EĞİTİM söz konusu
olduğunda, her ne kadar bütün yaş gruplarını içerdiği bilinse de herkesin
kafasında oluşan ilk çağrışım çocuklarla ilgili olanıdır. Bu düşünceden yola
çıkacak olursak, buradaki konumuzun içeriği çocukla ilgili olan eğitim
olacaktır. Konumuzun daha kolay anlaşılması açısından öncelikle eğitim, öğretim,
çocuk ve dolayısıyla öğrenme kelimelerinin kısaca ne ifade ettiklerine bakmakta
yarar var.
Eğitim: Kişilerin kendi istek ve arzularıyla
ihtiyaçlarını karşılayan bilgi, beceri, tutum ve davranış modüllerine erişme,
onları öğrenebilme, keşfedebilme ve beceri kazanabilme sürecidir.
Öğretim: Belirli hedeflere ulaşmak için bilineni,
bilmeyenlere öğrenebilmesi amacıyla aktarma görevlerinin plânlanması ve
uygulanması etkinlikleridir.
Öğrenme: Bireyin çevresiyle belli bir etkileşim
sonucunda meydana gelen kalıcı izli davranış değişimidir. Öğrenme, bilgi
edinme, beceri kazanma olarak kabul edilse de bilgileri depolamak, hafızada
tutmak değildir. Öğrenilen bilgileri başka alanlara ve hayata yansıtabilmektir.
Çocuk: Kelime anlamı olarak bebeklik ve ergenlik
dönemi arasında kalan insan yavrusuna çocuk denilse de Çocuk Hakları
Evrensel Beyannamesi’ne göre 0-18 yaş
arası, çocuk olarak kabul edilmiştir.
Konumuzun merkezinde olan çocuğun, kendi istek ve
arzusuyla çeşitli etkileşimler sayesinde bilmediklerini öğrenmesi,
içselleştirmesi, davranışa dönüştürerek hayata yansıtması süreciyle karşı
karşıya olduğumuz anlaşılmaktadır.
Bu kısa açıklamalardan sonra çocukları ilgilendiren
eğitim-öğretim durumunun genel işleyişine göz atmamızın, söyleyeceklerimizin
yerini bulması açısından önemli olduğuna inanıyorum.
Mevcut
eğitim-öğretim sistemine genel bir bakış
Yoğun
şehirleşmenin getirdiği zorunluluk, çocukları apartman dairelerinin duvarları
arasına sıkıştırmakta, sahip oldukları potansiyel yeteneklerini dışa vurma
imkânından mahrum bırakmaktadır. Çocuk sokakta oyun oynama imkânı bulamamakta,
kendi olma, kendinde olanı keşfetme fırsatı yakalayamamaktadır. Şehirleşmenin
dezavantajları ortada iken çocuk bakım yuvaları, anaokulları ve çocuğun zorunlu
olarak devam etmek durumunda kaldığı eğitim kurumlarının mevcut yapısı da çocuğa
yönelik olmaktan çok uzaktır. Sabi denecek yaşlardaki çocuklara her fırsatta
öğretme amacıyla bilgi yükleme çalışmaları, her şeyin önüne geçmiş durumdadır.
Öğretim
yöntemleri, kalıplaşmış bilgilerin verilmesi şeklinde devam etmekte, hiçbir ayrım
gözetmeksizin bütün çocuklara uygulanmaktadır. Her bir bireyin farklı zekâ ve
öğrenme kapasitesine sahip olduğu düşünülmeden, aynı bilgilerin herkese
dayatıldığı göz önüne alındığında, eğitimin aklı zayıflatan, özgür düşünceyi
körelten bir uygulamaya dönüştüğüne şahit olunmaktadır. Öğrenmenin çocuğu
şekillendirme ve biçimlendirmeye dönüşmesi de devreye girince, bireyin özgürlüğünün kısıtlandığı umursanmamakta,
çocuğun bir başkasının kopyası hâline dönüşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Mevcut
okul sistemi içindeki çocuklarda yorgunluk, gerginlik, hırçınlık, sıkıntılı ruh
hâllerinin olduğu gözlenmektedir. Bu da sistemin bazı yerlerinde bir şeylerin
çocuğa uygun olmadığının işaretidir. Bu sıkıntılı psikolojiye ders saatlerinin
uzunluğu ve monoton geçen süreç de eklenince, hayat, çocuklar için çekilmez bir
hâl almaktadır.
Uzun süreli mecburî eğitim, çocuğun gelişim sürecini tamamen kaplamaktadır. On iki yıla iki yıl da okul öncesi eğitim eklendiğinde, on dört yıl gibi uzun bir zaman diliminde çocuk meşgul edilmektedir. Buna tamamen bilgi yüklemek ve sınava odaklanarak yoğun tekrar da eklenince, çocuğun eğitime ilgisinin azalmasına, hatta nefrete dönüşmesine şaşmamak gerekir. Bu sebeple binlerce insanın, kendi kapasitesini tanımaya fırsat bulamadan çocukluk ve gençlik yıllarının heder olup gittiğini üzülerek, kahrolarak izlemekten başka çare kalmamaktadır.
