EVET, yeni bir devlet kurma fikri daha öğrencilik
yıllarında Mustafa Kemal’in zihnini kurcalamaya başlamıştı. Her ne kadar
askerlik hayatı boyunca Osmanlı Devleti adına önemli görevler almış olsa da devletin
yönetim şeklini değiştirme çabasındaki İttihatçılarla olan ilişkisi gözlerden
kaçmıyordu.
Ancak o, İttihatçılardan da farklı olarak,
meşrutiyetin yeterli olmadığını, saltanata dayalı bir devlet düzeninin köhneleştiğini,
devletin dinî temeller üzerinde ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığını, dünyaya
entegre bir devlet ile daha kolay bir hayat sürülebileceğini düşünüyordu.
Ona göre, yaklaşık bin 300 yıldır Haçlılar ile
Müslümanlar arasında süregelen çekişmeden kurtulmanın yolu, lâik düzene
geçmekti. Dünyaya, çoğunlukla Müslüman nüfus yaşıyor olsa da Anadolu’daki Türk
Devleti’nin Müslüman olmadığı ilân edilecek, Haçlı dünyasına şirin görünülecek
ve böylece üzerimizdeki Haçlı baskısı bertaraf edilebilecekti.
Bunun için devletin adını ve yönetim şeklini
değiştirmek yetmezdi. 600 yıldır var olan devletin izleri silinmeli, geçmiş cezalandırılmalı
ve hatta tarih Osmanlı’dan temizlenmeliydi.
Tamamen iyi niyetli başlıklarla kurulan Büyük Millet
Meclisi, bu işlerin yürütülebilmesi için biçilmiş kaftandı. Osmanlı Devleti’ni
kurtarmak için çıkılan yol, Anadolu’nun Yunan işgalinden kurtuluşu savaşına
dönmüştü. Yunan kuvvetlerinin yavaş yavaş Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesi
karşısında halk, artık Osmanlı Devleti’ni, Saltanat ve Hilâfet’i kurtarmaktan
önce kendi canını ve yaşadığı toprakları koruma azmiyle bir araya geliyordu. Ne
kadar güçsüz kalınmış, düzenli ordudan yoksun ve sayısal olarak eksik olunsa da
İtilâf Devletleri’nin sınırlı desteği, Yunanlıların işgal hayâllerinin önünde
önemli bir engeldi.
Ankara önlerine kadar çekilen Türk kuvvetleri, savunma
hattını güçlendirip Yunan güçlerinin ilerleyişini durduracak ve Türkiye
Cumhuriyeti tarihine “Kurtuluş Savaşı” olarak geçecek olan “Yunan İşgalinden
Kurtuluş Savaşı”, çok kısa sayılabilecek bir sürede kazanılacaktı.
“Bu, Mustafa Kemal’in kuracağı yeni devletin
temellerini atmak ve onu bir kahraman yapmak için İngilizler ile kurulmuş bir
oyundu” desek fazla abartmış olabiliriz belki. Ama İtilâf Devletleri’nin bir
parçası olan ve onların izniyle işgale başlayan Yunanlıların, Ankara’dan
başlayıp İzmir’de denize dökülüşüne kadar devam eden süreçte, o meşhur “yedi düvel”
ordularını görmeyişimizin soru işaretlerini de silebilmiş değiliz.
Tek amaç üzerinde birleşmiş, Meclis kuruluncaya
direnişin temsil ve icra mâkâmı, sonrasında ise Meclis’in kurucu gücü olan,
siyâsetten arındırıldığı üzerine Sivas Kongresi’nde yemin edilmiş Anadolu ve
Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti çatısında yavaş yavaş çatlaklar oluşmaya
başladı. Mustafa Kemal, Yunan işgali ve ilerleyişi devam ederken, Meclis’te
Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurdu.
