülke arasında ne yazık ki ülkemiz yoktur. Olmama sebepleri arasında birinci sırayı “darbeler” alırken, onu “tek partili” zihniyet takip eder.

Oysa en basit demokrasilerde bile, seçmen iradesine saygı duyulmalıdır. Zaferler de, mağlubiyetler de seçim meydanlarında sergilenen güce, mazbata sonrasında ise verilen hizmetlere bağlıdır.

Gelelim esas konumuza…

Fatih Sultan Mehmet Han’ın hadîs-i şerîf ile müjdelenen fethinin sembolü İstanbul’a yaklaşık bir yıldır şehremini olan ya da olmakta olan Ekrem İmamoğlu, sıklıkla yinelediği “İBB, 16 milyon insanın kurumu” vurgusuyla, “Ben ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sine yani beşte birine sahip, üretken kimliğiyle, yatırımlarıyla, en önemlisi iş gücüyle, vergi yükünü sırtlayan lider bir şehre başkanlık ediyorum” diyor.

Niyet okuma yeteneğimiz olmadığı gibi, söylediklerini de tartışmıyoruz. Diğer belediye başkanlarında olduğu gibi, demokratik haklarla gücünü halktan alan İmamoğlu da yaptıkları ya da yapamadıklarıyla değerlendirilmektedir. Daha basit ifadeyle, seçim öncesi vadettiklerini gerçekleştirip gerçekleştirmedikleriyle…

Bu açıdan bakıldığında, İmamoğlu’nun iki ayrı performansa sahip olduğu rahatlıkla görülmektedir. İlki, meydanlarda kravat sökerek, kollarını katlayarak, sempatizanlarından oluşan kalabalığa yüklediği “şok” dalgası… İkincisi ise, o dalganın medceziri sayılan başkanlık koltuğundaki icraatının yanı sıra meclis oturumlarını yönetmedeki mahareti…

İmamoğlu’nu tercih edenlerin nedâmet duyup duymadıklarını bilmiyoruz ama onun, merkezî iradeyle uyum içinde, İstanbul’a kesintisiz ve kalıcı hizmet üretmesini tahayyül edenlerin yanılması pek yakındır…

Çünkü söylemlerindeki “gerçeklik” payı, giderek ivme kaybı yaşamaktadır.

Gerek Elazığ Depremi sonrasında, gerek küresel salgının ülkemizdeki merkez üssü konumunda bulunan İstanbul ile ilgili almış olduğu önlemler, yürürlüğe koyduğu projeler ve kanunlara rağmen yürüttüğü izinsiz yardım kampanyaları ile sürekli gündemde kalmayı başardı. Gündeme taşınan, kurumsal anlamda yapılması gereken İstanbul yatırımlarından ziyâde, bireysel söylemleri ve tercihleri olmaktadır. Muhalefet kanadının sığındığı bu son kaleden yükselen, sürekli “şekva” ve “bahane” içeren sesin yankısı, CHP teşkilâtlarını şimdilik heyecanlandırmış, hattâ Cumhurbaşkanlığı rüyaları görmelerine neden olmuş olabilir. Olsun, beis yok!

Ancak onun bu hâli, kendisine umut bağlayan yandaşları ile “Acaba yapabilir mi?” diyerek beklentiye giren İstanbullulardan “geçer” not almadığı gibi Cumhurbaşkanlığı Külliyesince de almamıştır. Hem nasıl alsın ki?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın video konferans katılımıyla hizmete açılan İstanbul Başakşehir Şehir Hastanesi’nin bağlantı yollarını âdeta “Bu bizim işimiz değil” diyerek taca bırakan mızıkçı oyun stiliyle yolu yapmaktan imtina etmesi iktidar tarafından fark edildi. Ve bağlantı yolları, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından tamamlanarak açılışa yetiştirildi.