Yeteneklerinin farkında olması, yeteneklerini keşfetmesi yönünde çocuğa katkı sağlaması gereken okul, çocuğu, verileni alması gereken bir robot olarak görür olmuştur.
Diploma
almak için diplomalı öğretmenlerin katı disiplinleri altında yürütülen eğitim,
insan bütünlüğünü ele almaktan uzaktır. İnsanın yetilerini ortaya çıkarıp aktif
hâle getirmek yerine, müfredatın öngördüğü konuların öğreniminin geçerli olduğu
eğitim ortamları, insanı anlamaktan, insana hizmet etmekten uzaktır.
Okullaşmaya
ve daha kaliteli eğitim-öğretim yapma adına ülke bütçesinden büyük bir payın
harcandığından övgüyle bahsedilmektedir. Olumlu gibi görünen bu durumun aldığı
neticeye bakıldığında, ülke imkânlarının nasıl heder edildiği gözden
kaçmaktadır. Ayrılan pay nispetinde eğitimde gelişme kaydedildiği ve kalitenin
yükseldiğiyle ilgili olumlu hiçbir veriye rastlanılmamış olması dikkat
çekicidir.
Bu
şartlarda öğrenme hakkının okula devam mecburiyeti ile sınırlandırılması
sorgulanır hâle gelmiştir. Eğitim ihtiyacını karşılamanın toptancı çözüm olarak
kabul edilmesinin, insanın özgün yapısından taviz vermesini gerektireceği
hesaba katılmamaktadır. Farklı zekâ ve yeteneğe sahip insanların bir potada
eritilmesine göz yumulmaktadır. İnsanların en dinamik oldukları çocukluk ve
gençlik yıllarının bilinçsizce feda edilmesine daha ne kadar müsaade
edilecektir?
Bir
bütün olarak ele alınması gereken eğitim, sistem meselesidir. Ancak kişilerin
bireysel yetenekleri ve sorumlulukları göz ardı edilmemelidir. Bireye değil,
gruba hitap eden öğrenme sürecinin aktif değil, anlatılanları dinleme ve kitap
okuma biçiminde sürdürülüyor olmasının öğrenmeye katkı sağlamadığı ortadadır. Öğrenciler
için çok önemsenen ve geliştirilmesinde yarar umulan okuma ve matematik
dersleri üzerinde gereğinden fazla durulduğu ve hâddinden fazla tekrara yer
verilmesinden dolayı bıktırıcı bir hâl aldığı vâkidir. Günlük yaşantıdaki
pratik öne çıkarılarak, belirli amaçlar için kullanıldığı hissettirilerek,
yaşatılmadığı için ilgi çekmemekte, sevimsiz hâle dönüşmektedir.
Hangi ders, ders verir?
Çocukların
okumaya erken başlamasını sağlamak, öğretmen ve velilerde âdeta bir tutku,
hatta hastalık hâlini almıştır. Bu sebeple öğrencilerin okuma-yazma temeli
doğru atılamamaktadır. Belli kalıplar ezberletilerek bir an önce okuyan
öğrenci görmek, her iki tarafı da oldukça memnun etmektedir. Olansa çocuklara
olmakta, çocuklar ömür boyu anlamlı ve bilinçli okuma zevkinden mahrum
bırakılmaktadırlar. Başlarda sadece okumuş olmanın zevkini yaşayanlar böylece
mutlu olurken, günde, haftada veya ayda kaç kitap okunduğunun çetelesi
tutulmaya başlanıp şekle ve sayıya dayalı okumanın sürdürülüyor olması
sonucunda, işin öznesi olan çocuk, okuduğundan zevk alamaz hâle gelmekte ve
sonuçta da okumayan biri olarak toplumdaki yerini almaktadır.
Matematikte
temel olan, sayı değerlerinin kavranması ve aralarındaki ilişkinin mantık
ölçüsünde nasıl işlediğinin bilinmesi ve pratikte de ihtiyaca binaen
kullanılarak gündelik hayatta işe yarar hâle getirilmesidir. Sayı kavramını
yerli yerine oturtmadan rakamları şeklen ve ezber olarak alelacele öğrettikten
-öğretimin gerçekleşip gerçekleşmediği de kesinlikle tartışılır- sonra bir de
çarpım tablosu ezberletilince, gelsin problem çözme maratonu!
Problem çözme hırsı, aynen okumada olduğu gibi veli ve öğretmenin önü alınamaz ikinci tutkusudur. Çocukların seviyesine uygun olup olmadığının ve gereğinden fazla bilgi yüklemenin, birçok yönüyle tartışmaya açık olan öğretim programlarının üzerinde matematik sorularının çözdürülmeye çalışılması, aileler arasında yarışmaya dönüştürülmüş durumdadır. Öğretmenin başarısı, çocuğun seviyesine uygun eğitim-öğretim yaptığıyla değil, ne kadar zor soru çözdürdüğü ve ne kadar çok ödev verdiğiyle değerlendirilir hâle gelmiştir.
