Bitiş çizgisi

Birkaç saat önce şehre girmek üzereyken radyonun çalmak için çırpındığı ama frekansını bir türlü yakalayamadığı türkü, şimdi en net ve pürüzsüz hâliyle çınlatıyordu ovayı.

“YARAMA… Boşa… Merhem… Kâr… Dost…”

Hemzemin geçitten sonraki yokuşta frekansı değişen radyoda cızırtıların boğmaya çalıştığı tanıdık bir türkü, “Kurtar beni!” der gibiydi. Feryâdına kulak verdiğim türkü bitmeden bir an önce tepeye ulaşmak için yüklendim gaza. Yüksekte daha iyi çekeceğini düşünüyordum radyonun.

Dışarıda bunaltıcı bir yaz sıcağı vardı. Gözlerimi güneşten korumak için aracın siperliğini indirmeye çalışırken, asfalt yolun iki tarafında biçilmiş ekin tarlalarına konup kalkan kuşları fark ettim. Beni selâmlar gibiydiler. Gayr-i ihtiyârî, “Aleykümselâm” dedim. Daha uzakta, ara ara tarlaların sınırlarına gölgelik yapsın diye dikilmiş söğüt ve kavak ağaçlarının bir kısmını hatırlıyordum. Bazılarına göz âşinâlığım olan ağaçlar hızla geride kalırken, lâstiklerin her dönüşünde “bizim oralar” duygusu daha bir yoğunlaşıyordu içimde.

Biraz yavaşlayıp camları iki taraflı açtım. Tâze biçilmiş tarla kokusu doldu içeriye, yakınlarda bir yerde hâlâ biçerdöverler çalışıyor olmalıydı.

Radyonun anteni, frekansı tam olarak yakalayamamıştı. Kesik iniltiler, kulak tırmalayıcı cızırtılar eşliğinde bitmişti türkü ama iki hafif viraj sonrası bütün ihtişamıyla dört bin yıllık Zile Kalesi göründüğünde, yaklaşık sekiz saatlik yorgunluğum, sıla-i rahim sevinciyle yer değiştirmişti.

Kantarı geçtikten sonra şehir içine doğru Alparslan Türkeş Bulvarı’na saptım. Çay Mahalle’ye girerken, her aklıma düştüğünde gönlümü sızlatan, gözümü yaşartan kan kardeşim Hasan’ı hatırladım doğal olarak. Oturdukları sokağın başında durup baktım. Acı hikâyesini bütün şehrin bildiği, Ankara’da yüksekokul öğrencisi iken solcu militanlar tarafından ciğerlerine bisiklet pompası ile hava basılarak işkence ile öldürülen Ülkücü Şehit Dursun Önkuzu’nun evinin çaprazındaydı evleri.

İlkokul ile ortaokulu beraber okumuştuk Hasan’la aynı sınıflarda, aynı sıralarda… O annesiyle kalıyordu, ben annesiz. Benden daha avantajlı gibi duruyordu o günlerde. Onunla tam da bu mevsimde, bazı günler küflü yufkadan çökelek dürümü yapar, meşhur pekmeze tadını veren Zile üzümüyle yerdik -ki o küf kokusu hâlâ dimağımdadır-.

Arabayı Tekke Hamamı’nın yanı başına park edip Bedesten Camiî’nde ikindi namazını kıldıktan sonra Hükûmet binasına bitişik, leblebicilerin olduğu sokağa daldım. Biraz taze kavrulmuş leblebi, bir kilo da kome alıp İstasyon Caddesi’nden köprübaşına doğru yürümeye başladım. Yürürken özellikle bakıyordum insanların yüzlerine. Birkaç tanıdık simayla selâmlaştıktan sonra cadde üzerindeki bir markete uğradım. Lâzım olabileceğini düşündüğüm birkaç erzak aldım. Elimde poşetlerle çıkış kapısına yöneldiğimde, kıvırcık siyah saçlı, sırtı kambur gibi bir adamın kapıyı zorladığını gördüm. Kabarık saçlarından başındaki kasket düşecek gibi duruyordu, sakalları ve bıyıkları düzensiz uzamıştı. Mevsim yaz olmasına rağmen üzerinde siyah, uzun bir ceket vardı. Birkaç kez zorladı kapıyı. Girişin yan tarafta olduğunu söylemek için kapıyı içeriden açtım, eli boşluğa düşünce fark etti beni. Beni görünce önce sendeledi, sonra âdeta çakıldı olduğu yere. Korku, umut, hayret karışımı bir şeyler yaşadığı kesindi…

