“Bir”ken yok, “birlik”ken çok

Ne birbirimizi görüyor, duyuyor, ne anlamaya meylediyoruz. Fâni olanın konforlu hamaklarında bir başımıza gölgeleniyor, ukbanın felâhına gidişte kendine Müslüman rolünden taviz vermiyoruz. Bu menfaatperest ve yalın insanlığımıza rahmet damlar mı sanıyoruz? Ancak saf tutanlar değil mi devâsa orduları mağlubiyete uğratanlar? Birlikte edilen dualar hürmetine büyümüyor mu ekinler?

NE ara unuttuk İslâm’ın kalpleri cem eden cevherini? Bir’leri “bir” eden yekpare bir vücut değil midir ümmet? Bir kubbe ile örtülmez mi kusurlar, cürümler? Bütün yokluklar yegâne Var olanın hükûmetinde mevcuda terfi etmez mi? Acılar ayrı kalplerde bölük pörçük sızıları besler büyütür de saf tutmuş sinlerde her bir parçadan saadet tohumları filizlenmez mi? Yanlış hesap etmişiz ömrün mesabesini. Yalın kılıç yürünen yolların tozunda menzili göremez olmuşuz. Kalabalıkların gürültüsünde yetkin bir yalnızlığa kaçışı ödül saymışız. Hırçın okyanuslarda felâhın müjdesine müfret çırpınışlarla varılır zannetmişiz. Hem varılsa ne çıkar? Cennet bizliğin saadeti, saf tutmuş kardeşliğin bayramı, sırt sırta vermiş dostlukların sahil kenarı yaz neşesi değil midir?


Sanırım yanlış kitaptan ezber etmişiz yaşamak hevesini… Öyle lalettayin bir umuda bağlamışız bütün deniz üstü kederleri, çıpaları salmışız derinlerin muammasına. Ne gidebiliyor, ne varabiliyor ne de hakkıyla kalabiliyoruz bir yerlerde… Rüzgâra direnen yelkenlerimiz bile ıssızlığın ninnisinde uyumuş. Gidişi ve varışı mümkün kılacak bir esinti bile gelip okşamıyor serenleri. Bir hacmimiz yok şu devâsa yerküresi üzerinde. Milyonla ayak basıyoruz toprağın vücuduna, munfasıl kalplerimizi hep bir sayıyor dünya. Ne kadar çoksak o kadar eksik, o kadar yokuz. Birbirimizden firak edişimiz yalnız bizi, birliği tüketmemiş de birer birer hepimizi vüsatta hükümsüz bir boşluğa denk düşürmüş, farkında değiliz. 


Merhamet medeniyetinin bağrında, Yaradan’ın Rahmân ve Rahîm adıyla sulanmış, filizlenmiş, dallanmış, yeşermişiz de meyvelerimizden bir doyan, lezzet bulan olmamış. Hamlaşmış, çürümüş, toprağa düşmüş ve çürümüş bütün yemişlerimiz. 


Kuyular biriktirmişiz yağmurun rahmetinden… Bir kurumuş kursağa can suyu olmamışız. Bir tazeden fidanın susuzluğunu dindirmemiş, bir bahçeyi yeşertmemişiz. Korkarım hep almışız rızkı bol, rahmeti bol Allah’tan, hiç veren el olmaya yeltenmemiş içimiz. 


Şimdi bu kofluğun ortasında, bataklıkları kurutacak bir nüve bulamayışımız yoksulluktan değil. Ne kadar az ve ne kadar yoksa bir şeyler, safları terk edip bir başımıza hazineler içinde büyüttüğümüz gafletimizden. Cürüm bizde… Sağanak rahmetlerin içinde kuruyup gidişimiz, kuyumuza uzanan kovaların bir susuzluğu dindiremeyişinden… Öyledir… Tekil bir zenginlikte birikmiş huzurlar sızıntı bir oluktan akar yok olur gider, özenle peyzajlanmış saadet bahçelerini ayrık otları sarar, gülü gülistanı kurutuverir. Çayır çimen zeminler bataklıklara tutulur benlik coğrafyasında. Oysa saf saf olmuş yoksulluklar, cennetten devşirilmiş nimetlerle taşkın bir bereketi insanın ayakları önüne serer. 