Resim,
müzik, beden eğitimi ve diğer temel yetenek derslerinin Türkçe ve matematik
derslerine feda edilmesinde hiçbir mahzur görülmemektedir. Çocuğun estetik
ruhunu geliştirmesine ve edebî zevki yakalamasına, sportif faaliyetler
sayesinde fiziksel enerjisini boşaltmaya imkân bulmasına fırsat vermeden
çocukluk ve gençlik yıllarını heder etmesine sebep olunmaktadır. Teorik
dersler, sabahtan akşama kadar okulda öğretmen, akşamdan gecenin geç saatine
kadar ebeveyn tarafından tekrar üstüne tekrar yaptırılarak, çocuklar eğitimden
nefret edene kadar sürdürülür olmuştur. Bunun sonucu olarak da çocuk, lisede
dahi dört işlemi yapamayan, okuduğunu anlamakta zorlandığı gibi meramını
anlatacak bir dilekçe yazamayan, herhangi bir konuda hiçbir becerisi olmayan
diplomalı insanlar topluluğunun okuma ve hesap bilmez üyesi olarak hayatını
sürdürmek durumunda kalmaktadır.
İki
temel ders üzerinde kısaca durmaya çalıştım, ancak diğer derslerde de farklı
işlem yapıldığını söylemek çok zor. Bütün öğretim kademelerinde, fırsat
bulunursa kitaplarda, ne kadar ansiklopedik bilgi varsa öğretilmeye çalışılmakta,
bilgi hamalı nesiller yetiştirilmektedir. Ders kitapları yetmezmiş gibi, ticarî
getirimi ön plâna alarak piyasaya sürülmüş olan, eğitimle hiçbir alâkası
olmayan yan kaynaklarla bilgi hamallığı zirveye ulaştırılmaktadır. Çocuğa,
hayatında ne kadar gerekli olacağı, hangi problemi çözmede işe yarayacağı
düşünülmeden bilgi yüklenmeye devam edilmektedir.
Bu
bilgilerin işe yaradığı tek bir yer var, o da çoktan seçmeli sınavlar! Kısa bir
zaman dilimi geçtikten sonra o bilgilerin hatırlanması mümkün değil. Sınav
zamanı çocuk, kitabı baştan sona, yeniden tekrar etmek zorunda; çünkü bilgiler
içselleştirilmemiş!
Sınıf
ortamında gerekli eğitimi veremeyen öğretmenlerin, “Fazla tekrarla öğrenirler”
düşüncesiyle çocuklara yükledikleri ev ödevleri, anne babaların diğer
öğrencilerden daha fazla bilgiye sahip olması düşüncesiyle ekonomik güçlerini
aşma pahasına çocukları ek ders almaya zorlamalarıyla, yaşlarının gereği gibi
yaşama fırsatları çocukların ellerinden alınmaktadır.
Yaşlarının
gereği gibi yaşayan değil, başkalarının arzu ve isteklerini yerine getiren,
özgür birey olma şansından mahrum bir nesil yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Ezberletilmiş bilgiler sonucu çocuğun hasbelkader çeşitli okullar bitirip bir
meslek sahibi olması sağlanmakta belki, belki çocuk en iyi mesleği elde etme
fırsatı yakalamakta –“iyi”nin neye göre tespit edildiği tartışılır-, ancak
çocuğun hayattan ne derece zevk aldığına bakılmamakta, isteği doğrultusunda
mutlu bir hayat yaşayamadan bir ömrün tüketilmesine zemin hazırlanmaktadır.
İçinde
bulunduğumuz çağda isteyen, istediği
bilginin kaynağına ulaşabilir. Okulların bilgi yükleyen mekânlar olmaya devam
etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Edinilen bilgilerin bir süre sonra unutulacağı
da dikkate alındığında, harcanan emek ve zamanın nasıl heder olduğu
görülmektedir.
Yeteneklerinin farkında olması, yeteneklerini keşfetmesi yönünde çocuğa katkı sağlaması gereken okul, çocuğu, verileni alması gereken bir robot olarak görür olmuştur. Düşünen, araştıran, soran, sorgulayan birey yerine verilenleri hafızasında depolayıp ihtiyaç duyduğunda kullanabileceği düşünülen nesil yetiştirilir hâle gelinmiştir. Bundan dolayı geleceğiyle ilgili hayâl kurmayan, plânlama yapamayan, arzusu ve isteği yönünde olmasa bile sınavların kendisini götürdüğü yeri kabullenmek durumunda kalan nesiller yetiştirilmeye devam edilmektedir.
Çocuğun verilenleri ne kadar tekrar edebildiği yerine, edindiği bilgiler ışığında yeni bir şey ortaya koyup koymadığına bakılmalıdır.