Gözlerini kısarak baktı bana, bir şey söyleyecek ya da bir şey hatırlayacak gibiydi. Üstü başı temiz de olsa adamın dilenci olabileceği geldi aklıma. (Sonradan bu düşüncemin beni ne kadar utandırdığını tahmin edemezsiniz.) Aklından her ne geçiriyorsa sormaya cesareti yoktu belli ki. Dudakları kararsız şekilde kımıldadı birkaç kez, sonra gerildi hafifçe. Yüzüne acı bir tebessüm yerleşti. İşte tam o an, hayatım boyunca unutmadığım ve unutmayacağım o yüz yeniden belirdi gözlerimin önünde. Yüzüne yerleşen acıyı okudum harf harf, çizgi çizgi, satır satır… Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum o hâlde.

Poşetleri elimden yere fırlatır gibi bırakıp sarıldım boynuna Hasan’ın. Tam otuz beş yıldır biriken özlemimi sevinç gözyaşları olarak bırakmak istiyordum kaldırıma. İnsanların şaşkın bakışlarına aldırış etmeden (ya da onları fark etmeden) defalarca gözyaşları içinde sarıldık birbirimize.

Birkaç paket bisküvi alacakmış köye giderken yolda acıkırım düşüncesiyle… Alıp çıktık marketten. “Oturalım” bir yerde dedim. “Yok, yürüyelim” dedi. Elimizdekileri ayakkabıcı İbrahim’e bırakıp yürümeye başladık. Doğal soru, ilk soru, can alıcı soru: “Nerelerdeydin gardaşım bunca zaman? Ne çok aradım seni…”

Üç cümleyi geçmeyen hayatını beş adımda anlatıp bitirdi Hasan. Ortaokuldan sonra annesi hastalanınca liseye devam edememiş. İki yıl sonra da annesi ölünce, annesinin akrabaları Deveci Ardı’ndaki köylerden birine çoban vermiş Hasan’ı. O günden sonra o köy senin, bu köy benim, yıllarca dolaşmış. Sadece ayda bir hamamda yıkanmak için iniyormuş şehre. “Yaklaşık on yıldır da şehre yakın diye Süleymaniye köyündeyim” dediğinde, Hasan’ı bulmaktan daha çok şaşırmıştım. “Yani onca yıldır bizim köyde miydin?” dedim. Bilinsin istememiş; zaten bizim köyde Hasan olarak bilmezlermiş. “Yirmi yıl önce kimliğimi kaybettiğimde garip bir hafiflik hissettim, o günden beri kim olduğumu söylüyorsam, artık oyum” dedi.

Eski hastanenin köşesinden Artova Caddesi’ne döndüğümüzde durdu. Ben yorulduğunu düşünürken, o, parmağını caddenin karşısına uzatıp oradan yanımıza kadar hayâlî bir çizgi çizdi. “Bitiş çizgisi buradaydı!” dedi.

Kazandığımız ilk koşuydu. O birinci olmuştu, ben ikinci. Onun koştuğu hiçbir yarışta birinci olamamıştım zaten; rüzgâr gibiydi, bütün müsabakaların açık ara birincisiydi. Onunla yarışan birinin onu geçme ihtimâli yoktu. Yozgat’taki ortaokullar arası yarışta bölge birincisi olduktan sonra öğretmenlerin de telkinleriyle koşucu olmaya karar vermişti Hasan. O günden sonra bütün hayâli, Mehmet Terzi gibi Türkiye Şampiyonu olmaktı.

