Birlikte yaşamak

Birlik olmanın ve birlikte yaşamanın hakkını verelim. Duyalım, susalım, gerekirse hep beraber konuşalım. Gerekince yana çekilebilelim. Hakkımızı kullanmak yerine, hakkımızı feda edelim. Kanatlarını açmalarına, bazen kanatlarının bize çarpmasına müsaade edelim. Edelim ki, aynı yaşam alanında bizim de kanatlarımızı açmamıza izin veren ve gerekirse bunun eziyetlerine katlanan bireyler olabilsinler.

SABAHIN erken saatleri… Annelik işte, merhamet için erken değil! Yavru aç gitmesin diye bütün bunlar. Aç, yorgun, uykusuz, mutsuz, sıkıntılı… Hepsi için geliştirilen özel formüller var. Çarçabuk sofra hazırlanır abartısız ve en kolayından... İnsan sofrasını bile kendine benzetir, kendi gibi kurar. Kuralları, olmazsa olmazları, farkında olmadan damarlarına işleyen rutinleri, masa örtüsünü bile aynı ucundan tutarak geliştirdiği bir serme şekli vardır. Tabiî ev ahalisinin de, tüm bu olup bitenlerin etrafında kendince geliştirdiği belirli karşıt davranışlar…

Ne yaparsak yapalım, davranışlarımızın ve hareketlerimizin görünmeyen iplerle birbirine bağlanmış, tam olarak çözülemeyen, her birey ile farklılaşan menfi ya da müspet karşılıkları mevcut. Merhamet yumağı olarak dolanan annenin karşısında nazlanan, biraz da mızmızlayan bireylerin olması bu sebeple sanırım normal. Mesela bahsettiğim masa örtüsü aynı şekilde serilir. Yemeyeceğini bildiği halde o kahvaltı tabakları her seferinde çocuğun önüne konur. Yavru, farkında olmadığı bir mutluluk ve huzur ile bütün kanatlarını masaya indirir.

Zamane gençliği çok konuşmayı sevmez malûm. Yanında olmanı, masada birlikte oturmayı, yiyip yemediğini, velhasıl ruh halini görür, bilir ve önemser. Dile gelmez, ancak bilinir.

Teknoloji onlar kadar asil damarlarımızda mevcut değil ne yazık ki... Zamanın gerisinde kalmamak için denilse de, aslında bütün modern gereklilikler çocuklarımızın dünyasına erişebilmek ve dahası aynı gemide yolculuk yapabilmek için, hepimizin gözü kapalı başladığı sonsuz bir yarışa sebep olur.

“Bütün bu teknolojik yenilikler, dağlardan koparak gelen azgın bir selin karşısında elimize değen kuru dallara tutunabilme çabası olarak özetlenebilir.”

Büyük sözlerin altında kalan onca insanı tarih yazdı, kaydetti, öğüttü, unuttu gitti. Biraz yavaşlayabilmek, yavrularımızın meşguliyet ve ilgi alanlarına nüfuz edebilmek, aynı dili konuşuyor olsak da aynı kelimelere aynı resimleri koyabilmek için bütün bu modern iletişim aletleri, kaçınılmaz bir gereklilik olup çıkmıştır. Sanırım hangi cağda olursa olsun, insanoğlunun karşı koyamadığı bu büyük savrulma hep var olagelmiştir.

Bizler, “modern zaman” denilen yüzyılın insanlarıyız. Neyin moderni? Nasıl? Kime göre? Bunlar tamamen tartışmaya açık konular olsa da “bir öncekine göre modern oluş” gerçeğiyle yola devam edilebilir.

Süratle ilerleyen bir arabanın camından dışarıyı seyretmeye çalışan masumlar ordusu… Yavrular, seyrettikleri manzaranın ne olduğunu anlayabilme ile yeterince meşgul görünseler de bu kadar basit olmadığı aşikâr. Onları dört bir taraftan kuşatan dijital zincirleri ile bunu hem kolaylaştırıp hem de farkında olmadan içinden çıkılmaz hale getirdikleri de ortada. Büyüklerin sözlerine itibar etmek, bilgisayar yazılımlarının eski modelleri gibi zaman zaman güncellenmeye muhtaç görünüyor. Yukarıdan aşağıya söylenen hiçbir söz kabul görmüyor.

İstediği, istediğim olsun!

Anne ve baba olmak dikey davranış hakkına sahipmişiz hissini verse de bunun doğru olmadığı bilinmekte. Kendimden biliyorum, yavru söyleneni direkt reddetmese de otomatik olarak yedekleyip ileride “kullanılabilir” etiketiyle dosyalıyor sanki. Bu süre bazen çok yakın olabiliyor. Bazen ise hiç duymadığını ya da yedeklenmeden çöpe attığını sanıyorum...

