Birleştirici ve ayrıştırıcı taraflarda: Ehl-i Sünnet

Vahyin gelişinden Son Nebî’nin vefatına kadar 23 yıl süren insan ve hayat etkileşimi, bizim Kur’ân veya Sünneti bu insan-hayat eksenli 23 yılı unutarak tanımlama ve yorumlamamıza engeldir. Nitekim Kur’ân ve Sünnet etrafında tartışan, birbirini ağır ithamlarla suçlayan kişi veya cemaatlerin özde Kur’ân ve Sünneti değil, aksine insan ve hayatı çözemedikleri için bu kargaşaya düştüklerini gözlemlemekteyiz.

Modernite ve din

“GERÇEKTEN el-insan hüsrandadır…” (Asr, 2)

Yaşadığımız çağ, üç yüz yıldır “modern zamanlar” olarak tanımlanıyor. İnsanoğlu için “iyi”, “ilerici,” akılcı”, ”özgür” ve en önemlisi “yenilikçi” olarak övülüyor. Bu sahte “övülmüş/hamd edilen” süreçte Tanrı’ya karşı özgürleşen ve özgünleşen “süper insan” tasavvurları geliştiren siyasî, iktisadî ve fikrî akımlar da var olmuştur. Kuşkusuz modernleşmenin ve modernitenin kendini ifade ederken ve hedeflerinden söz açarken en fazla “öteki” kıldığı, geride bıraktığı olgu “el-din” olmuştur.

El-din ile ilgili hesaplaşmasını Hıristiyanlıkla başlatan modernizm teorisyenleri, özde ve sözde birleyerek/birleşerek, insanoğlu için “din”in özne olmaktan tamamen çıkarılması gereken, Ortaçağ’dan kalma bir “kurgulanmış varoluş tözü” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla yeryüzündeki tüm el-dinler, Hıristiyanlığın şahs-ı manevîsinde toptan yok sayılmışlardır. Artık bir kültür nesnesi/objesi olarak görülecek mevcut tüm el-dinler, modernliğin koparak özgürleştiği gelenek içindeki din kavramının hatıraları olarak betimlenmişlerdir.

Kuşkusuz modernizmin çok iddialı, kararlı ve kendi akıl evindeki hesapları, hayat çarşısında ve tarihin akışında tutmamış, yeryüzünden sökülüp gideceğine inanılan el-dinlerse varlıklarını korumakla kalmamış, aynı zamanda “modern sonrası” (post-modern) diye tanımlanan aşamadaki aktörlerden biri olduğunu ve ölmediğini “çoğulculuk” içinde yuvalanarak göstermiştir.

Bu bağlamda Müslüman coğrafyasındaki modernleşme süreçlerinin yaşattığı arayışlar, bu süreçlere direnen Müslüman toplulukların yaşadığı fikrî, siyasî ve iktisadî krizler ve önemlisi de “modern devlet” ölçeğinde gelinen noktanın ortaya çıkardığı paramparça olmuş ümmet haritası, dünü, bugünü ve yarını kurtarmayı hedefleyen bir çığlığı gök kubbede inletmiştir: “İlâhî, hidayet et!”

Vahiy, “İnsan fıtratına yaklaştıracağım” iddiasıyla veya ideal insan modeli adına kişiyi ait olduğu kültürden, coğrafyadan, örften, dil ve tarzdan asla koparmamıştır. Yani örneğin Arap’ın “Arap” oluşuna halel getirmemiştir. Arap olma gerçeğini insan fıtratında eritmemiş, ideal insan ufkunda kaybetmemiştir.

Kur’an ve Sünnet

“Elif, lâm, mim. İşte muttakiler için hidayet olan, şüphe/çelişki barındırmayan El-Kitap!” (Bakara, 1-2)

Modern zamanlarda, Müslüman coğrafyanın dört bir yanında, hayatın her aşamasında ve devletin her kademesinde siyasî, fikrî, iktisadî ve ahlâkî çözülme, dağılma ve çaresizliğin içinde inleyen ümmeti “kurtarmak” adına ortaya çıkan iki ana refleks dikkat çekmektedir: “Mehdilik” iddiaları ve de Kur’an ve Sünnete dönüş, yani “ihya hareketleri”…

Mehdilik iddiaları, özünde “tarihin sonu” kültünü, ihya hareketleri ise “tarihin köklerine/öze dönüşü” içeren “tarihin başını bulmak” arayışını betimlemektedirler.

Müslümanların bin dört yüz yılı aşkın birikimi/akan nehri içinde “başa dönmek” ile “sonunu getirmek” çabalarının ortak bir paydada/zeminde buluştuğunu da ayrıca tespit ediyoruz: “Siyasallaşma”… Nitekim tarihin başına dönmek ve oradan geriye dönmek iddiasındaki tüm ihya hareketlerinin özünde bir “İmamet-Hilâfet” orjinli algı, yorumlama ve modelleme olduğunu tespit etmekteyiz. Mehdilik iddialarının da “küfrü dağıtan kutsal kişi” metaforu içinde “batınî siyasallaşma” diyebileceğimiz bir örgütlenmeye evirildiğini gözlemlemekteyiz.

Modern zamanlarda, “siyasallaşma” parkurunda koşan her aklın “modern devlet” zihniyetinin kodlarına sahip olacağı ve dünyadaki “ulus devlet projeleri”ne hizmet eden ve üst akıl olan İngiliz istihbaratına eklemlenme riski yüksek politik oyunlara düşeceği âdeta bir “görünen köy” hükmünde idi. Nitekim bu tuzaklara düşen Müslümanlar da çoğunlukta idiler. Bu oyunlara/tuzaklara düşen Müslüman toplulukların serencamı ayrı bir analiz konusu olacak kadar karmaşık ilişkiler içerdiğinden konuyu detaylandırmayacağız.

Ancak bu süreçte, “Müslüman Coğrafyada Fikrî Hareketler” başlığı altında toplayabileceğimiz öze dönüş filizlenmelerinin boy verdiğini söyleyebiliriz. Bu filizlenme, Müslümanın varoluş bilincinin iki kaynağından besleniyordu: Kur’an ve Sünnet!

