Bitiş noktası meçhul maraton: Alışveriş çılgınlığı

Neden her yer dar geliyor? Niye çarçabuk bunalıp sıkılıyoruz da bulunduğumuz mekânları, derdini dinlediğimiz dostları içimizden sessizce, “Bunaldım” diye geçirerek terk etmeye yeltenir olduk? Neden bunca zamansızız?

“Ve insan, kendisine karşılıksız ikram edilen dünyayı yeniden satın alma gafletinde bulundu…”

***

1 Ocak 2020 günü zarûri bir ihtiyaç gerekçesi ile gittiğim AVM’de gördüğüm manzara şükretmeme, hayret etmeme ve de ürkmeme vesîle oldu.

Mağazalar hınca hınç dolu… Raflar neredeyse boşalmış… Franchising dükkânlarda, fast food mekânlarında, kafelerde, pastanelerde oturacak yer bulmak mesele.  

Dahası, dört katlı otoparkta park edecek tek bir boş yer için minimum 20 dakika beklediğinden söz eden insanları duyunca şaşkınlık kat sayım arttı. Bu manzaraya şükrettim, zira demek ki ayyuka çıkasıya yükselen “fakir ülke” teranesini mesnetsiz kılıyor.

Hayrete düştüm, çünkü küçüklerin büyükleri eğittiğine şahit oldum. Yaşlı, sakallı dedelerin, tonton babaannelerin torunları onlara fast food yemeği öğretmiş.

Bizim zamanımızda dedeler ve neneler, torunlarını klâsik Türk yemekleriyle tanıştırır, kültür taşıyıcılığı yaparlardı. Şimdi torunlar, Frenk kültürünü dayatıyor güngörmüş, yılları devirmiş büyüklerine…

Yüzlere baktığımda, adamların talepleri karşılama yorgunluğunu, hanımların edinme telâşını hissettim. Koridorlarda yürürken, azımsanmayacak anlaşmazlıklara, tartışmalara misafir oldu kulağım.

Adamların yüzlerine yansıyan ekonomik yorgunluğu, kadınların hareketlerinde saklı telâşı, gençlerin davranışlarındaki vurdumduymaz rahatlığı, küçük çocukların ağlamalarında her istediğini elde etme çabasını ve şımarıklığını sezdim.

Hâlbuki biz kanaatin zenginlik, israfın bereketsizlik olduğunu bilen, birbirini incitmekten imtina eden, eşyayı değil kalpleri esas alan bir toplum değil miydik?

Görünen o ki, benim bu zannımın üzerinden çok zaman geçmiş. Köprünün altından akan sular, o paylaşımcı, israftan imtina eden, eşyayı ihtiyaç nispetinde önemseyen ahvalimizi alıp götürmüş. Ürktüm…

Bu manzaranın nasılını ve nedenini düşündüm.

Tez harcar, çabuk eskitir olduk. Yenilere duyduğumuz ihtiyaç miktarınca yoksul, sahip olduklarımızı beğenmediğimiz nispette savurganlaşan bir toplum hâline geldik.

Ne ile tamam olacağımızı kestiremediğimizden olmalı ki, eksiklerimiz tamamlamakla bitmiyor. “Daha fazla, daha iyi, daha güzel, daha yeni, daha kaliteli, daha geniş, daha büyük” gibi bir “dahalar canavarına” tutsak oldukça yetinmelerimiz azalıyor.

Elimizi neye ve kime atsak tükeniyor…

Telâş içinde ömrümüz tükeniyor. Zaman işlerimizi yetiştiremeden tükeniyor.

Cebimizde paramız tükeniyor.

Dizlerimizde derman, kalplerimizde sevgi, kapılarımızda dost tükeniyor.

Tüketirken çoğalıyor yoksulluğumuz ve varlık içinde yok oluşun, gıyabî yoksulluğun menkıbesini yazıyoruz.

Varışlardan vazgeçtiğimizden beridir, bitip tükenmek bilmez bir yarışın koşucuları gibi mekik dokuyoruz alışveriş merkezlerine.