Müfredat
programları mevcut hâlleriyle öğrencilerin ilgisini çekmemekte, bilgi birikimi
vermekten ileriye gidememekte, edinilen bilgilerin yaşantıları boyunca ne işe
yarayacağı konusunda ikna edilmemiş nesiller yetiştirilmeye devam edilmektedir.
Bundan dolayı da öğrenci okula ilgi duymamakta, dersleri cazip bulmamakta,
çalışmalara gönüllü katılmamaktadır.
Eğitim
sistemi, günü kurtarmaya yönelik çalışmalar yapmaya devam etmektedir. Okul
kademeleri arası geçişler için ortaya konulan sınavlar, araç olmaktan çıkarılıp
amaçlaştırılarak asıl hedefinden saptırılmaktadır. Eğitim kurumları, yükümlü
oldukları eğitim ilke ve amaçlarına ulaşmak yerine, mevzuat ve yönetmelikleri
bir tarafa bırakıp günü kurtarmaktan ileri gitmeyen sınavlara yönelik
çalışmalar yapılmasına kapı aralamaktadırlar.
Çoktan
seçmeli sınavlar, eğitim ve öğretimin bir tarafa bırakılmasına, öğrenim süreci
sonrası hiç işe yaramayacağı bilinmesine rağmen şıklar arası tercihin nasıl
yapılacağı konusunda beceri kazandıran ancak davranışa dönüştürülmeyen geçici
bilginin depolanmasına hizmet etmektedir.
Harcama sorunu
Anneler
ve babalar çocuklarının geleceğini sınavlardan alacakları başarıya bağladıkları
için, varlarını yoklarını özel ders ve dershane ödemelerine harcamaktadırlar.
Sınava katılanların ancak onda biri özellikli okul ya da fakültelere
girebilmekte, geriye kalan onda dokuzu “Bir başka bahara!” diyerek yeniden
sınava hazırlık için kolları sıvamak durumunda kalmaktadır. Neticede fazla bir
değişiklik olmadığı için de emek ve o yolda harcanan kaynaklar yine boşa gitmiş
olmaktadır.
Çoktan
seçme maksadıyla yapılan sınavlar eğitimin başarı kıstası hâline geldiğinden,
okullar da sınava hazırlama merkezi konumuna dönüşmüştür. Öğrenci çoktan
seçmeli sınavlara o kadar adapte olmuştur ki karşılaştığı her sorunda dört
seçenekli bir oluşum bekler hâle gelmiş, hayatı dört seçenekte algılayıp
tesadüfen uygun olanı işaretlediğinde problemini çözebileceğine inanır olmuştur
âdeta.
Tekrara
ve ezbere dayalı öğrenenler, başkaları adına öğrenmeyi sürdüren kişiler hâline
gelirler. Kişi aldığını verir. Nakilci yöntemle ezberletilen bilgi
içselleştirilmediği için, geri dönütü kişiye ait olmayan bir düşüncenin ürünü
olacaktır. Bunun sonucunda da ithalci bir neslin yetiştirilmesine ortam
hazırlanmış olmaktadır. Mevcut nesil, başkalarını takip etmekte, onların
ürettiklerini tüketmekte ve onlara bağımlı yaşamak zorunda kalmaktadır.
Körpe
beyin, ailesinin ekonomik gücü nispetinde kendini yetiştirebilme ve emsalleri
arasında kendine yer bulma şansına sahip olmak ister. Her yetenek, bulunulan
imkân nispetinde değerlendirilmektedir. Bir tarafta hak etmediği hâlde belirli
noktalara yerleşenler varken, diğer tarafta imkânsızlıklar nedeniyle
yeteneklerine uygun imkân bulamayanlar, ömür boyu o şanssızlığın bedelini
ödemek zorunda kalmaktadırlar. Bu şartlarda eğitim, insan için kader olarak
algılanır olmuştur.
Müfredata
boyun eğen, sınırlarını zorlamayan eğitim süreci, standart toplum bireyi
yetiştirmektedir. Ülkenin gelişimi için standart değil, aykırı düşünen insana
ihtiyaç vardır. İnsanı merkeze almayan eğitim, bireyin arzu, istek ve
yeteneklerini devreye sokmadığı ve yaratıcı düşünceleri desteklemediği için,
birey, farklılık yaratan insanlar topluluğuna dönüşememektedir.
Bu sistemde öğrencilere yüklenen misyon, verileni alma, ezberleme ve gerektiğinde ezberlediğini kullanmasını becerebilme çabasında olmalarıdır. “Öğrenci sakin, itaatkâr, çalışkan biri olmalıdır” diye düşünülmektedir. Bu misyonla yüklenen öğrencilerin sormaya, sorgulamaya hakları yoktur; eleştirel zekâya sahip olmaları sistemin dışına atılmalarına sebep olur.
Toplumda
başarısız insanlar varsa -ki mutlaka vardır ve ne yazık ki çoğunluğu temsil
ettikleri görülmektedir-, bu sonuç onların suçu ya da kaderi değildir. Sorun,
bireysel yeteneklerini tanıyamamaktan, ona uygun gelişim sağlayamamaktan, kendi
özelliklerine uygun iş ortamlarında çalışamamalarından kaynaklanmaktadır.