“Kur’an” ve “Sünnet” kavramları, hiçbir Müslümanın şerh düşemeyeceği ve itiraz edemeyeceği “mutlak” hakemler niteliğine sahiptiler. Ancak Müslüman coğrafyada bu iki kaynaktan anlaşılan, yorumlanan ve uygulanan örnekler, ileri sürülen tezler ve hedeflenen yol haritası arasında o kadar büyük fark ve/veya karşıtlıklar vardı ki, birbirlerini “müşrik”, “sapık”, “fasık”, “kâfir” ve “münafık” olarak suçlayacak, hatta öldürecek kadar iddialarında “sapkın” olabiliyorlardı. Yani bu iki kavram/kaynak bile ayrışmaya, çatışmaya ve savaşa araç kılınabiliyordu. Çünkü siyasallaşma, hepsinin kanında dolaşan zehir gibi tüm melekeleri/organları çürütüyordu. Kuşkusuz vücudu zehirleyen bu “siyasallaşma” olgusu belki “dozajı fazla alınan ilaç”, belki de şifa olacak bir imkândı. Ancak hastane koşullarında tahlil sonuçları ve doktor reçetesi ile kullanılmadığından, bu sonuçlar oluşuyordu.

Kur’an ve Sünnete dönüş çabalarının “İmamet-Hilâfet” ve “İslâm Devleti” sözlüğü içinde geliştirdiği dil ve hareketleri bu yazımızda konu etmek istemiyoruz. Biz bu yazımızda Kur’an ve Sünnet kavramlarından modern zamanlarda ne anlaşıldığı ve özellikle Hz. Muhammed’in (Aleyhisselâm) Sünnetini nasıl rehber edinmemiz gerektiğine dair bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz. Çünkü Müslümanlar, “Kur’an” denilince zihinlerde aynı/tek kaynağı, yani mevcut Kur’an mushafını canlandırabilmekte, fakat söz konusu “Sünnet” olunca aynı netlik ve kullanımda ortak bir Sünnet hafızasında buluşmakta zorlanmaktadırlar.

Özellikle “uydurma hadisçiler” veya “Sünneti inkâr eden Kur’ancılar” gibi suçlamaların medya üzerinden Müslümanları meşgul eden ayrışmalara sebep olması nedeniyle “Sünnet” kavramı, bir hayat rehberi olma gündeminden çok, bir “mezhepçilik, cemaatçilik ayracı” hâline dönüştürülebilmektedir. Oysa Kur’an ve Sünnet, Son Nebî Hz. Muhammed’in (Aleyhisselâm) hayatında bir bütünlük arz etmektedir.


Kur’an (sadece) “metin”, sünnet de (sadece) “hadis” değildir!

Halis din sadece Allah’ın olmalı. Allah’tan başka veliler edinenler, ‘Onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor’ diyorlar. (Bu tartışılan) iddiaları Allah ahirette hükme bağlayacak. Allah yalancıları, hakikati örtenleri hidayete erdirmez.” (Zümer, 3)

Kur’an ve Sünnet kavramlarını iki temel (pergelin merkezi hükmünde) kavramdan kopararak ele aldığımız zaman birleştirici ve hidayet kaynağı olan bu iki mübarek imkân, suiistimale açık şekilde sömürülmek ve politize edilmek üzere birer araç kılınacaktır. Nedir bu iki temel kavram? İnsan ve hayat…

Kur’an ve Sünnet, insan ve hayat kavramından bağımsız ele alındıklarında, (her zaman tespit edileceği üzere) Kur’an, bir “metin” seviyesine indirgenir ve Sünnet de sadece (yine bir metin olan) “hadis” ile özdeşleştirilir. Sonra bir bakarsınız, bazı Müslümanlar Kur’an metninden ayet okuyarak başka Müslümanları ağır ithamlarla suçlarlarken, buna karşılık o başka Müslümanlar da yine hadis kitaplarından metinler okuyarak karşı tarafa ağır suçlamalar yöneltiyor olurlar. Bu tarz algı ve tutumların ümmete ödettiği bedelleri ise saymakla bitiremeyiz.

Oysa Kur’an ve Sünneti metin düzeyine indirgememizi engelleyen ve insan-hayat kavramlarını pergelin merkezi kılan hepimizin bildiği büyük bir gerçek/delil var: “23 yıl”!

Vahyin gelişinden Son Nebî’nin vefatına kadar 23 yıl süren insan ve hayat etkileşimi, bizim Kur’an veya Sünneti bu insan-hayat eksenli 23 yılı unutarak tanımlama ve yorumlamamıza engeldir. Nitekim Kur’an ve Sünnet etrafında tartışan, birbirini ağır ithamlarla suçlayan kişi veya cemaatlerin özde Kur’an ve Sünneti değil, aksine insan ve hayatı çözemedikleri için bu kargaşaya düştüklerini gözlemlemekteyiz. Zaten tarafların insana ve hayata dair rehberlik etkisi taşımaktan uzak olan “Müslümanların imanını, akidesini, ahiretini biz kurtarıyoruz!” şeklindeki hissiyatla hırçın kamplaşmalara girmeleri sebebi de insan ve hayat karşısında çözümsüzlük içinde kalmaları veya modernlik karşısında çözülmeleridir.

Tam da bu noktada, Allah’ın sıfatlarını sadece Allah’ta birleyen ve Müslümanları birleştirici insan ve hayat örnekliğinde toplayan Hz. Muhammed’in (Aleyhisselâm) Kur’an ve Sünnet bütünlüğündeki hayatını rehber edinmek, hepimiz için nimet verilenlerin yolu olan “sırat-ı müstakim”dir.

Peki, 23 yıl gerçeğinin insan ve hayat bağlamında Kur’an ve Sünnet anlayışımızdaki rolü ve tasavvurdaki çizgileme gücü nedir? Bu konuda 23 yılın, Kur’an ve Sünnet kavramlarından aynı hafızayı yüklenmemizi sağlayan önemli mesajları var.

Bu bağlamda Vahyin “insan” ile ilgili tasnifleri ve tasvirleri ile hayat hakkında Nebî’ye verdiği yetkileri baştan bilmemiz gerekmektedir. Özellikle “Kutlu Doğum Haftası” etiketiyle düzenlenen etkinlik ve uygulanan projelere de baktığımızda, söz konusu faaliyetlerin Son Nebî’nin insan ve hayata dair Kur’an ve Sünneti nasıl bütünlediğine ilişkin çözümlemeler yapmakta çok zayıf kaldıklarını görmekteyiz.

