Birinci Meclis’e giden yol ve Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin siyasallaşması (4)

Meclis kayıtlarını okumayı akıl eden herkesin göreceği üzere, Mustafa Kemal özellikle saltanat, Hilâfet ve cumhuriyet konularında önemli bir muhalefetle karşılaşmış ve bu muhalefeti asla kabul edilemeyecek, Cumhuriyet’in olmazsa olmazı sayılan demokratik kurallara uymayacak yöntemlerle, güç ve nüfuz kullanarak, hatta kendi ifadesiyle “emir vererek” bertaraf etmiştir.

EVET, yeni bir devlet kurma fikri daha öğrencilik yıllarında Mustafa Kemal’in zihnini kurcalamaya başlamıştı. Her ne kadar askerlik hayatı boyunca Osmanlı Devleti adına önemli görevler almış olsa da devletin yönetim şeklini değiştirme çabasındaki İttihatçılarla olan ilişkisi gözlerden kaçmıyordu.

Ancak o, İttihatçılardan da farklı olarak, meşrutiyetin yeterli olmadığını, saltanata dayalı bir devlet düzeninin köhneleştiğini, devletin dinî temeller üzerinde ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığını, dünyaya entegre bir devlet ile daha kolay bir hayat sürülebileceğini düşünüyordu.

Ona göre, yaklaşık bin 300 yıldır Haçlılar ile Müslümanlar arasında süregelen çekişmeden kurtulmanın yolu, lâik düzene geçmekti. Dünyaya, çoğunlukla Müslüman nüfus yaşıyor olsa da Anadolu’daki Türk Devleti’nin Müslüman olmadığı ilân edilecek, Haçlı dünyasına şirin görünülecek ve böylece üzerimizdeki Haçlı baskısı bertaraf edilebilecekti.

Bunun için devletin adını ve yönetim şeklini değiştirmek yetmezdi. 600 yıldır var olan devletin izleri silinmeli, geçmiş cezalandırılmalı ve hatta tarih Osmanlı’dan temizlenmeliydi.

Tamamen iyi niyetli başlıklarla kurulan Büyük Millet Meclisi, bu işlerin yürütülebilmesi için biçilmiş kaftandı. Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için çıkılan yol, Anadolu’nun Yunan işgalinden kurtuluşu savaşına dönmüştü. Yunan kuvvetlerinin yavaş yavaş Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesi karşısında halk, artık Osmanlı Devleti’ni, Saltanat ve Hilâfet’i kurtarmaktan önce kendi canını ve yaşadığı toprakları koruma azmiyle bir araya geliyordu. Ne kadar güçsüz kalınmış, düzenli ordudan yoksun ve sayısal olarak eksik olunsa da İtilâf Devletleri’nin sınırlı desteği, Yunanlıların işgal hayâllerinin önünde önemli bir engeldi.

Ankara önlerine kadar çekilen Türk kuvvetleri, savunma hattını güçlendirip Yunan güçlerinin ilerleyişini durduracak ve Türkiye Cumhuriyeti tarihine “Kurtuluş Savaşı” olarak geçecek olan “Yunan İşgalinden Kurtuluş Savaşı”, çok kısa sayılabilecek bir sürede kazanılacaktı.

“Bu, Mustafa Kemal’in kuracağı yeni devletin temellerini atmak ve onu bir kahraman yapmak için İngilizler ile kurulmuş bir oyundu” desek fazla abartmış olabiliriz belki. Ama İtilâf Devletleri’nin bir parçası olan ve onların izniyle işgale başlayan Yunanlıların, Ankara’dan başlayıp İzmir’de denize dökülüşüne kadar devam eden süreçte, o meşhur “yedi düvel” ordularını görmeyişimizin soru işaretlerini de silebilmiş değiliz.

Tek amaç üzerinde birleşmiş, Meclis kuruluncaya direnişin temsil ve icra mâkâmı, sonrasında ise Meclis’in kurucu gücü olan, siyâsetten arındırıldığı üzerine Sivas Kongresi’nde yemin edilmiş Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti çatısında yavaş yavaş çatlaklar oluşmaya başladı. Mustafa Kemal, Yunan işgali ve ilerleyişi devam ederken, Meclis’te Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurdu.