Bunların hepsi toparlandığında ortaya çıkan tek gerçeğin, zamanında doğru
eğitim verilmemesi olduğu görülmektedir.
Çocuklar
için şehirleşmenin getirdiği sıkıntıları ortadan kaldıracak spor, sosyal
etkinlikler ve beceri geliştirici alanlar oluşturmak, eğitim yöneticilerinin
plânları arasında yer almamaktadır. Mahallerinde yaşayan insanların sportif ve
sosyal ihtiyaçlarına cevap vermesi gereken ve bu yönde sorumlulukları olan
yerel yöneticilerin ise, öncelikli görevleri arasına bu tesislerin yapımını
almadıkları görülmektedir.
Eğitimde
amaç, çocuğun kendi kendine yetmesi, kendisiyle ilgili kararlar verebilmesi ve
süreci yönetebilmesi ise, çocukların zoraki doldurulan kavanozlar gibi tuz buz
edilmelerinin önüne geçmek veya yarış atı misâli bitiş çizgisine vardığında
nefesi kesilen nesiller olmaktan kurtarılmaları gerekmektedir.
Toplumda
huzursuz/uyumsuz insan varsa, bu hâl, onun kapasitesine uygun ortamlarda
yaşamadığının, uygun bir davranış eğitimi almadığının göstergesidir. Toplum
içindeki insanların çoğunluğu mutsuz, başarısız ve hayattan zevk alamaz durumda
ise, bu onların gelişim süreçlerini doğru yaşamadıklarının kanıtıdır. Eğitim
süreçlerinin ne şekilde değerlendirdiğini mercek altına almakta daha fazla geç
kalınmamalıdır.
Çocukluk
dönemleri ve eğitim-öğretim
Genel
olarak canlı, neşeli, hayat dolu olan çocuklar, okul disiplinine girdikten
sonra içe kapalı, donuk, ezik ve standart hâle gelirler. Oysa her biri ayrı
özellikte ve birbirlerinden farklı yetenekleri olan her çocuk cıvıl cıvıldır. Ülkenin geleceğini plânlayanlar, bilinen bu
yapıya uygun ortamlar hazırlarken var olan güçlerini ortaya çıkarıp
geliştirecek bir eğitim programını hazırlamakla yükümlüdürler.
Günümüz
şartları göz önüne alındığında (anne ve babaların iş alanlarında olduğu
gözetildiğinde) 0-3 yaş çocuklarının, bakım dönemleri dâhil beş dönemde ele
alınmasında büyük yarar gören kurumsallaşmış eğitim ele alınıp ona göre kurulan
çözüm yolları, uygun şekilde ortaya konulmalıdır.
Bu
dönemler şöyledir:
Bakım dönemi (0-3 yaş, bakım ve
beslenme dönemi)
Çocuğun
kendini özgür hissettiği, egosunun gelişmeye başladığı devre olarak görmekte de
yarar vardır bu dönemi. Çocuk bu dönemde müdahaleden hoşlanmaz, saldırgan ve
inatçıdır. Bu durumda çocuğu katı disiplinle söz dinler hâle getirmek yerine
çocuğun dikkatini başka şeylere çekmek ve zihnini başka şeylerle meşgul etmek
daha doğrudur. Bu yaş aralığında çocuk kendisini, ihtiyaçlarını ve hayatı,
yakın çevresi ve eşyalar sayesinde tanımaya ve basit sözlerle ifade etmeye
başlar. Tanıma ve kavrama çabası öne çıkar.
Bu
dönem, sevgi ihtiyacı ve güven duygusunun gelişmeye başladığı dönemdir. Güven
duygusu, çocuğun sahip olacağı hasletlerin çekirdeğini oluşturur. Bu yaşta
çocuk, anneden mahrum yaşamamalıdır. Bu yaş aralığının sağlıklı olanı, çocuğun
anne ile birlikte olmasıdır. Ailenin ekonomik gücünü sarsmayacak düzeyde bir
finans desteğiyle çalışan annelerin izinli sayılmasına yönelik mevzuatın
düzenlenmesi önem arz eder. İlk gelişim çağında olan çocuğun anne ile bir arada
olması, bakım ve beslenme yönünden olduğu kadar, sevgi ve güven ihtiyacı
yönünden de önemlidir.
Hamilelik
döneminde başlayan birlikteliğin getirdiği yakınlaşma, özgüven oluşturmasına
oldukça katkı sağlayacaktır.
Okul öncesi dönem (4-6 yaş, 2
yıllık eğitim)
Çocuğun
dış dünyaya açıldığı ve olayları sorgulamaya başladığı dönemdir. Çocuk zihinsel
olarak aktiftir, her şeyi bilmek ve öğrenmek ister. Kendisini evrenin
merkezinde görür. Merak ve öğrenmenin, dil gelişimi ve toplumsal yaşam kurallarına
merak sardığı bir dönem olarak izah edebiliriz.
