Bişnev: “Dinle neyden”

İnsanın insanlığını bilmesini üç aşamada tarif edebiliriz: İlmel’l-yakîn olarak Allah’ı bilgi yoluyla, aklıyla, fikriyle öğrenmesi ve yaşaması ve ardından insanda bulunan hırs, kin, öfke gibi duyguların terbiye edilmesiyle kalp gözünün açılması için çaba sarf etmesi…

ŞEMSİ Tebrizî ile Mevlâna Celaleddin-i Rumî Hazretleri ilk defa Konya’da, bir cadde ortasında birbirlerini görmüşlerdir. Bu buluşma, “Merace’l-Bahreyn” olarak anılır. Biri güneş, diğeri ay, birbirleri için açılan kapı gibidirler.

Şems-i Tebrizî’nin bir beldede uzun süre kaldığı görülmemiş, duyulmamıştır. Bir gün sessiz sedasız geldiği Konya’dan da sessiz sedasız ayrılıverir. Mevlâna, dostu için çok üzülür ve Şems’i aramaya başlar. Sultan Veled, bağrı yanan babası için yanına yoldaşlarını alır ve Konya’dan yola çıkıp Şam’a varır. Şems-i Tebrizî’yi araya araya bulur ve babası Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin kıymetli mektuplarını ve bazı hediyeleri büyük bir nezaketle sunar.

Şems-i Tebrizî mektubu okur. Altın, gümüş gibi hediyelerle işi olmadığını söyleyerek Muhammedî nur taşıyan Mevlâna’nın davetine ancak icabet edilebileceğini bildirir. Ve böylece tekrar Konya için sefer hazırlığını başlatmış olur. Merace’l-Bahreyn bir kez daha gerçekleşecektir. Konya’ya vasıl olunmuştur.

Aradan zaman geçer, Şems-i Tebrizî yine bir gün ayrılıverir. Bu seferki gidişi diğer gidişlerinden başkadır. Onun gidişi Mevlâna’yı yakıp kavurmuş, tabiri caizse kalbi ateşe kesmiştir. Bu hâl ile Mevlâna, Mevlâna olarak pişmektedir. Hasretini her an bir kor gibi yüreğinde taşır.

Mevlâna, Seyyid Burhaneddin’in halifesi ve aynı zamanda Kübrevî şeyhidir ama dostunun yokluğunu acı acı her an hissetmektedir. Yine böyle normal bir günde, kuyumcular çarşısının önünden ağır ağır geçmektedir. Başı önünde yürürken birden kulaklarına dövülen altınların simetrik ve ahenkli vuruş sesleri ilişir. Durduğu yerde bir müddet dinledikten sonra hırkasının yakasını tutup yerkürenin, Samanyolu’nun döndüğü gibi maddenin içindeki elektron ve proton parçalarının dahi döndüğünü müşahede ederek kendisi de ayakları üzerinde semaya başlar. Öyle ki, yaratılmış her bir zerre kendi çapınca öyle zikirdedir. Şems ve Mevlâna Hazretleri bu kervana katılarak kendilerini bu garktan alamaz ve meşke dururlar. Öğle namazından ikindi namazına kadar sema eylerler. Öyle ki, altın döven çırakların kollarında üzengiyi dövecek hâl kalmayıncaya dek…

Dövülmekten altından eser kalmamıştır ama dükkân sahibi de bu semanın içine dalmış, neyi var neyi yoksa yağmalanmasını söylemiştir. Semadan önce dükkânı ve altınları olan Selahaddin-i Zerkubî’nin semadan sonra hiçbir mal varlığı kalmamıştır. Allah’tan gayrı yüreğinde bir şey yoktur artık. Kalbinde bir de bu duyguları tatmasına vesile olan Celaleddin-i Rumî Hazretleri vardır.

Selahaddin-i Zerkubî, semanın aşkına tutulan varlığını meşkin ardına koymuş bir zattır. Şems-i Tebrizî hasreti ile yanan Mevlâna’nın meclisinden ayrılmamaya özen göstermiştir. Ümmi olan Selahaddin-i Zerkubî’nin en önemli özelliklerinden biri dinleme adâbıdır. Öyle güzel dinlermiş ki mübârek, ancak sorulursa ahlâkça ve akılca üstün vaziyette cevaplar hâsıl olurmuş kendisinden. Bu özelliğine Mevlâna da hayranmış ve onu dostluğu, akrabalık hukuku ile bağlamak istemiş. Çocuklarını evlendirerek dünür olmuşlar.

Hz. Salâhaddin-i Zerkûbi, Mevlâna’nın babası Şeyh Bahaddin-i Velî’nin, Seyyid Burhaneddin’in, Şems-i Tebrizî’nin ve Mevlâna’nın nazarını alabilmiş bir zât-ı muhteremdir. Öte âleme göçeceği zaman neyler ve kudümlerle gitmek istediğini beyan etmiştir.

Sema, çok önceden beri yapılmakta, bilinmekte olan bir duyma şeklidir. Ama Selahaddin-i Zerkubî, dükkânının önünde cereyan eden bu hâdiseye kayıtsız kalamamış, o da kendini semanın içinde bulmuş ve bu meşkin sarhoşluğu ile Mevlâna’dan bir an beri durmamış yüce şahsiyetlerden biridir. (Allah ondan razı olsun.) Öyle ki, kudümün temsil ettiği “Ol” emrinin ilk yaratılışın sırrını tutmaktadır. Olmak da, ölmek de Rabbimizin bir emrine bakar. Çıraklar altını dövmüşlerdi de, çıkan bu ahenkli sesten etkilenen Şeyh Mevlâna, ayne’l-yakîn duymayı müşahede etmişti.