Dolaplarımızın boşluğundan değil, rûhumuzun açlığından düşüyoruz telâşa.  

Acaba baktığımız fiyat etiketi adedince hatır soruyor muyuz? Alışveriş merkezlerine gittiğimiz kadar, pencere önünde beklemekten tükenmiş bir çift ıslak göze dokunmak için aldığımız eşya adedince gidebiliyor muyuz?

Neden her yer dar geliyor?

Niye çarçabuk bunalıp sıkılıyoruz da bulunduğumuz mekânları, derdini dinlediğimiz dostları içimizden sessizce, “Bunaldım” diye geçirerek terk etmeye yeltenir olduk?

Neden bunca zamansızız?

Çünkü bizler tüketiciyiz. Üretsek de, üretmesek de tüketmeye mecbur edilenleriz.

Marka giyim kuşamlarla sınıf atlanıldığını zanneden, kariyeri eşya ile tesis etmeye yeltenen tüketenlerle dolu ülkemiz.

Yetinemeyip aslımızı, neslimizi, tarihimizi, geleneğimizi, öz kültürümüzü minik minik kemirerek tüketmeye pek teşne kimilerimiz…

Oldum olası kulağımı tırmalayan, zihnimin bir köşesinde kullanılan anlamından ziyâde bir meslek adıymışçasına canımı sıkan, üstelik ister istemez o kategoriye kendimin de girdiği “tüketici”lerdeniz…

“Tüketici” ifadesinin zihnimde bıraktığı tadı izah için “tamirci” gibi bir meslek adını çağrıştırdığını söylesem haksızlık olur. Çünkü tamirciler bozulanı onarır ve bunu yaparken hayata bir katma değer kazandırırlar.

Bozuk olan, çöp olarak hayata karışmamıştır ve tamircinin emeği, tamir edilenin kullanım ömrünü arttırmıştır. Peki, nasıl kabullendik biz bu “tüketici” yaftasını? Çünkü sorgusuz sualsiz değişmeye teşneyiz. “İzm”ler öyle buyuruyor!

İşte böylesi bir kabulle  “Tüketici Hakları” adı adında fişlenmiş durumdayız!

Ne tuhaf bir adlandırmadır ki, temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için bile “tüketici” unvanı ile anılmak durumundayız hepimiz.

Mes’ûd olsak gam değil, tükettikçe hırs ve kıskançlığın tetiklendiğinden ve ardından gelen rekabet duygusuyla varışlardan vazgeçip sonunda göğüsleyeceğimiz bir ip ve hedef olmayan yarışlara girmişiz.

Tüketmenin hipnoz edici tesirine kapıldık ve derin yaralar aldık!

Unutmasaydık almakla değil vermekle mes’ûd olacağımızı, yenik düşmeyecektik kapitalizmin rekabet tufanına. Ve çiğnenmeyecektik varlığı, kariyeri, gücü, etkiyi, yetkiyi eşyanın heybetiyle bağdaştıran materyalizm çarklarının diş(li)leri arasında…

Kolay lokma olmayacaktık ve yutulmayacaktık toplumları bölüp parçalama projesi olan pek çok “izm” tarafından…

Yer değiştirmeyecekti doğru ile yanlış… Ve yanlışı hakikatten saymayacaktık!

Azla kanaat ederken paylaşacak, paylaştıkça saâdetin kapılarını araladığımız gibi gelir dengesini de koruyacaktık.

Böylesi vurdumduymaz, boş vermiş, kendi telâşı içinde koşuşturan nemelâzımcılar olmayacaktık!

Geç değil… İsraftan, “izm”lerin kuklası olmaktan korunmak için bize görünmez ellerle sunulanı, uzaktan kumandalarla buyurulanı değil, ihtiyacımız olanı belirleme yeterliliğine sahip olduğumuzu fark etmek yeterli!

Dikte edilene talip olmak yerine, kendi nefis muhasebemizle kendi tercihlerimizi belirleme gayretine düşmek kâfi!

Eşyanın etrafında tavaf eylemekten muhafaza eylesin Rabbim bizleri…