Okul
öncesi eğitimde çocuğun kendi yetilerini ve hayatı tanımasına, kişilik
gelişimine yönelik eğitim verilmelidir. Okul öncesi eğitimde amaç, çocuğun
doğuştan getirdiği potansiyeli en üst düzeye çıkarmak olmalıdır. Yetkili üst
eğitim kurumu tarafından okul öncesi eğitim iki yıl olarak belirlenmiş olsa da
bu eğitimin henüz ülke genelinde yeteri kadar yaygınlaşmadığı görülmekte, bir
yıllık anasınıfı ve iki yıllık anaokulu olarak iki farklı eğitim hizmeti icra
edilmektedir.
Tamamen
eğitime yönelik tanıma, anlama ve kavrama amaçlı yürütülmesi gereken süreç,
bilinçsiz yaklaşımlar sebebiyle heder edilmemelidir. Ehliyetsiz ya da bilinçsiz
eğitimciler ve velilerin öğretme hırsından dolayı bu eğitim kurumları bilgi
yüklenen, verilen bilgilerin ne kadar alınabildiğini ölçen kurumlara
dönüşmemelidir. Doğru eğitim programlarının belirlenmesi için araştırma
çalışmaları yapılmadan, hâlihazırda uygulanan ve pedagojik yaklaşıma hiç uygun
olmayan yanlış uygulamalara ısrarla devam edilmektedir. Akşam eve gelen veya
hafta sonu tatiline giren dört, beş, altı yaşlarındaki çocuklar ödev eziyeti ve
zayıf alma korkusu yaşamaya başlamakta, yaşlarına uygun çocukluklarını yaşamak
yerine, uykularını kaçıracak sıkıntılı durumlara girmelerine sebep olunmaktadır.
Ödev tamamlama zorluğu yaşayan çocuk, hayatı kendisine zehir ettiği gibi anne
ve babasına da benzer sıkıntılar yaşatmaktadır. Tedavisi mümkün olmayan bu
yanlış uygulamanın bir an önce önüne geçilmelidir.
Her
dilin kendine özgü anlama, algılama ve kavrama gibi temel özellikleri vardır.
Anadili özümsenmeden farklı dillere geçiş yapmak, millî zihniyetin gelişimini
engeller. Doğuştan itibaren işlenmeye hazır hâlde olan zihin, yakın çevresinden
edindiği duyum ve deneyimler sayesinde gelişir. Ana rahminde anlama ve
algılamaya, duyuları ve hisleri gelişmeye başlayan çocuk, o andan itibaren aile
ve yakın çevresinin etkisine girer. Bu sayededir ki, zihnin gelişimi anadil ile
mümkündür.
Bu
süreçte çocuklar anlama, algılama, dil becerilerini geliştirme, insanî ilişkiler
konusunda davranış kazanma, arkadaşlarıyla uygun iletişimde bulunma, uyum
içinde oyun oynama ve yapılacak üç boyutlu çalışmalarla beceri kazanma
etkinlikleriyle meşgul olmalıdırlar. Sınama, yanılma ve kurum içindeki yaşantı
yoluyla çocuğun hangi yönde doğuştan gelen bir yeteneğe sahip olduğu, nelere
meyledebileceği, hangi konularda desteğe ihtiyaç duyduğu tespit edilmelidir. Bu
çağdaki çocukların merakları körüklenmeli, becerilerini ortaya çıkaracak
ortamlar sunulmalıdır. Bu sayede çocuğun geleceğine yön verebilmek maksadıyla
ilk verilerin tespitine çalışılmalı, çocuğun bu süreci anlamlı yaşamasına
fırsat tanınmalıdır.
Anaokulu
çocukları akademik bilgi kaygı ve korkusu yaşamamalı, bu dönem çocukların
hayatı ve kendilerini keşfetme süreçleri sağlıklı değerlendirilmelidir.
İlkokul dönemi (7-10 yaş, 4 yıllık
eğitim)
İlkokul
eğitimi yaş aralığı, çocuğun masal ve serüven dönemlerini kapsar. Mantıklı
düşüncenin gelişmeye başlaması bu döneme rastlar. İlkokul eğitiminin amacı,
temel yaşam bilgileri verilmesine, yeteneklerin geliştirilmesine katkı sağlar.
Bu okulların asıl işi, beceri kazandırmak ve kişilik eğitimine devam etmek
olmalıdır.
Dört
yıllık süreyi kapsayan bu basamakta eğitim ağırlıklı olmak üzere çalışmalar
yürütülürken, öğretime hazırlık aşamasının uygulanması gerekmektedir. Süreç,
davranış kazandırma temelli yürütülmelidir. Çocukların var olan güçlerini
ortaya çıkaracak çalışma ortamlarına yer verilmelidir. Neyi ne kadar
kavrayabildikleri, ne kadar yapabildikleri tespiti yapılmalı, var olan
güçlerine göre hayat mücadelesiyle nasıl başarı olabilecekleri sınanırken,
zayıf yönlerinin nasıl geliştirileceği hususunda çalışmalar yapılmalıdır.
