SABAHIN erken saatleri…
Annelik işte, merhamet için erken değil! Yavru aç gitmesin diye bütün bunlar. Aç,
yorgun, uykusuz, mutsuz, sıkıntılı… Hepsi için geliştirilen özel formüller var.
Çarçabuk sofra hazırlanır abartısız ve en kolayından... İnsan sofrasını bile
kendine benzetir, kendi gibi kurar. Kuralları, olmazsa olmazları, farkında
olmadan damarlarına işleyen rutinleri, masa örtüsünü bile aynı ucundan tutarak
geliştirdiği bir serme şekli vardır. Tabiî ev ahalisinin de, tüm bu olup
bitenlerin etrafında kendince geliştirdiği belirli karşıt davranışlar…
Ne
yaparsak yapalım, davranışlarımızın ve hareketlerimizin görünmeyen iplerle
birbirine bağlanmış, tam olarak çözülemeyen, her birey ile farklılaşan menfi ya
da müspet karşılıkları mevcut. Merhamet yumağı olarak dolanan annenin
karşısında nazlanan, biraz da mızmızlayan bireylerin olması bu sebeple sanırım
normal. Mesela bahsettiğim masa örtüsü aynı şekilde serilir. Yemeyeceğini
bildiği halde o kahvaltı tabakları her seferinde çocuğun önüne konur. Yavru, farkında
olmadığı bir mutluluk ve huzur ile bütün kanatlarını masaya indirir.
Zamane
gençliği çok konuşmayı sevmez malûm. Yanında olmanı, masada birlikte oturmayı, yiyip
yemediğini, velhasıl ruh halini görür, bilir ve önemser. Dile gelmez, ancak
bilinir.
Teknoloji
onlar kadar asil damarlarımızda mevcut değil ne yazık ki... Zamanın gerisinde
kalmamak için denilse de, aslında bütün modern gereklilikler çocuklarımızın
dünyasına erişebilmek ve dahası aynı gemide yolculuk yapabilmek için, hepimizin
gözü kapalı başladığı sonsuz bir yarışa sebep olur.
“Bütün
bu teknolojik yenilikler, dağlardan koparak gelen azgın bir selin karşısında
elimize değen kuru dallara tutunabilme çabası olarak özetlenebilir.”
Büyük
sözlerin altında kalan onca insanı tarih yazdı, kaydetti, öğüttü, unuttu gitti.
Biraz yavaşlayabilmek, yavrularımızın meşguliyet ve ilgi alanlarına nüfuz
edebilmek, aynı dili konuşuyor olsak da aynı kelimelere aynı resimleri
koyabilmek için bütün bu modern iletişim aletleri, kaçınılmaz bir gereklilik
olup çıkmıştır. Sanırım hangi cağda olursa olsun, insanoğlunun karşı koyamadığı
bu büyük savrulma hep var olagelmiştir.
Bizler,
“modern zaman” denilen yüzyılın insanlarıyız. Neyin moderni? Nasıl? Kime göre? Bunlar
tamamen tartışmaya açık konular olsa da “bir öncekine göre modern oluş”
gerçeğiyle yola devam edilebilir.
Süratle
ilerleyen bir arabanın camından dışarıyı seyretmeye çalışan masumlar ordusu… Yavrular,
seyrettikleri manzaranın ne olduğunu anlayabilme ile yeterince meşgul görünseler
de bu kadar basit olmadığı aşikâr. Onları dört bir taraftan kuşatan dijital
zincirleri ile bunu hem kolaylaştırıp hem de farkında olmadan içinden çıkılmaz
hale getirdikleri de ortada. Büyüklerin sözlerine itibar etmek, bilgisayar yazılımlarının
eski modelleri gibi zaman zaman güncellenmeye muhtaç görünüyor. Yukarıdan aşağıya
söylenen hiçbir söz kabul görmüyor.
İstediği,
istediğim olsun!
Anne
ve baba olmak dikey davranış hakkına sahipmişiz hissini verse de bunun doğru
olmadığı bilinmekte. Kendimden biliyorum, yavru söyleneni direkt reddetmese de
otomatik olarak yedekleyip ileride “kullanılabilir” etiketiyle dosyalıyor
sanki. Bu süre bazen çok yakın olabiliyor. Bazen ise hiç duymadığını ya da
yedeklenmeden çöpe attığını sanıyorum...