Bu grup, başlarda Meclis’in önemli bir bölümünü dışarıda bırakıyor ve gruba sonradan dâhil olmak isteyenleri, bir heyetin uygun görmesi şartı ile kabul ediyordu. İşte Büyük Millet Meclisi, 1921 Mayıs’ında kurulan bu ilk grup ve o grubun dışında kalanlar ile ilk defa iktidar-muhalefet çekişmelerine sahne oluyordu. Önceleri bazı kararlarda münferiden yapılan muhalefet, yaklaşık bir yıl sonra, 1922 Temmuz’unda gene aynı adla kurulan ikinci grup ile örgütlenmiş oldu. İkinci Müdâfaa-i Hukuk Grubu, Mustafa Kemal’in, -henüz dillendirmemiş de olsa İttihatçı kimliğinden şüpheyle- cumhuriyetçi bir devlet kurma fikrinden rahatsızdı. Ancak Yunan Harbi devam ediyor ve siyâsî çekişmeler mümkün olduğu ölçüde büyütülmemeye çalışılıyordu.

Sonuçta Yunan kuvvetleri, işgale başladıkları İzmir’e kadar sürülüp 9 Eylül 1922’de savaş kazanıldı. Tabiî ki Türk kuvvetlerinin bağlı olduğu Meclis’in başında Mustafa Kemal vardı. Dolayısıyla bu pastadan en büyük payı da o alacaktı. Artık -sözde- yedi düvele karşı savaş kazanmış bir komutan sıfatıyla Meclis Başkanlığında oturuyor ve özellikle yakın çevresinde padişah ile kıyaslanacak kadar teveccühe mazhar oluyordu.

Yunan Harbi sonrası, İtilâf Devletleri’nin Anadolu’yu işgali ile ilgili nihaî emelleri yerli yerine oturmaya başlamış ve yeni bir barış konferansı düzenleme ihtiyacı hâsıl olmuştu. Bunun üzerine Lozan’da yapılacak toplantıya hem İstanbul, hem de Ankara Hükûmetleri davet edildi. Son Sadrazam Tevfik Paşa, bu davet üzerine önce Mustafa Kemal’e, sonra da Büyük Millet Meclisi’ne yazdığı telgraflarla, Lozan’da ortak bir tavır belirlemek için görüşme teklif etti.

Tevfik Paşa’ya göre İstanbul’un da, Ankara’nın da amaçları aynıydı. Bu sebeple kişisel hırslardan vazgeçilmesi elzemdi. Hâlbuki aynı Tevfik Paşa, Londra Konferansı’nda tüm yetkinin Ankara Hükûmeti’nde olduğunu söyleyerek konulara müdâhil olmamıştı.

İstanbul’un bu hamlesi karşılıksız kalmadı. 30 Ekim 1922’de, içinde Mustafa Kemal’in de olduğu 82 imzalı bir önerge, Saltanat ve Hilâfet’in birbirinden ayrılması ve saltanatın kaldırılması teklif edildi. Sert tepkiyle karşılanan bu teklif, o gün sonuca varamadı. Yeni Meclis’in belki de ilk büyük muhalefeti böylece doğmuş oldu. Aslında bu konudaki gayr-i resmî muhalefet, daha önceden kendini göstermişti; hem de Kemal Paşa’nın en yakınındakiler tarafından.

Mustafa Kemal’in Meclis’teki kendi açıklamalarında, Rauf Bey ve Refet Paşa’nın, “Bizde padişahlıktan ve Halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz” diyerek bu teklife çoktan karşı çıktıklarını öğreniyoruz.

Meclis kayıtlarını okumayı akıl eden herkesin göreceği üzere, Mustafa Kemal özellikle saltanat, Hilâfet ve cumhuriyet konularında önemli bir muhalefetle karşılaşmış ve bu muhalefeti asla kabul edilemeyecek, Cumhuriyet’in olmazsa olmazı sayılan demokratik kurallara uymayacak yöntemlerle, güç ve nüfuz kullanarak, hatta kendi ifadesiyle “emir vererek” bertaraf etmiştir.

Dört bölüm hâlinde yaklaşık dört yıllık Anadolu direnişini anlatmaya çalıştığım bu yazı dizisindeki can alıcı konu, görevi veren Sultan Vahdettin ile görevlendirilen ve Sultan’ın yetki ve gücünü kullanan Mustafa Kemal’in emelleri arasındaki farktır. Bugünün siyasetinde, “farklı ajanda” ya da “riya” olarak adlandırılan her türlü hülle, Sultan gücü ile Sultan’a karşı kullanılmış ve bu riyakârlık bir asırdır bizlere “inkılap” adı altında yutturulmuştur.