Yeniden yürümeye başladığımızda ayakların da bilinci olduğuna inancım pekişti. Nereye gittiğimizi çok iyi biliyordum…

12 Eylül öncesiydi… Tam bu saatlerdi… Okuldan çıktığımızda, duyduğumuz silah seslerine doğru yürümüştük… O güne kadar sinema görmemiş bizler, film seyreder gibi canlı çatışma seyrediyorduk. Eğlenceli gelmişti bize. Sağ tarafımızdaki inşaatın ikinci katında mevzilenmiş gençler, Meslek Lisesi’ne doğru ateş ediyorlardı. Aynı şekilde de Meslek Lisesi’nin duvarları arkasından karşılık veriliyordu. Biz Hasan’la inşaattan arta kalan tuğlaların üzerine oturmuş, pinpon maçı seyreder gibi bir o yana, bir bu yana bakıp duruyorduk. Bize görelik bir durum yoktu, aralarındaki kavga onları ilgilendirirdi; biz çocuktuk ve bize ateş edecek hâlleri yoktu, üstelik okullarımız da farklıydı…

Hasan’a “Artık gidelim” demek için ayağa kalkmıştım ki sağ kolumda bir titreme ve yanık kokusu hissettim. Ama önemsemedim. Çünkü her yan barut kokuyordu zaten. Tam o esnada Hasan’ın yüzünde beynime kazınan, her aklıma geldiğinde de derinleşen o acı ifadeyi gördüm. “Bacağıma bir şey oldu” dedi. Hasan’ın bacağından tuğlaların üzerine kan sızıyordu.

Yanılmıştık… İnşaata mevzilenenler, anlaşılan boş dönmek istememiş, kolay lokma gördükleri iki çocuğu hedef seçmişlerdi. Benim sağ bileğimi yaralayıp geçen kurşun, Hasan’ın sağ bacağına saplanmıştı. O günü ben, sağ elimde hâlâ hissettiğim kısmî duyu kaybıyla atlattım ama kan kardeşim için kelimenin tam anlamıyla hayâllerinin yıkıldığı gün olmuştu. O kurşun, umutlarının bitiş çizgisi olmuştu Hasan’ın!

Vurulduğumuz yere yapılan binanın bahçe duvarına yaslandık. Tabakasını çıkardı, ustalaşmış hareketlerle sardı sigarasını. Sonra elini ceketinin diğer cebine soktu. Naylona kat kat sarılmış bir şey çıkarıp uzattı bana. Yozgat’ta onun birinci, benim ikinci olduğum yarışın Zile Postası’ndaki haberini kesip saklamış bunca yıl. İkimizin bol eşofmanlı, üç numara traşlı, siyah beyaz resimlerimiz vardı “Şampiyon Öğrencilerimiz” başlığı altında. O günlerden kalan tek hatıra olarak, umudu mu taşıyordu yüreğinde yıllardır, kahır ve umutsuzluğu mu, bilemedim.

Geldiğimiz yolu geri yürüyüp bindik arabaya. Köye doğru yola çıktık. Bir ara sessizlik olunca havayı değiştirmek maksadıyla dokundum radyonun düğmesine. Birden çok iyi bir fikirmiş gibi, gözlerim çakmak çakmak kabul edebileceği umuduyla döndüm Hasan’a, “Benimle İstanbul’a gel” dedim. Yüzüme baktı, bıyıklarından birkaç tel oynadı, ilk defa gülümsediğini gördüm. Ya da bana öyle geldi. Gözleri yüzüme takılı düşünür gibi yaptı üç beş saniye, kabul edeceğini sanmaya başlamıştım ki elini radyonun düğmesine uzattı. Yolun iki tarafında sıralanmış iğde ağaçlarının, olgunlaşmaya başlamış ayçiçeği tarlalarının üzerinde uçuşan kuşların duyacağı şekilde açtı sesini. Yüzünü, açık pencereden güneşin batışına doğru döndü. (Tesadüflere inanır mısınız? Bence de inanmayın!)

Birkaç saat önce şehre girmek üzereyken radyonun çalmak için çırpındığı ama frekansını bir türlü yakalayamadığı türkü, şimdi en net ve pürüzsüz hâliyle çınlatıyordu ovayı.

“Etme kurban olayım dost/ Ağlatma gelem, gelem/ Tutup elim kollarımı/ Bağlatma gelem, gelem/ Ağlatma gelem, gelem/ Yarama boşa merhem/ Sürme, kâr etmez dost…”*


*Aşık Nurşani