Kutlu Doğum Haftası’nda edebî övgüler, tarihî hatıratlar ve psikolojik önermeler ile sınırlı çabalar, “görevi yapmak” kabilinden kalacaklardır. Oysa hayatın her deminde Nebî’yi rehber edinirken yoğunlaştırılmış bazı günlerde istişare ve hâlleşmek özgünlüğünde Nebî’de odaklanmanın maksadı doğru tarif edilmelidir. Bunun başlangıç çizgisi ise insanı ve hayatı sadece metinlerde aramamak ile çizilmelidir.

Bugün elimize Kur’an mushafını aldığımızda, önümüzde sadece ayetlerden oluşan bir “metin” durmaktadır. Bugün Sünneti kayıt altına alma çabası olan hadis ilminin bir telif eserini, yani herhangi bir hadis kitabını elimize aldığımızda, önümüzde yine sadece bir “metin” durmaktadır. Metin bize insan ve hayata dair bir kural, hatıra, söz ya da öneride bulunabilir, ancak insan ve hayat metne sığmaz! Bu nedenle insan ve hayatın metin ile ilişkisi “usûl” üzere olmak durumunda. Aksi hâlde ya metin insan ve hayatı boğar yahut da insan ve hayat, metni suiistimal eder.

Vahiy, 23 yıl boyunca, indiği dönemin el-insanının bilmediği bir kelime, duymadığı bir canlı isim, tuhaf karşılayacağı bir kıssa, yaşamadığı bir olay zikretmemiştir. Tam aksine, el-insanın düzeyine inmiş, onun hafızasını eksen almış, bu hafıza ile sınırlı kıssalar, Nebiler ve olayları zikretmiştir. 

İnsan ve hayat usûlü

İnsanoğlunun yeryüzünde var olduğu sürede üç yönelişi olduğunu biliyoruz: Varlık olarak öz ve fıtratına yönelişini ifade eden “insan olmak”; belirli bir coğrafya, kültür, çevre, örf, tarz ve mizaç içinde aidiyet ve de kimlik geliştirdiği “belirli bir insan hâli” (yani el-insan); önde gidenler, öz veride bulunanlar, öncüler, kahramanlar ve rehberler anlamındaki “ideal insan”…

İnsan, el-insan ve ideal insan yönelişleri sebebiyle insanı üç boyut veya aşamasıyla ele almak, bizi, insanı kavramada bir “usûl” sahibi kılar. “İnsan” derken, insanın doğasını, fıtratını, özünü, genetiğini, beden ve ruh kodlarını kastediyoruz. Şu veya bu insanoğlunu değil, tarihin ve coğrafyanın içinde belirli insanı değil, insan cinsini kastediyoruz. İnsanoğlunun tüm tecrübeleri içinde damıttığı ve evrensel kabuller listesine aldığı “Önce ‘insan’ olalım!” deyiminin kastettiği de “fıtrat insanı”.

Nitekim Vahyin, “Sevin”, “Adil olun”, “Tartıyı bozmayın”, “Masum insan öldürmeyin”, “Büyüklere saygı gösterin”, “Fıtratta, imanda eşitsiniz”, “Bağışlayın”, “Hırsızlık yapmayın”, “Yetim malı yemeyin” veya “Kadın-erkek, aynı nefsten yaratıldınız” gibi insan fıtratına seslenen ayetleri, “insan cinsi” eksenli hitaplar içerir. İnsanoğlunun da tecrübesi, bu fıtrî insanı özleyen ve bu tavsiyelerin kıymetini bilen finallerle doludur. Ancak Vahiy, insan fıtratını korumak ve ona uygun “insan” tasavvurları ve tarifleri yapmanın yanı sıra, bir de “önde gidenler, öz veride bulunanlar, sorumluluk sahipleri, fedakârlar, kahramanlar, içten korkanlar, samimiler, sevdalılar, güzel insanlar, yani muttakiler, şehitler, salihler, muhlisler ve müminlerden örnekler verir”!

Vahiy, bize insan fıtratına uygun “insan” ile “ideal insan”ı anlatıp örneklerken ya da tarif ederken, Vahiy terbiyesi almış Nebîleri örnek gösterir. Dolayısıyla tüm Nebîler, insanoğlu için insan fıtratı üzere yaşamış ve ideal insan örnekleri olarak sunulurlar.

“Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Resulünde en güzel örneklik vardır.” (Ahzab, 21)

Ancak Kur’an ve Sünnet ile ilgili algı, yorumlama ve tarifteki kafa karışıklığı veya mezhep, cemaat ve tarikat sayısında renk tonu farklılıklarının sebebi, Vahyin “insan” ve “ideal insan” ile ilgili ayetlerinden çok, üçüncü bir yön olan “el-insan” ile ilgili ayetleridir.

Vahyin 23 yılda inmesinin sebebi de insan ve ideal insan değil, “el-insan”dır. Çünkü el-insan mevcutta, belirli coğrafyada, belirli kültürde, belirli örfte yaşayan ve kendi aidiyetini ve kimliğini bu unsurlara göre kemikleştirmiş insan tipidir.

Vahiy, el-insanı muhatap alacak ve yavaş yavaş, aşama aşama, sindire sindire, yani “tedrîcen” önce insan fıtratına yaklaştıracak ve el-insan fıtrata yaklaştırıldıkça, daha sonra da ideal insan örnekleri ile teşvik ve motive edilip yetiştirilecek.

Nitekim el-insanın insan fıtratına uygun hâle getirilmesi ve daha sonra ideal insana yönelmesini sağlamak için yıllara ve kuşaklara ihtiyaç var. Vahyin 23 yılı, işte bu el-insanı insana ve ideal insana yaklaştırma niyeti/hedefi metodu sebebiyledir!

Nitekim bunun sadece insanın değil, tüm varlığın da ihtiyacı olan bir süreç olduğunu Âlâ Suresi’nin ilk ayetleri hatırlatır: “Yüce Rabbini tespih et; O yarattı, seviyelendirdi, kaderlendirdi ve hidayete yöneltti…” (Âlâ, 1-3)

Öyleyse şu temel tespiti yapabiliriz: Vahiy için mevcut insanların, insanoğlunun ve el-insanın insan olması, kalması ve ideal insana varması için bir “süreç/terbiye/eğitim” metodu mevcuttur. Hatta şunu söylemek bile mümkün: Vahiy sadece insan için genelgeçer evrensel şeyler söylemek ve ideal insanlardan örnekler vermek için inseydi ve sadece insan ve ideal insanı muhatap alsaydı, o zaman toptan inebîlir ve 23 yıl gibi bir sürece siyere ihtiyaç duymazdı.