Bu grup, başlarda Meclis’in önemli bir bölümünü
dışarıda bırakıyor ve gruba sonradan dâhil olmak isteyenleri, bir heyetin uygun
görmesi şartı ile kabul ediyordu. İşte Büyük Millet Meclisi, 1921 Mayıs’ında
kurulan bu ilk grup ve o grubun dışında kalanlar ile ilk defa iktidar-muhalefet
çekişmelerine sahne oluyordu. Önceleri bazı kararlarda münferiden yapılan
muhalefet, yaklaşık bir yıl sonra, 1922 Temmuz’unda gene aynı adla kurulan
ikinci grup ile örgütlenmiş oldu. İkinci Müdâfaa-i Hukuk Grubu, Mustafa
Kemal’in, -henüz dillendirmemiş de olsa İttihatçı kimliğinden şüpheyle-
cumhuriyetçi bir devlet kurma fikrinden rahatsızdı. Ancak Yunan Harbi devam
ediyor ve siyâsî çekişmeler mümkün olduğu ölçüde büyütülmemeye çalışılıyordu.
Sonuçta Yunan kuvvetleri, işgale başladıkları İzmir’e
kadar sürülüp 9 Eylül 1922’de savaş kazanıldı. Tabiî ki Türk kuvvetlerinin
bağlı olduğu Meclis’in başında Mustafa Kemal vardı. Dolayısıyla bu pastadan en
büyük payı da o alacaktı. Artık -sözde- yedi düvele karşı savaş kazanmış bir
komutan sıfatıyla Meclis Başkanlığında oturuyor ve özellikle yakın çevresinde padişah
ile kıyaslanacak kadar teveccühe mazhar oluyordu.
Yunan Harbi sonrası, İtilâf Devletleri’nin Anadolu’yu
işgali ile ilgili nihaî emelleri yerli yerine oturmaya başlamış ve yeni bir
barış konferansı düzenleme ihtiyacı hâsıl olmuştu. Bunun üzerine Lozan’da
yapılacak toplantıya hem İstanbul, hem de Ankara Hükûmetleri davet edildi. Son
Sadrazam Tevfik Paşa, bu davet üzerine önce Mustafa Kemal’e, sonra da Büyük
Millet Meclisi’ne yazdığı telgraflarla, Lozan’da ortak bir tavır belirlemek
için görüşme teklif etti.
Tevfik Paşa’ya göre İstanbul’un da, Ankara’nın da
amaçları aynıydı. Bu sebeple kişisel hırslardan vazgeçilmesi elzemdi. Hâlbuki
aynı Tevfik Paşa, Londra Konferansı’nda tüm yetkinin Ankara Hükûmeti’nde olduğunu
söyleyerek konulara müdâhil olmamıştı.
İstanbul’un bu hamlesi karşılıksız kalmadı. 30 Ekim
1922’de, içinde Mustafa Kemal’in de olduğu 82 imzalı bir önerge, Saltanat ve
Hilâfet’in birbirinden ayrılması ve saltanatın kaldırılması teklif edildi. Sert
tepkiyle karşılanan bu teklif, o gün sonuca varamadı. Yeni Meclis’in belki de
ilk büyük muhalefeti böylece doğmuş oldu. Aslında bu konudaki gayr-i resmî
muhalefet, daha önceden kendini göstermişti; hem de Kemal Paşa’nın en
yakınındakiler tarafından.
Mustafa Kemal’in Meclis’teki kendi açıklamalarında,
Rauf Bey ve Refet Paşa’nın, “Bizde padişahlıktan ve Halifelikten başka bir
idare şekli söz konusu olamaz” diyerek bu teklife çoktan karşı çıktıklarını
öğreniyoruz.
Meclis kayıtlarını okumayı akıl eden herkesin göreceği
üzere, Mustafa Kemal özellikle saltanat, Hilâfet ve cumhuriyet konularında
önemli bir muhalefetle karşılaşmış ve bu muhalefeti asla kabul edilemeyecek,
Cumhuriyet’in olmazsa olmazı sayılan demokratik kurallara uymayacak
yöntemlerle, güç ve nüfuz kullanarak, hatta kendi ifadesiyle “emir vererek”
bertaraf etmiştir.
Dört bölüm hâlinde yaklaşık dört yıllık Anadolu
direnişini anlatmaya çalıştığım bu yazı dizisindeki can alıcı konu, görevi
veren Sultan Vahdettin ile görevlendirilen ve Sultan’ın yetki ve gücünü
kullanan Mustafa Kemal’in emelleri arasındaki farktır. Bugünün siyasetinde,
“farklı ajanda” ya da “riya” olarak adlandırılan her türlü hülle, Sultan gücü
ile Sultan’a karşı kullanılmış ve bu riyakârlık bir asırdır bizlere “inkılap”
adı altında yutturulmuştur.