Fikrimce hatırlamamız gerekiyor bir şeyleri… Evvela merhamet medeniyetinin bir uzvu olduğumuzu, ancak bu vücudun bir üyesi olmakla yol alabileceğimizi ve yoklukları varlığa terfi ettirecek olanın ancak birbirimize duyacağımız muhabbette sırlanmış bir mücevher olduğu hakikatini yeniden keşfetmemiz gerekiyor.  Zira unutmaların en izbe çukurundayız. Muhabbetten merdivenler inşâ etmeden, bu izbelerden kurtuluş ihtimalli görünmüyor. Gün ışığına hasret kalan yalnızca gözbebeklerimiz değil. Baştan aşağı karanlığı emmişiz hücrelerimize. Öyle bir bütünleşmişiz ki bu sefil karanlıkla, aydınlığın mealini uzak rüyalara teslim etmişiz. Şimdi biri çıkıp da bize saadetin birlikten ve birbirimize muhabbetten damıtılan bir ab-ı hayat olduğunu fısıldasa, duyan kulaklarımızı ehliyetsiz sayarız. 


Safa tepesi eteklerinde, Dârülerkam’da bir avuç inanan, birliğin muhabbetine erişip de dalga dalga büyütmedi mi İslâm’ın ordusunu? 


Kıtalar aşan bir medeniyet, ancak ayrık parçaların birbirine tutunmasıyla çağları kuşatabilirdi. Ancak Rahmet Peygamberi’nin (sav) muhabbetinden içmiş kalplerin tebliğinde yolunu kaybetmişler Hak yola kavuşabilirdi. Ve ancak birbirini sevmenin iman etmekle eş değer olduğu ilahî şeniyetini dimağına mühürlemiş olanlar, Allah’ın kelamından ruhuna yansıyan nûrla kâinatı aydınlatabilirdi. Ehl-i Beyt’in sevdasından gerek bize. Ashabın muhabbetinden… Ve nesiller boyu büyüyen ümmet şuurundan zerreler gerek bize, bu balçıklaşmış ruhumuzu arındırmak için. 


Ne birbirimizi görüyor, duyuyor, ne anlamaya meylediyoruz. Fâni olanın konforlu hamaklarında bir başımıza gölgeleniyor, ukbanın felâhına gidişte kendine Müslüman rolünden taviz vermiyoruz. Bu menfaatperest ve yalın insanlığımıza rahmet damlar mı sanıyoruz? Ancak saf tutanlar değil mi devâsa orduları mağlubiyete uğratanlar? Birlikte edilen dualar hürmetine büyümüyor mu ekinler? Sayılı lokmalar bereketlenmiyor mu muhabbetle kalabalıklaşan sofralarda? Verdikçe artmıyor mu eldeki avuçtaki? Kusur görmedikçe kapanmıyor mu kök salmış ayıplarımız? 


Sorular cevap cevap büyüyor zihnimde ve hiçbiri kaybettiğimiz lügatleri ikame edecek bir doygunluk nakşetmiyor satırlara. Yaradan’ın ol emriyle atomları, atomlardan molekülleri, moleküllerden elementleri ve envaiçeşit bileşikleri yarattığı kâinatta, her bir zerrenin birlik içinde saf tuttuğu ahenkli ve kalabalık bir cemaat olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. “Bir”ken yok, “birlik”ken çok olduğumuzu hesap edecek yeni bir izan lazım robotlaşmış zihinlerimize. Bütün kuvvetlerin bir araya gelmiş zayıflıklardan teşkilatlandığını, çelimsiz tanelerin bir araya gelince anlam kazandığını çıplak gözle göremez olmuşuz. Manevî iklimimizi kuraklıktan kurtarıp feyezana eriştirecek rahmet, ancak bu sırlara vasıl olmakla mümkün olacak.


Allahu Teala’nın buyurduğu gibi:


“Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.” (Âl-i İmrân, 103)