O zaman anahtar kavramımız, “el-insan”!

El-insan, Kur’an ve Sünnetin, Nebî’nin hayatı ve bütünleşik hayatındaki ortak payda/zemin özelliği, “el-insan” ile neyin kastedildiğini netleştirmeye bağlı. Çünkü bugün bile birbirlerini “Sünneti inkâr eden Kur’ancılar!” veya “Hadis uyduran uydurulmuş din mensupları!” diye yaftalayan bazı Müslüman grupların bile çözümleyemediği insan ve hayat usûlündeki etkin olgudur “el-insan”.


Vahiy ve el-insan

Arap dili ve tarih sosyolojisi açısından eğer insan cinsini kast etmiyor da belirli bir kimlik, kişilik, tarz, mizaç veya müntesip insanoğlundan bahsediyorsanız, dilbilgisi kuralı gereği ve tipolojileştirme açısından o kelimenin önüne “el” takısı, yani “belirlilik/marifet” takısı getirirsiniz. Cins ise “nekre”, yani “el” takısı olmadan kullanırsınız. “El-insan” yerine, sadece “insan” gibi (“insan cinsi”). Veya kadın cinsi ise “el” takısı olmadan “nisa” (kadın), belirli bir kadından bahsedecekseniz “el-nisa” dersiniz.

Bilindiği üzere Vahiy son kez Son Nebî’ye geldiğinde, karşısında belirli bir coğrafyanın, kültürün, örfün, mizacın ve alışkanlıkların insanı, yani “el-insan”ı buldu. Bu bakımdan Arap, bir “el-insan”dır. Nitekim Türk de ayrı bir el-insandır. İngiliz, Japon, Farslı, Rus için de el-insandan bahsederiz.

Yeryüzünde el-insan çeşit çeşittir. Kültür, atacılık, gelenekçilik, ideolojiler, kavmiyet hep birer el-insan özelliğidir. Hatta insanı şekillendirerek onu “el”-insan yapan ellerdir.

Şimdi gelelim kritik eşiğe, yani Vahyin “el-insan”ı muhatap alışına! Âdeta iki ayrı nehrin denize katışmadan birleşmesi gibi, Vahiy, el-insanı muhatap alırken, ayet nehri ile Nebî’nin hayat nehrinin birleştiği/bütünleştiği 23 yılda gözlemlediğimiz şekliyle şu metotları kullanmaktadır:

1) El-insanın lisanı ile inmek

Vahiy, indiği dönemin lisanı ile indiği bölge insanının “ortalama netlikteki” anlayışına hitap ederek inmiştir. Muhataplar kendilerini bir lisan tartışması içinde bulmamışlardır. Arapça kelimelerin türedikleri kök anlamları “tek”tir; bu kök anlam korunarak farklı bağlam ve akış içinde anlam zenginleştirilmiştir. Muhataplar her ayetin anlamını “berrak-açık” bir şekilde anlamışlardır. Ancak Vahiy son kez indiğinden ve muhatabını yeryüzündeki tüm el-insanlar olarak seçtiğinden, o dönemin lisanını kullanma şekli ve düzeyi itibariyle Arap lisanının zirvesidir.

2) El-İnsanın hafızasına hitap etmek

Vahiy, 23 yıl boyunca, indiği dönemin el-insanının bilmediği bir kelime, duymadığı bir canlı isim, tuhaf karşılayacağı bir kıssa, yaşamadığı bir olay zikretmemiştir. Tam aksine, el-insanın düzeyine inmiş, onun hafızasını eksen almış, bu hafıza ile sınırlı kıssalar, Nebîler ve olayları zikretmiştir. Nitekim Kur’an ve Sünnetin “ilk defa” anlamında “yeni” söylediği hiçbir şey olmamıştır. Ne geçmişten bahsederken “yeni” bir olay, ne de geleceğe yönelik “ilk defa olacak” bir betimleme, tasvir veya tarif yapılmıştır!

3) El-insanın sorunlarına ve iddialarına yer vermek

Vahiy, insana hitap ederken “Bunlar öncekilerin de sahifelerinde vardı” notuyla evrensel, fıtrî ve zaman-mekân üstü değerleri dillendirmiştir. İdeal insandan söz açarken de “Öncekilerin de başına gelmişti” hatırlatmasıyla örneklemelerin devamını hatırlatmıştır.

Ancak Vahiy, aynı zamanda küçümsemeden, alay etmeden, reddetmeden, indiği dönemdeki el-insanın fikrî, siyasî, ahlâkî, ailevî, örfî ve iktisadî alanlardaki uygulamalarını dikkate alarak, çoğuna dokunmadan ve değişmesi gereken yönleri değiştirerek, kendi yatağında akmasına izin vererek eşlik etmiştir. Ancak her fırsatta, her cevap ve her müdahalede mutlaka “insan” fıtratına atıfta bulunmuş ve onlara ideal insanı örnekleyerek heveslendirmiştir.

Vahiy, el-insanın hiçbir uygulamasını “İnsan fıtratıyla çelişiyor” veya “İdeal insana yakışmıyor” diye kestirip atarak olması gerekeni dayatıp, deyim yerindeyse “Bana ne el-insandan! Esas olan sadece ‘insan ve ideal insan’dır” demiyor. Yavaş yavaş, alttan ala ala, teşvik ederek, deyim yerindeyse sırt sıvazlayarak, tekrar tekrar anlatarak el-insanın yüzünü insana döndürmeye çalışıyor. Özellikle kölelik, cariye, miras, kadının durumu, savaş, ibadetlerdeki tutumlar, batıl fikirler, uğurlu-uğursuz söylenceler ve ticarî hayat ile ilgili konularda yıllara yayılan aşamalı uygulamalar yapmıştır Vahiy.

4) El-insanı “el-insan” yapan elleri kırmamak

Vahiy, “İnsan fıtratına yaklaştıracağım” iddiasıyla veya ideal insan modeli adına kişiyi ait olduğu kültürden, coğrafyadan, örften, dil ve tarzdan asla koparmamıştır. Yani örneğin Arap’ın “Arap” oluşuna halel getirmemiştir. Arap olma gerçeğini insan fıtratında eritmemiş, ideal insan ufkunda kaybetmemiştir.