Ney ilk sazlıkta şeker kamışıyken vatanında mutludur mutlu olmasına da ayrılması gereken, tekâmülünün gerçekleşeceği boyut için vatanından ayrı kalması gereken icaplar vardır. O da insanoğlu gibi aslî vatanından uzaktadır ve özlemektedir. Özlemini terbiye altına alarak sesini (feryadını) üflenerek dile getirmek istemektedir. Üflenilecek olan ney, diğer kamışlara oranla daha olgunlaşmış olan kamışlardandır. Ve seçilen neyin içi boşaltılır, üzerine yedi adet delik açılır. Neyzenler bu ağlayan/inleyen şeker kamışını yedi mertebe ile ruhlarının nidasını nefeslerine yükleyip böylece üflerler. Çünkü neyzen neye nefes verir, ondan sebeplenir.

Âlim olan Mevlâna, Mesnevî’deki ilk beytinde, “Bişnev” (Dinle neyden) diye başlar. Duymak için aramaktayızdır. İşte âşıkla maşuk veya Şems ile Mevlâna gibi neyzen ile neyin beraberliği böyle bir çile doldurmadır. Hiçbir şey sebepsiz, vesilesiz ve sonuçsuz yaratılmadı. Şems’in Mevlâna’yı araması da, bulması da sebepliydi. Sonra tekrar tekrar kaybetmesi de sebepliydi. Şems’ten sonra gelen Selahaddin-i Zerkubî’nin kuyumcu çarşısında dönmesi de bir sebebe, ardından gelecek olan Çelebi Hüsameddin’in gelmesi de bir sonuca dayanır. Hem de bu sonuç, Mesnevî beyitlerinin yazılması için sebep ve vesile hükmündedir.

Burada şeker kamışının ahvali, neye tekâmülüdür. Amacımız zaten bu yedi mertebeyi geçip hakke’l-yakîn noktasına varabilmektir. Tabiî bu noktaya gelebilmek için belli bir kaide, usul, talim ve terbiye gerekmektedir. Bir sema usulünün bile talim ve terbiyesi bizlerde çok şeylere sebep/vesile olabilir. Çünkü bir insan “bilme, bulma ve olma” yolculuğunda önce taklit ederek yolculuğunu bellemektedir. Olma yolculuğu, kâmil insanın varmak istediği menzildir. Allah (cc) ilk olarak insana “Ol” emrini vermedi; önce melekler, cinler, felekler, arz, sema, nebatat, cemadat, hayvanat yaratıldı. En son ise, murad olunan insan yaratıldı. Ama maksat insanoğluyken, sıra sıra, safha safha, sebep-sonuç, sebepli vesileler şeklinde, “Kün fe yekun” ile oldular, olmaktadırlar.

Sema terkibinin zahirî tarafları batınî taraflarımıza da etki eder. Bu maksat ile yola düştüğümüzde, insanın nefsi ile mücadelesinde dervişlerin tennuresi nefsin ölmesini temsil eder; derviş bu bembeyaz kıyafet ile nefsini kefenlediğini düşünür. Semanın başlangıcında Sevgililer Sevgilisine salat ü selâmlar getirilir. Kudüm darbeleriyle “Ol” emrini kulaklarımızda duydukça bedenlerde başka bir canlanma hissedilir. Nefesler neyi üflerken, neyin yanık bağrı inleye inleye insanoğlunu harekete geçirir. Eller yere kapanır, toprağın gönlü alınır, öpülür, tabiri caizse koklanır ve arama yoluna düşülür. Yolda bilene danışılması icap ettiğinden, derviş mürşidini arar. Sevgililer selâmlaşırlar ve mürşit nereye basıyorsa derviş de o yere basarak takip eder.

Semanın yapıldığı mekân yuvarlak şekilde olmalıdır. Sanki bir dünya gibi… Dünyanın yani mekânın sağ tarafı maddî âleme girişi temsil eder. Maddî âleme giriş, insanoğlunun Cennet’ten çıkıp dünya âlemine inişini kastetmektedir. Sol taraf ise ruhanî âlemde çıkışı temsil eder. Dünyada insanın insanlığını öğrenip, bilip, olma yolculuğundan sonra ruhaniyetinin dünya âleminden “fenafillah” mertebesi ile çıkışı kastedilmektedir. Semada verilen selâmlar bu âlemden öteki âleme verilen selâmlar anlamını da taşır.

İnsanın insanlığını bilmesini üç aşamada tarif edebiliriz: İlmel’l-yakîn olarak Allah’ı bilgi yoluyla, aklıyla, fikriyle öğrenmesi ve yaşaması ve ardından insanda bulunan hırs, kin, öfke gibi duyguların terbiye edilmesiyle kalp gözünün açılması için çaba sarf etmesi… Ayne’l-yakîn; aşk ve vecd ile kendinden geçebilmesi, kalbi ile görmesi, duyması gibi kalbin nurlanması... Üçüncü olarak hakke’l-yakîn ise, hayret mâkâmının bitip hayranlık mâkâmının aşk ve vecd ile varlıktan bekaya gitmesi...

Dervişin boynu sağına dönük vaziyette olup sağ eli duaya dönükken, sol eli ise halka dönüktür. Aldığını veren pozisyondadır. Bu pozisyon bir sebep vesilesidir. Başındaki külahı mezar taşıdır. Vahdet durağında ayak direr. Semazen döne döne, döndüğü yerde mıh gibi sabitlemek ister kendini. Olduğu yerde döner durur. Tarikattan hakikate, hakikatten marifete yol alma çabasıdır bu.

“Kendini bilen Rabbini bilir” ve “Dem, bu demdir”. Hiçbir şey tesadüfen yaratılmadığı gibi, Yüce Rabbimize yaklaşmak da sebepsiz/vesilesiz olmayacaktır.