Çocuklara doğa ile ilgili bilgilerin verilmesi, yaşayan bütün varlıkların değeri ve öneminin kavratılması, bütün canlılarla ortak yaşam ihtiyacının hissettirilmesi ve her birinin bir diğeri için gerekliliği bu aşamada verilmelidir. Çocuğun yaşadığı dünyada yalnız olmadığının bilincinde olarak başkalarıyla birlikte yaşamayı hazmetmiş, diğer insanları olduğu gibi kabul edebilen, onların düşüncelerine saygı duyan özgür düşünceli birey olarak yetiştirilmesine katkı sağlanmalıdır. Bu düşüncelere uygun eğitim ortamları hazırlanmalıdır. Yerelden başlayıp evrenseli kucaklayabilen, doğa dostu, kişilikli insanların altyapıları bu aşamada oluşturulmaya başlanmalıdır.
Hayat
mücadelesinin olmazsa olmazlarından olan dil becerisinin en iyi şekilde
verilmesi gereken süreç, kurumsal yapının ilk altı yılıdır. Okul öncesi
eğitimde başlanmış olan dil becerisinin geliştirilmesine ilkokul döneminde hız
verilmelidir. Anlama, algılama ve problem çözmenin temel direğinin anadil
olduğu hesaba katılarak gerekli tedbir alınmalıdır. Anadili gelişmemiş olan
çocuğun diğer alanlarda başarılı olması mümkün değildir. Dil kapasitesi zengin
olan insan, daha geniş düşünebilme yetisine sahip olur. Düşünce akletmeyi,
akabinde keşfetmeyi getirecektir. Düşünme, akletme ve keşif isteği farklı olanı
ortaya koyma arzusunu doğurur. Bu da yaratıcılığın gelişmesini körükler.
İlkokul
sürecinde, gündelik hayatın gereklerini anlamaya ve ihtiyaçlarını gidermeye
yönelik eğitim amacıyla öğrenmeye girilmelidir. Yaşanmışlıklardan yola
çıkılarak yaşanacakların üstesinden gelme becerileri bu aşamada verilmelidir.
Çocuk ne kadar bilgi yüklendiği ve bilginin ne kadarını aldığı ile ilgili
sınamaya tâbi tutulmamalıdır. Çocuğun verilenleri ne kadar tekrar edebildiği
yerine, edindiği bilgiler ışığında yeni bir şey ortaya koyup koymadığına
bakılmalıdır.
Öğrendiklerini
ve duyduklarını irdeleyen, soran, sorgulayan bir zihnî yapının gelişmesine
fırsat yaratılmalı, özgün düşüncenin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmalıdır.
Ortaya konulan konuların hayatın gerekleri ile ilgili olduğu bilinciyle
yaklaşıldığı takdirde, alma yönünde arzu ve isteğin oluşması sağlanacağından,
gönüllü katılım oluşacaktır. Gönüllülük sayesinde yetenekler devreye girecek ve
o nispette beceri geliştirilebilecektir.
İlkokul
çocukları da akademik bilgi edinme kaygı ve korkusu yaşamamalı, bu dönemi
anaokulunda olduğu gibi, hayatı ve kendini keşfetme süreci olarak değerlendirmelidir.
Ortaokul Dönemi (11-14 yaş, 4
yıllık eğitim-öğretim)
Ortaokul
eğitimi yaş aralığı, ilk gençlik dönemine rastlar. Farkındalık bilincinin
oluşmaya başladığı, kendini kanıtlama, grup ve sorumluluk bilincinin gelişmeye
başladığı, duygusal, ruhsal ve bedensel olarak belli bir olgunluğun yakalandığı
ve soyut düşüncenin gelişmeye başladığı dönemdir.
Ortaokul
toplumsal değerler ve yaşam kuralları öğretimi, edinilen bilgilerin davranışa
dönüştürülmesi ve ahlâk bilinci edinilmesine katkı sağlama süreci olarak
değerlendirilmelidir. Ortaokul; davranış gelişimi eğitimleri aksatılmadan,
öğretimin başladığı bir basamak olarak ele alınmalı, akademik bilgi edinme,
edinilen bilgilerin gerektiği yerde doğru kullanılması becerisi
kazandırılmalıdır. Proje ağırlıklı çalışılması gereken bu kademe, edinilen
bilgilerin uygulama alanı olarak değerlendirilmelidir.
Altı
yıllık ön eğitim sayesinde özgüven oluşturulan çocuk, sınanmaya hazırdır artık.