Vahyin varsa yoksa tek derdi, “el-insanı insan fıtratına yaklaştırmak ve yaklaştıkça ufukta ideal insan örnekleriyle öncü kılmak” olmuştur. Sabırla, özenle, incelikle 23 yıla yayarak yapmıştır bunu.

Bu nedenle Hz. Muhammed de (Aleyhisselâm) 23 yıl içinde bir el-insan ve bir Arap olarak muhatap alınmış ve öncü örnek olarak 23 yılda O da imtihanlardan geçerek Vahyin terbiyesi ile birlikte insan fıtratıyla buluşmuş ve ideal insanın en güzel örneği olarak hayatını tamamlamıştır. İşte el-insandan önce insana, sonra ideal insana doğru yol alırken yolun kendisine, yol tutuş tarzına, yoldaykenki ahlâka ve yoldaki adalete biz “Sünnet” diyoruz.

Dolayısıyla “Sünnet” kelimesini ayetin dışında, sadece Resul’e ait bir yol tutumu olarak tarif edemeyiz. Zaten Hz. Ayşe’nin (radiyallahu anhe), “O’nun ahlâkı Kur’an’dı” sözü bunu betimler.

Oysa Müslümanlar, bazı sebeplerle “Sünnet” kavramının özü olan Vahyin el-insanı muhatap alıp onu insan fıtratına yaklaştırma, ideal insana teşvik etme, ama bu arada da el-insan olma özelliğini fıtrat ve ideal ile uyumlu olmak kaydıyla korumaya yönelik “yol yordam” anlamını kaybetmişlerdir. Hatta bazı tarihî dönemlerde Sünnetin “ayet ve onunla bağlantılı Resulün hayatı” bütünlüğü gitmiş, ayet ayrı bir kaynak ve resulün hayatı da ayrı bir kaynakmış gibi değerlendirilebilmiştir. Hızını alamayıp ayet ile çelişen, ayetler sünnetinin birer parçası olan Resul hayatını ayrı indirilmiş ve müstakil başka bir vahiy türü gibi yorumlayan ekoller de gelişebilmiştir. Sünnet kavramını “farz namaz öncesi nafile namaz” diye anlayan veya bazı giyim kuşam ya da görgü kuralları ile sınırlayan indirgemeci dindarlık kültürleri ise bu kopuşun küçük kırık parçaları hükmündedirler.

Tüm bu çerçeve içine girecek tablo şudur: Sünnet, Vahyin ayet ve Nebî’nin hayatı ile etkileşim ve ilişki içinde el-insanı fıtratına, yani insana yaklaştırma ve ideal insana kavuşturma için yürüdüğü yol, yol tutuş tarzı ve yoldaki hâllerinin bütünüdür. Bu bağlamda “Kur’an” derken ayete, “Sünnet” derken de ayetle ilişkili, bağlantılı Resul’ün ayet rehberliğindeki insan ve hayat rollerine gönderme yapıyoruz. Aksi hâlde ayet ile bağlantılı olmayan bir Sünnet tarifi yapılamaz!

Peki, ne oldu da Müslüman coğrafyada zaman zaman Kur’an ve Sünnet kavramları etrafında tartışmalar, kapışmalar, içtihatlar ve suçlamalar alıp başını gitti?

Kuşkusuz bu sorunun cevabı, ciltler dolusu tarih odaklı seri kitaplar yazmayı gerektirecek kadar karmaşık bir zemine sahip. Ancak hem yazımızın maksadını netleştirecek ve hem de sözlerimizi bağlayacak bazı hatırlatmalar yapabiliriz.

“Kur’an” derken ayete, “Sünnet” derken de ayetle ilişkili, bağlantılı Resul’ün ayet rehberliğindeki insan ve hayat rollerine gönderme yapıyoruz. Aksi hâlde ayet ile bağlantılı olmayan bir Sünnet tarifi yapılamaz!

Ashab ve Asr-ı Saadet

Bütün Nebîlerin hayatları, onlara eşlik eden müminlerle bir bütündür. Kuşkusuz Vahyin terbiyesine, rehberliğine ve hidayetine tanık olmak ve de ilk inkâr edenlerden değil de ilk müminlerden olmanın haklı bir şerefi, onuru ve kıyamete kadar dua alacak üstünlüğü, Nebîlerin arkadaşlarına, ashabına aittir. Hepsinden Allah razı olsun!

Ancak her Nebî’nin vefatından sonra yaşanan olaylar göstermiştir ki, Nebî hayatta yokken, insan, fıtratı ile buluşmuş, ideal insan örnekliğinde rehber olan mümin topluluklar hızla âdeta el-insanın vakum/mıknatıs etkisi sebebiyle tekrar el-insanın labirentine düşebilmiştir.

El-insanın özü olan kültür, kavmiyet, asabiyet, örf ve alışkanlıklar o kadar güçlü bir anafor etkisine sahip ki, nebî olmadan bu anafora direnerek Vahyin terbiyesinde, “insan”da kalmak ve ideal insan için çabalamak çok ama çok zor bir süreçtir.

Son Nebî’nin vefatından sonra bu gerçeğin acılarına tanık olacağımız çok olay yaşanmıştır. Hatta bu trajedilerin bir kısmını bizzat Ashab-ı Kiram yaşamıştır.

Asr-ı Saadet olarak tanımladığımız dönem -ki bu tarif doğrudur-, zamanla anlam ve bağlamından koparılmış ve hatta suiistimal edilmiştir. Paramparça olan Müslüman ümmet içindeki siyasî, fikrî ve mezhebî gruplar kendi emelleri için önce ayetle bütünleşik olan Sünneti ayetten ayırmış (ayetle bağını kurma kuralını çiğnemiş), daha sonra kendi el-insan hâlini meşrulaştırmak için insan fıtratına ve ideal insana aykırı olmasına rağmen “Resul dedi ki…” gibi uydurma kaviller veya “Kitaplarda geçiyor, Resul bir olayda…” diye başlayan “hadis uydurma” yoluyla akla, dine ve ahlâka ziyan uydurmalar yapabilmiştir.

Bu pervasız, ahlâksız ve izansız hareketler artık ümmeti zehirleyince, “Asr-ı Saadet’ten Örnekler” adı altında Vahyin şiddetle reddettiği örnekler çoğalınca, Müslüman âlimler arasında birçok ilmî disiplin kurma ihtiyacı doğmuştur. Zaten farklı coğrafyalardan gelip Müslüman olanların beraberlerinde getirdikleri kendi el-insan hâllerine çözüm bulmak ihtiyacı da sürerken konuya bu hadis uydurma belâsı da eşlik edince ilmî disiplinler “Acil!” koduyla devreye girmişlerdir. Bu ilimler içinde en önemlilerinden biri de Sünneti kayıt altına alma ilmi olan “hadis ilmi” hareketidir.