Birey, kendini bütün bu iç ve dış etkenlerle birlikte inşa ediyor. Bunun üzerinde ailenin çok ciddi payının olduğu ise tartışma götürmez bir gerçek. Kumandayı elime alıp karıştırdığım zamanlarda yavruların beni nasıl dikkatle kaydettiklerine şahidim. Seyretmeyeceğimi bildikleri bir kanalda birkaç saniyeden fazla durursam hemen bir kıpırdanış oluyor. Annenin ilgisini çekmeyeceğinden emin oldukları veya seyrederken şahit olmadıkları her televizyon programı, onlar için de farkında olmadan çok ötelere itilmiş oluyor. Kabullerimiz, beğenilerimiz, normalleştirdiklerimiz, dinlediğimiz müzikler, memnuniyet ya da hoşnut olmama hallerimiz, genetik olarak değilse de ona yakın bir şekilde hepimizde mevcut ve kabul görüyor. Açıkça söylenmese de bir yaşam sekline dönerek önce bireyleri, sonra aileyi oluşturuyor.

Mutluluk ve sessiz bir huzur ile kanatlarını indiren yavrular, hafta sonları uzun uzadıya yapılan kahvaltıları, tabağımın kenarına ilişen ve bazen üzerine çay damlayan kitaplarımı, yazmak için acele edip “Kalem kâğıt getirin!” esprilerimi, babanın uzun uzun reklam ve gazete karıştırmalarını, az sonra alışverişe çıkılacak oluşunun tanımsız huzursuzluğunu içselleştirirler. Hayatları boyunca bu hafta sonları, bu büyük daire içinde dolanan anlamları ifade edecektir. Somut veya

soyut bütün yaşananları buna dâhil etmek de mümkün sanırım.

Yakın zamana kadar rüyamda küçüklüğümün kokusunu duyardım. Bunu uzun zaman yemek olarak düşündüysem de, şimdi biliyorum ki bu, ortamın, ailenin, konuşulanların ve hislerin kokusu. Anlaması zor ve anlatması oldukça karışık(!)…

“Farklı yaşlarda, tamamen farklı özelliklere sahip bireyler, hiyerarşik olarak adaleti içinde barındıran bir şekilde konumlanır, aynı yaşam alanında hem kendilerini inşa eder, hem de sevdiklerine kol kanat olmaya çalışarak toplumun en küçük birimi olan aileyi oluşturur ve yaşatırlar.”

En basit tarifin bile kendi içinde karmaşıklaştığı bir büyük mesele bu! “Önce bana değil, önce sana” kurallı, “Mutlu olmak değil, mutlu etmek” formüllü, meşakkatli ve uzun, keyifli ve de hakikî yaşamlar için yürünmesi gereken yol burada duruyor. Yavruların canımızı yakan sözlerinde mesela... Anlayabilirsek, kızmadan düşünebilirsek, bize tutulan aynada kendimizi görebilirsek, sevgi ve mutluluğa bir adım daha yaklaştık demektir.

Cevap vermekte zorlandığımız, ancak için için bildiklerimiz de bu yoldaki alametlerden sayılabilir. Uzaklarda arananlar şarkılarda güzel, bir de şiirlerde. Hakikat ise yanı başımızda sükût ediyor. Yavruların bahsettiğim kanatları sadece yemek masasına inmiyor; yaşları büyüdükçe gri bulutlar kaplıyor bakışlarını ve bazen etraflarına ördükleri duvarların devrileceğinden korkuyorum. Sesim ulaşmayacak zannediyorum. Gençliğin heyecanı ile uçuşuyorlar bütün odaya. İşte o zaman, biliyorum ki kanatları çarpıyor her yere! Tüy kadar narin, yumuşak, savruk ve sert bir yumruk gibi acımasız, kararsız...

Tam da bu sebeple birbirimize fırsat verelim istiyorum. Birlik olmanın ve birlikte yaşamanın hakkını verelim. Duyalım, susalım, gerekirse hep beraber konuşalım. Gerekince yana çekilebilelim. Hakkımızı kullanmak yerine, hakkımızı feda edelim. Kanatlarını açmalarına, bazen kanatlarının bize çarpmasına müsaade edelim. Edelim ki, aynı yaşam alanında bizim de kanatlarımızı açmamıza izin veren ve gerekirse bunun eziyetlerine katlanan bireyler olabilsinler.

Gözlerimizde görmek istedikleri, aslında bizim görmek istediklerimizden fazlası değil vesselam…