Günümüz hayat gerçeğinin vazgeçilmezi olan sınav burada başlayabilir. Buna
rağmen sınavlar, hayat memat meselesi olmaktan çıkarılarak çocuğun neyi ne
kadar öğrendiğinin, verileni ne kadar algılayabildiğinin tespiti amacıyla
olmalıdır. Çoktan seçmeli yerine muhakeme ve yorum gücünü belirleyecek açık
uçlu sorulara yer verilmelidir. Ceza ve mükâfat yerine geçen not
değerlendirmesinden ziyade, sınav, çocuğun hangi konuda ne kadar desteğe
ihtiyacı olduğunu belirleyen bir araç olarak değerlendirilmelidir.
Lise dönemi (15-18 yaş, 4 yıllık öğretim)
Erken
gençlik dönemine rastlayan bu yaşlardaki kız çocuklarında duygusallık,
erkeklerde heyecan, dışa açılma, hırçınlık göze çarpar. Kendisi ve çevresiyle
ilgili konularda söz sahibi olma güdüsü kuvvetlidir. Düşüncelerde gelgitlerin
yaşandığı, ergenlik dürtüsünün kendini hissettirdiği bir dönemdir.
Lise,
akademik yeterlilik ve meslek edinmeye yönelik olmalıdır. Ergenliğin başladığı
yıllar olduğu için eğitim de öğrencilerin ergenlikteki yapısal durumlarını destekleyici
yönde devam etmelidir.
Ergenlik,
benlik olgusundan sıyrılıp toplumsal dünyaya açılma, ahlâkî ve aklî hareket
etmenin öne çıktığı bir çağdır. Lise ve üstü eğitim bireyselliğin tamamen
ortaya çıktığı, kişisel kararlarda olduğu gibi toplumsal yönden etki etme
arzusunun geliştiği bir süreçtir. Özgürlüğünü en çok hissettiği bu süreçte
genç, çevresinde, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere damgasını vurmak ister.
Bu süreçte insan, aynı zamanda akademik eğitim almahla birlikte bilimselliğe
uzanan yolun yolcusudur.
Bu
çalışmanın genel kapsamı “temel eğitim” olduğu için bu basamağın açılımına
girilmemekle birlikte, bu sürecin, gerçek akademik eğitimin yapıldığı ve
sonucunda seçilecek mesleğe karar verilecek süreç olduğunu söylemekle yetinmek
gerekir.
Son
söz
Okula
gitmek için can atan çocukları, okuldan kurtulmak için yol arayan bireyler
hâline dönüştürmemek gerekir. Bunun için eğitim ortamları oyun alanlarına,
eğlence ortamlarına dönüştürülmeli ya da o derecede çekici hâle getirilmelidir.
Yeni yetişen gençliğin hızla değişim ve gelişim yaşayan bu dünyada yerini
alabilmesi ve ayakları üzerinde durabilmesi bilgi, beceri, yeterlilik ve
yetkinliklerini ortaya çıkaracak bir eğitim almasına bağlıdır.
Çağın
gelişimleri karşısında yeni yapılanmalara yer vermek gerekebilir, ancak
yenileşme adına eğitim-öğretimde sıklıkla yapılan reformlar da o alanla
ilgilenen herkesi eğitimden soğutan bir hâle getirmemelidir. Reformlar ilgili
olanlara doğru anlatılıp benimsetildiğinde ve uygulama ciddî şekilde
denetlendiğinde olumlu sonuca ulaşıldığı görülecek, çalışmalar amacına
ulaşacaktır.
Dört
yıllık lise ile birlikte yükseköğretim de eğitim-öğretim dönemlerini oluşturmakla
birlikte, kurumsal eğitim-öğretimde birinci derecede hassasiyet gösterilmesi
gereken süreç, ilk on yılı içine alan temel eğitim sürecidir.
Temel
eğitim, çocukta var olanı ortaya çıkarma sürecidir. Çocukların hangi zekâ
yapısına sahip olup olmadığı, ne yönde beceri ortaya koyabilecekleri, bu
sürecin asıl amacı olmalıdır. Bunun için öncelik, yetenek tespitini yapmaktır.
Çocuğun spora mı, müziğe mi, sanata mı, teknolojiye mi, edebiyata mı, bilime mi
yatkın olduğu bu süreçte ortaya çıkarılmalı, eğitim-öğretimi ona göre plânlanmalıdır.
Kurumsal
eğitimin öğretim üzerindeki sınırlamalar öğrenmeye de yansımakta, bireyin
kendini doğru ifade edebilmesine kısıt getirmektedir. Çocuk, kendine
bırakıldığında hoşuna giden şeyleri öğrenir, iyiye ve güzele ulaşabilir.
Zorlanmayla verilmek istenen eğitimden hayır gelmez. Akılda tutulması zor ve
gereksiz bilgilerin öğrencilere yüklenmeye çalışılması, bilgi edinmeye karşı
arzu ve merakı öldürür.
“Çocuğu
okula uydurmak yerine okulu çocuğa uydurmak” düşüncesi çerçevesinde hareket
edildiği takdirde çocuğa kendi olma özgürlüğü verilmiş olur. Okul, öğrencinin
aynı zamanda oyun ve eğlence yeri olmalıdır.