Arapçada “söz/anlatım” anlamına gelen “hadis”, Sünneti kayıt altına alma ilmine isim olmuştur. Tam da burada çok kritik bir bilgiyi hatırlatmak durumundayız: Uydurma hadis furyası büyümeden, disiplin ölçeğinde hadis ilmi olgunlaşmadan önce hadis aktarma ve hadis yazma gibi bazı çabalar hep vardı. Ancak 23 yılda Vahyin ayetlerle Resul’ün hayatını bütünlediği Sünnet, zaten kitlelerce kuşaktan kuşağa “yaşatılan Sünnet” şeklinde varlığını sürdürüyordu. Hangi şehre veya köye giderseniz gidin, Vahyin insan fıtratı, ideal insanı ve de şirk ve hurafeden çoğu arındırılmış el-insanı zaten toplumsal ölçekte hayatın içindeydi.

Dolayısıyla temel bir hatırlatmada bulunalım: Bizler Sünneti hadis ilmi sayesinde öğrenmedik, sünnetin koruyucu ve kollayıcı iki kaynağı zaten hayattaydı; Kur’an ve onunla uyumlu yaşayan Sünnet, başka bir ifadeyle “Sünnet-i meşhura” vardı.

Nitekim Müslümanların arasında, örneğin içinde rükû veya secde olmayan namaz şekli türetmiş gruplar yoktu. Haccı Arafat yerine Müzdelife’de tamamlayan akımlar yoktu. Ramazan orucunu otuz günden daha az tutan da yoktu. Bir helâli haram yapan, haramı helâl kılan sosyal çabalar var olamıyorlardı. Ancak ortalıkta öyle “hadis” adı altında sözler, menkıbeler ve iddialar dolaşıyordu ki, âdeta istediği gibi anlayan, inanan ve yaşayan gruplar kendilerini bu uydurdukları ile meşrulaştırıyor ve hatta Müslümanların kan ve namuslarını kendilerine helâl kılacak derecedeki sapkın zihniyetlerini uydurulan hadislerle gerekçelendiriyorlardı. Çoğu siyasî, ticarî ve nefsî hesap güden bu hezeyanlara “Dur!” demek gerekiyordu.

İşte Sünneti kayıt altına alma ilmi olan hadis ilmi, bu sapkın selin zehirleyen hareketlerini durduran ve püskürten bir dalgakıran görevi görmüştür. Ancak sonuçta bu ilim, kelâm, siyer veya fıkıh gibi ilimlerden bir ilim idi ve doğal olarak “Sünneti kayıt altına alma telifi” diyebileceğimiz hadis kitapları da müellifin kriterleri, cevap anahtarları, niyeti ve ufku nispetindeki ilmî metoda yaslanan tercihleri ile belirleniyordu. Nitekim bir hadis âliminin talebesi, kendi hocasının kitabına almayı uygun gördüğü bazı hadis kayıtlarını farklı gerekçelerle tercih etmeyebilmişti. Ancak bu içtihadî tutumlarla birlikte hadis ilminin uydurma hadislerin önünü kesmedeki etkisi önemlidir.

Maalesef hadis ilim hareketi de kısa sürede suiistimal edilmiş, siyasî ve iktisadî sebeplerle kelâm ilmi, fıkıh ilmi ve hadis ilmi mensupları arasında içtihat tartışmalarını aşan ağır ithamlar ve hatta tekfirler baş göstermiştir. Bütün taraflar “Kur’an ve Sünnet” adına birbirlerini suçlayabilmişlerdir.

Kuşkusuz ilimler arası tekfirleşme dönemlerinde ayetler, metin olarak “tartışmasız ortak tekst” oldukları için yorumlanarak ve “Zahir-Bâtın Anlamlar” başlığı altında farklı metin okuma teknikleriyle bu tekfirleşmeye gerekçeler kılınmış, Sünnet ise ayetler kadar “ortak metin” netliğinde kalmadığı için hadis kitapları hakkında üretilen “Kur’an kadar sahih!” gibi etiketlerle yapılan tartışmalarda kullanılmıştır. Yaklaşık bin yıldır bu tartışmalar durulmuş değildir ve yakın gelecekte de (Allah-u âlem) durulacak gibi değildir.

Peki, biz Sünneti, yani Vahyin muhatap aldığı “el-insan”ı 23 yılda insana yaklaştırma ve ideal insan ufkunda motive etme yolu olan ve bunu ayetle bütünleşik Resul hayatıyla birleyen Sünneti nasıl rehber edinecek, o yolun nasıl ehli olacak, yani nasıl “Ehl-i Sünnet” kalacağız?


Final: Ehl-i Sünnet

Bilindiği ve kullanıldığı şekliyle, medya üzerinden yapılan tartışmalar ekseninde en çok duyduğumuz tümce şudur: “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olmak”...

Özellikle bu cümlenin kullanım şekline baktığımızda şu satır arasının çok tekrarlandığını gözlemliyoruz: “Müslümanların akidesi, imanı bozuluyor! Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’e aykırı fikirler, zikirler, yöntemler çoğalıyor!”

Biz, yazımızın finalinde bu cümlelerle yola çıkanların girdiği yolun el-insandan insana ve sonra da ideal insana yol tutuşunu ifade eden Vahyin Sünnetine ne kadar uygun düştüğü ve ne kadar Müslümanların düşünce tarihi ile örtüştüğüne değinmeyeceğiz. Zaten Sünnetin tarzına da uygun düşmez bu. Çünkü Sünnetin tabiatında Müslümanları birleştirici bir yol tutuş ahlâkı var.

Biz finalde, Ehl-i Sünnet ahlâkı ve metoduna ilişkin kritik gördüğümüz birkaç hatırlatmada bulunarak sözlerin de finalini tamamlayacağız.