Birey,
kendini bütün bu iç ve dış etkenlerle birlikte inşa ediyor. Bunun üzerinde
ailenin çok ciddi payının olduğu ise tartışma götürmez bir gerçek. Kumandayı
elime alıp karıştırdığım zamanlarda yavruların beni nasıl dikkatle
kaydettiklerine şahidim. Seyretmeyeceğimi bildikleri bir kanalda birkaç
saniyeden fazla durursam hemen bir kıpırdanış oluyor. Annenin ilgisini çekmeyeceğinden
emin oldukları veya seyrederken şahit olmadıkları her televizyon programı, onlar
için de farkında olmadan çok ötelere itilmiş oluyor. Kabullerimiz, beğenilerimiz,
normalleştirdiklerimiz, dinlediğimiz müzikler, memnuniyet ya da hoşnut olmama
hallerimiz, genetik olarak değilse de ona yakın bir şekilde hepimizde mevcut ve
kabul görüyor. Açıkça söylenmese de bir yaşam sekline dönerek önce bireyleri,
sonra aileyi oluşturuyor.
Mutluluk
ve sessiz bir huzur ile kanatlarını indiren yavrular, hafta sonları uzun uzadıya
yapılan kahvaltıları, tabağımın kenarına ilişen ve bazen üzerine çay damlayan
kitaplarımı, yazmak için acele edip “Kalem kâğıt getirin!” esprilerimi, babanın
uzun uzun reklam ve gazete karıştırmalarını, az sonra alışverişe çıkılacak oluşunun
tanımsız huzursuzluğunu içselleştirirler. Hayatları boyunca bu hafta sonları,
bu büyük daire içinde dolanan anlamları ifade edecektir. Somut veya
soyut
bütün yaşananları buna dâhil etmek de mümkün sanırım.
Yakın
zamana kadar rüyamda küçüklüğümün kokusunu duyardım. Bunu uzun zaman yemek
olarak düşündüysem de, şimdi biliyorum ki bu, ortamın, ailenin, konuşulanların
ve hislerin kokusu. Anlaması zor ve anlatması oldukça karışık(!)…
“Farklı
yaşlarda, tamamen farklı özelliklere sahip bireyler, hiyerarşik olarak adaleti
içinde barındıran bir şekilde konumlanır, aynı yaşam alanında hem kendilerini
inşa eder, hem de sevdiklerine kol kanat olmaya çalışarak toplumun en küçük
birimi olan aileyi oluşturur ve yaşatırlar.”
En
basit tarifin bile kendi içinde karmaşıklaştığı bir büyük mesele bu! “Önce bana
değil, önce sana” kurallı, “Mutlu olmak değil, mutlu etmek” formüllü,
meşakkatli ve uzun, keyifli ve de hakikî yaşamlar için yürünmesi gereken yol
burada duruyor. Yavruların canımızı yakan sözlerinde mesela... Anlayabilirsek,
kızmadan düşünebilirsek, bize tutulan aynada kendimizi görebilirsek, sevgi ve
mutluluğa bir adım daha yaklaştık demektir.
Cevap
vermekte zorlandığımız, ancak için için bildiklerimiz de bu yoldaki
alametlerden sayılabilir. Uzaklarda arananlar şarkılarda güzel, bir de
şiirlerde. Hakikat ise yanı başımızda sükût ediyor. Yavruların bahsettiğim
kanatları sadece yemek masasına inmiyor; yaşları büyüdükçe gri bulutlar kaplıyor
bakışlarını ve bazen etraflarına ördükleri duvarların devrileceğinden
korkuyorum. Sesim ulaşmayacak zannediyorum. Gençliğin heyecanı ile uçuşuyorlar
bütün odaya. İşte o zaman, biliyorum ki kanatları çarpıyor her yere! Tüy kadar
narin, yumuşak, savruk ve sert bir yumruk gibi acımasız, kararsız...
Tam
da bu sebeple birbirimize fırsat verelim istiyorum. Birlik olmanın ve birlikte
yaşamanın hakkını verelim. Duyalım, susalım, gerekirse hep beraber konuşalım.
Gerekince yana çekilebilelim. Hakkımızı kullanmak yerine, hakkımızı feda
edelim. Kanatlarını açmalarına, bazen kanatlarının bize çarpmasına müsaade
edelim. Edelim ki, aynı yaşam alanında bizim de kanatlarımızı açmamıza izin
veren ve gerekirse bunun eziyetlerine katlanan bireyler olabilsinler.
Gözlerimizde görmek istedikleri, aslında bizim görmek istediklerimizden fazlası değil vesselam…