Bu bir anlamda, “Devlet İBB’den büyüktür ve büyüklüğünün gereğini yerine getirecektir. Sana ihtiyacımız yok!” demektir.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı demişken, yeni Bakan Adil Karaismailoğlu’nun 1995-2019 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü, Ulaşım Daire Başkanlığı ve Ulaşım, Çevre ve Teknoloji yatırımlarından sorumlu Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinde bulunduğunu; İstanbul ulaşım, otopark, lojistik, trafik master plânları ile bin 100 kilometrelik raylı sistem ağına ilişkin fizibilite ve proje çalışmalarını yürüttüğünü, bin 50 kilometrelik bisiklet yolu ile 35 bin kilometrelik ulaşım ağının akıllı ulaşım sistemleriyle donatılmasına öncülük ettiğini, yerli ve özgün İBB Cep trafik, İBB Yol gibi mobil uygulamaları hayata geçirdiğini, 20 Eylül 2019 tarihinden beri Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Bakan Yardımcılığı görevini yürütmekteyken 28 Mart 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanı görevine atandığını da hatırlatmak isteriz.

Kabineye yeni dâhil edilen çiçeği burnundaki bakanla ilgili verdiğimiz küçük bilgi bile, Erdoğan’ın, kabîne ve İstanbul tasarrufunda ne kadar haklı olduğunu ve ne denli bir deneyime sahip olduğunun göstergesidir.

Kendi ayakları üzerinde duran güçlü Türkiye

Nerede olursa olsun, kalbi “İstanbul” diye atan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu şehre karşı sevgisi, daha doğrusu sevdâsı, pozitif ayrımcılığı ve yatırımları, dün olduğu gibi bugün de devam edecektir ve tartışılamaz.

Erdoğan, bugün daha güçlü, daha müreffeh bir ülkenin hayâlini kuruyorsa, bu uğurda sayısız büyük projeye imza atma başarısı göstermişse, tüm bunların altında yatan neden, İstanbul sevdâsından başka bir şey değildir.

Bahsi geçen Türkiye’nin temelleri, çeyrek asır önce bizzat Erdoğan ve ekibince İstanbul’da atıldı. İroni yapacak olursak, zemin etüdü yapılan her proje, gür bir filiz gibi İstanbul’un bağrında yükselmekte, gölgesi ise tüm ülkeye serinlik, ferahlık ve özgüven sunmaktadır. Bu temelde yaşanacak en küçük sarsıntının bile 783 bin 562 kilometrekarelik alanda hissedileceğini bilen Erdoğan, her işi sıkı tutuyor ve en ince ayrıntısına kadar takip ediyor.

Erdoğan, halka verilen sözlerin de takipçisidir. Eksiklikler, hatâlar için bahane üretilmesine asla taraf değildir, râzı da değildir.

İşte bu yüzdendir “Kanal İstanbul” projesinde ısrar ediyor oluşu!

İşte bu yüzdendir ısrarla “yerli” ve “millî” demesi!

Dünya başta ventilatör, maske ve koruyucu tıbbî tulumlar noktasında sıkıntılar yaşarken, yerli ve millî ventilatörlerle donatılan; tamamı hizmete girdiğinde Avrupa’nın tek kampüste en fazla yoğun bakım kapasitesine sahip olacak ve şimdilik salgın hastanesi olarak kullanılacak olan Başakşehir Şehir Hastanesi’nin açılışında sarf ettiği, “Uluslararası kuruluşların anlamını yitirdiği bir dönemde Türkiye kendi ayakları üzerinde durarak gücünü göstermiştir” cümlesi, anlamca son derece kıymetlidir.

Sağlık alanında yapılan reformlara bir yenisinin eklendiği Başakşehir Şehir Hastanesi, bugüne değil, yıllar sonrasına cevap verecek bir niteliğe sahip olması açısından da ayrıca mühimdir.

Son söz

İstanbullular çok şanslı!

On altı milyon İstanbulluyu diline dolayan, şehrin sorunları karşısında hizmet etme yerine muhalefeti tercih eden, şovenist söylemlerle gündemde kalmaya çalışan bir belediye başkanından evvel, Cennet mekân Fatih’in emaneti kadim şehre sevdâlı ve hizmetten dur olmayan bir Devlet Başkanları var zira…

Biz de şanslıyız!

Zira seksen üç milyonun derdini sırtına yükleyen, sorunlarına çözüm arayan, acılarına gözyaşı taşıyan, mendil uzatan, sevinçlerine ortak olan bir Devlet Başkanımız var.

 


[i]-ii Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, 2004, s.112-126