Vahyin 23 yılda yol tutuşuna, yol ahlâkına, yoldaki işaretlerine ve yoldaşlık sözlüğüne (Sünnete) baktığımızda (bu arada bir hatırlatmada bulunalım ki, Sünnet sadece kayıt altına alınmış ayet metninden çıkarılamaz, ayet ile bağdaşmayan hiçbir yol haritasına da Sünnet denilemez) şu sınırları tespit etmekteyiz:

1) Ümmetin tüm bireyleri, enerjisini insan ve ideal insanda yoğunlaştırmak durumunda

Sünnetin dikkati 23 yıl boyunca, her bir mümini insan fıtratında tutmak ve ideal insana yaklaştırmak olmuştur. Masum insan öldürmeyen, hırsızlık yapmayan, zina etmeyen, tartıyı bozmayan, yalan söylemeyen, başkalarıyla alay etmeyen, lakap takmayan, Allah’a şirk koşmayan, fıtratı bozan şeylerden uzak duran, adil, sevgi dolu, merhametli, emin, sözüne sadık kişilikler yetiştirmenin yanı sıra öncü olan, fedakârlık yapan, toplum yararına çalışan, kahramanlık gösteren, ahlâkıyla örnek olan bir güzel temsili teşvik etmiş ve müjdelemiştir. Hatta Vahiy, “el-insan”ın getirdiği her konuya çözüm sunarken, mutlaka ya “insan”a ya da “ideal insan”a atıfta bulunmuştur. Koyduğu her kurala, ölçüye ve sınıra mutlaka merhamet, Allah korkusu, edep, adap ve sınır bilme hatırlatmasını eklemiştir.

Ayetlerden, O’nun beyanı ve hikmeti olan Resulün hayatından biliyoruz ki Vahiy, insan fıtratına uygun davranan ama Müslüman olmayanlarla saldırı dışında birlikte yaşamayı olumlamıştır. Onların velâyet ve yöneticiliklerini kabul etmemiş, ancak “insan”da buluşan birçok proje ve anlaşmada bulunmuştur. Hatta şirk koşmamak kaydıyla, “Allah’ın Tek İlâh oluşunda” buluşarak insan fıtratına hizmet etme davetinde bile bulunmuştur. Ancak günümüzde Nebî’nin hayatını ve Sünnetini insan fıtratında kalmak ve ideal insan ufkunda olgunlaştırmak çabası yerine, varsa yoksa Nebî’nin “El-İnsan” olarak sahip olduğu bazı görgü kuralları ve tutumları ile sınırlı yaşamanın adını “Sünnet ehli olmak” diye sınırlayabilmektedir.

İnsanlık için insanlığa hitap edecek insan, ideal insan hareketleri ve projeleri geliştirmek yerine, varsa yoksa kelâm, fıkıh ve hadis ilmi üzerinden Müslümanlar arasında ayrımcılığı kışkırtan ve çoğu ilmi içtihat konusu olan bazı meselelerdeki anlayışları, inadına “Bu anlayışta değilsen Ehl-i Sünnet değilsin!” kampanyaları ile enerjimizi tüketmenin etiketini “sünneti savunmak” şeklinde basan çabalar maalesef medyatik kadrajda köpürtülmektedir.

Kutlu Doğum Haftası kapsamında Müslümanlar, Son Nebî’nin aracılık ettiği Vahyin, yeryüzündeki farklı onlarca el-insan topluluklarının özlemini çektiği o insan fıtratı ve ideal insan örneklemelerini insanlığa sunan etkinleştirmede çabalaması ve Sünnetin ehli olmanın sorumluluğu içindedirler.

2) Vahyin el-insanı muhatap alması, Sünnetin aslî metodudur

Eğer Vahiy sadece insan fıtratını muhatap alıp sadece fıtrata uygun genelgeçer, evrensel, insanlığın tecrübesi ile de sabit ortak erdemler listesi sunarak aralarını da ideal insan kesitleri ile süsleseydi, o zaman Vahyin “toptan inmesi” uygun düşerdi. Daha doğrusu kimse itiraz etmezdi. Ancak Vahiy, bu insan fıtratına nasıl varılacağı ve ideal insanın nasıl oldurulacağını göstermek için, indiği dönemdeki bir topluluğu, el-insanı muhatap alıyor ve 23 yılda yavaş yavaş, onlarla birlikte yaşayarak, yaşatarak, konuşarak, eşlik ederek tüm zamanlardaki el-insan çeşitlerine bir Sünnet bırakıyor.

Çok eşli, kız çocuklarını gömen, onlarca ilâh edinen, kadını ikinci sınıf varlık gören, şehveti için cariyeyi örfileştirmiş, köle edinmeyi savaş bahanesi kılmış, kavimci, grupçu, görgüsüz ve hatta çöl bedeviliğinin tüm anlayış kıtlığı ve sertliğini hayatın tüm kılcal damarlarına yaymışlık için kendisiyle böbürlenen bir topluluğu muhatap alıyor ve her konuda önce fıtrî olanın ne olduğunu söylüyor, daha sonra buna yaklaşmak için aşama aşama bazı tavsiyelerde bulunuyor.

Örneğin erkek ve kadının aynı nefsten yaratıldığını söyleyerek iman ve varlık derecesi olarak erkek ve kadının “eşit” olduğunu hatırlatıyor, ancak ruhlarına bile sinmiş o erkekçilik kültürünü suçlamak ve aşağılamak yerine, ara çözümlerle mesafe aldırarak ve mevcut durumu iyileştirerek fıtrata yaklaştırmaya çalışıyor.

Allah’ın tek bir İlâh olduğunu hatırlatıyor, O’na ortak koşmanın zulümlerin en büyük olduğunu hatırlatıyor, ancak ilâh edinme sebepleri üzerinde uzun uzun tartışma konuları açıyor, düşünmeye davet ediyor, bilgilerinin eksik ve zandan oluşunu ispatlayan örnekler veriyor.

Mekkelilerin sohbetlerinde eski Nebîler ve anlatılan menkıbeler/masallar hakkındaki bilgileri dikkate alıyor ve üşenmeden örnekler veriyor, onlara yabancı hiçbir kıssa anlatmıyor, ancak kıssalardan amacın ne olduğunu öğreten çerçeveler belirliyor.

Gün geliyor, iki Müslümanın şahsî meselesine atıfta bulunuyor, gün geliyor, günlük hayattaki Resul’e aktarılan bir şikâyeti duyduğunu ifade ederek çözümleme yapıyor. Böylelikle Vahiy bize, “Acaba el-insan, insana nasıl yaklaştırılır ve ideal insana nasıl motive edilir?” şeklindeki merakımıza örnek bir topluluk üzerinden yöntemler sunuyor.

Nitekim bu Sünnet sayesinde daha sonra Müslüman olan Türkler (farklı el-insanlar) ve Farslılar (bir başka farklı el-insan), Arap Müslümanların kendilerinden farklı olan o el-insan hâllerini doğru okumuş, birebir benzemek endişesine girmeden, onların insana ve ideal insana yaklaşma tecrübelerinden faydalanarak ve yine kendileri kalarak Sünnet sayesinde insan ve ideal insan noktasında bayrağı devralmışlardır.

3) Sünnet ne sadece “tarihsel”dir, ne de sadece “evrensel”; o bir yol tutuş tecrübesidir!

Özellikle modern zamanlarda geliştirilen bazı metot ve iddialar var. Örneğin hümanist, akılcı bir yöntem diyor ki, “Vahiy belirli bir dönemde indi; yani muhatap, belli bölgenin el-insanı idi. El-insanın tabiatında çeşitlilik ve değişim esastır. Modern çağdaki el-insan ile o dönemdeki el-insan arasında yüzlerce fark oluştu. Dolayısıyla el-insana hitap eden ayetler o dönemde kalmalıdır. Tarihin akışı içinde geride kalmıştır. Biz Vahyin sadece insana hitap eden genelgeçer erdemler listesini esas alalım. İdeal insan konusunda da kişileri serbest bırakalım”. Bu metoda “tarihselcilik” etiketi vuranlar olduğu gibi, tarihselcilikten ilk algılanan da bu kabul olmuştur.

Buna karşılık tam zıt iddiada bulunanlar da var. Onlar da şunu ileri sürüyorlar: “Nebî dönemi sadece insan ve ideal yönüyle değil, aynı zamanda o dönemki el-insan durumu ile de insanoğlunun yeryüzündeki en olgun, kâmil el-insan dönemidir.” Bu metoda göre, dolaylı olarak o döneme birebir benzeme gayretinde olmalıyız. Hatta cariyelik, kölelik, miras, savaş, örfler, alışkanlıklar ve kadın anlayışı başta olmak üzere her ne var ise onlar gibi olmalı ve kalmalıyız. Dolayısıyla tarihin akış yönü sapmadır madem, biz de o döneme doğru akmalıyız.”

Dikkat edilirse, bir metot ısrarla el-insanı gerekçe gösterip ona ilişkin Vahyin tecrübesinin o dönemde kaldığını ileri sürüyor. Sadece insan ve ideal insanı alıp “Müslümanlar her çağda kendi el-insanlarını inşa etsinler!” diye tempo tutuyor. Diğer metot ise, o dönemin el-insanını mutlaklaştırıp zirve sayarak, tüm el-insanların o kalıba girmesinde ısrar ediyor. İki metot da bunu metinler üzerinden gerekçelendirmeye çalışıyor. Oysa Sünnet, insan ve hayat merkezli yol alır. Hangi çağda yaşarsak yaşayalım, karşımıza onlarca farklı el-insan tipolojisi çıkacak ve bize şunu soracaktır: “Biz birer el-insan çeşidiyiz ve belirli bir coğrafya, örf, alışkanlık, dil, tarz içindeyiz. Bu hâlimizi alıp bizi insana nasıl yaklaştıracak ve ideal insan ufkunda nasıl tur attıracaksınız?”

İşte o zaman, Sünnet müthiş bir imkân olarak devreye girecektir, girmelidir! Çünkü Vahiy bize, herhangi bir el-insan tipolojisinin alınıp insana ve ideal insana nasıl ulaştırılacağının yol ve yordamını, yoldaki işaretlerini uygulamalı göstermiş, bu müthiş tecrübeyi insanlığın hizmetine sunmuş.


Son söz

Tarih boyunca bazı Müslüman toplulukların, Vahyin el-insanı muhatap alıp tedricen ve süreçle insana yaklaştırırkenki yolunu, yani Sünnetini anlamak ve kavramak yerine -farklı sebeplerle- ya bir ayeti veya o dönemdeki bir uygulamayı/tavsiyeyi gerekçe gösterip kendi hayatlarını meşrulaştırmaya çalıştıklarına tanık oluyoruz. Bu toplulukların insan hareketi ve ideal insan örnekliği yerine genelde el-insan alışkanlığı ve tutkusu içinde kalmaları, aslında Sünneti kavrayamayışlarındandır. Sadece el-insanı taklit etmeleri ve bu tutumlarını Sünnet ehli sanmaları ise, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın ahirette hükme bağlayacağı bir tarafgirliktir. Çünkü bu topluluklar el-insandaki her şeyi “din” sanmaktadırlar. Din sandıklarından kopuşu ise “dinden sapmak” vehmiyle değerlendirmektedirler.

Bize düşen, Sünneti “insan”, “el-insan” ve “ideal insan” arasındaki yol tutuşu bize öğreten Vahye tâbi olmaktır. Zaten Müslümanlar insan olmadıkça insanlığa kurtuluş olamaz, ideal insan olmadıkça dünyaya liderlik yapamazlar. Ve el-insan tecrübesini çözemezlerse, insanlık için başka bir çağdan seslenen “çözümsüzler topluluğu” kalırlar.

Kuşkusuz İslâmî ilimlerle meşgul olan kardeşlerimizin, Vahyin 23 yılda muhatap aldığı “el-insan”ın özellerini tespit etmede ve önce insana, fıtratına yaklaştırılmasının ve daha sonra ideal insana (el-nefs-ü mutmainne) teşvik edilmesinin yol ve yordamını, yol tutuş tarzını, yoldaki işaretlerini ve yoldaşlık kültürünü, yani Sünneti tespit çabası kıymetlidir ve Müslümanların duasına mazhar olmayı hak etmektedir.

Yazımızda somut örnekler vererek ilmî bir makale kaleme almak veya tartışmalara en fazla konu olmuş gündemler üzerinden yeni gerekçeli tartışmalar yürütmek yerine, usûlden önce asla dair birkaç hatırlatma yapmayı tercih ettik.

Bize Sünnet nimetini veren Rabbimize hamdolsun! İnsanın Medâr-ı İftiharı, İdeal İnsanın İnsanlık Ufku ve ikisi ile uyumlu ama El-İnsan olarak (yani) Arap’ta kalan Nebî’ye selâm olsun, Cennet’inde hasbihâl etmeyi bizlere nasip etsin! (Âmin.)