BİLDİĞİMİZ, öğrendiğimiz adıyla Sultan Vahdettin, Osmanlı
tarihine göre Altıncı Mehmet. Tarih bize gösteriyor ki, Osmanlı’nın en büyük
sultanlarından biri değil. Osman Bey’le başlayan 36 sultan arasında bir
sıralama yapmak zorunda kalsak, muhtemel ki son beşe falan koyardık kendisini.
Ancak bu, sadece Sultan Vahdettin’in suçu ve yetersizliği ile ilgili bir sonuç
olamazdı.
Evet, son dönem şehzadeleri 1800’lere kadar bildiğimiz
usullerle yetişmediler. Genellikle siyâsetten uzak, sosyal ve sanatsal faaliyet
erbâbı olarak hayat sürerken, birdenbire kendisini tahtta bulan sultanlar
serisinden biri Vahdettin de. Bu özellikler hiç kimseyi kötü insan yapmasa da,
kötü yönetici olmasının da önüne geçemez maalesef.
Son Padişah Sultan Vahdettin için söylenemeyecek tek
özellik ise, onun hain oluşudur. Zaten herhangi bir padişahın hain olduğunu
iddia etmenin mantıkla izah edilebilir bir tarafını bulamaz kimse. Zira bir
karış toprağı bile kalmış olsa kendi mirasından, kendi mâkâmından, kendi
devletinden vazgeçmesi mümkün olamaz insanın. Ve her ihanetin, karşılığında bir
kazanç beklentisi olması gerekmez mi?
Peki, birilerinin iddia ettiği gibi, Vahdettin hain
idiyse, bu ihanetten ne kazanmıştır?
İyi yöneticiler kriz dönemlerinde belli olur, iyi
insan ise hayatının tamamında…
Osmanlı Devleti, -belki de yanlış stratejiler sonucu-
anavatanında savaş kaybetmeden dünya savaşının mağlûplar takımında yer aldı.
Bunun hukukî sonuçları olacaktı elbette. Ancak, kaybeden taraf Müslüman Osmanlı
olunca, kazananların kuyruk acıları bedeller konusunda çok cömert davranmaya
başlamışlardı. Yanlış ekiple çalışan Sultan Vahdettin de bu zorlu dönemin üstesinden
gelmek için gerekli manevraları yapmakta zorlandı. Onun en büyük günahı,
dediğim gibi, yanlış ekiple çalışmasıydı belki de. Sonuçta kendi başını da
kendi ekibi yedi zaten.
15 Mayıs’ta Bandırma Vapuru ile başlayacak Anadolu
yolculuğu öncesi Sultan Vahdettin, yaveri Mustafa Kemal’e, “Paşa, şimdiye
dek devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Bunları unutun,
asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden daha önemli olabilir. Devleti
kurtarabilirsin!” demişti. 80 sene okul kitaplarında öğretildiğinin aksine,
Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanamayacak bir taka değil, 18 asker ve bir
kaptanla yola çıkan ve bugün hâlâ ayakta olan bir vapur tahsis edilmişti bu
görev için. Miktarı konusunda farklı görüşler olsa da günün şartlarına göre çok
önemli bir nakit tahsisat da verilmişti organizasyonun başarısı için. Ve bu organizasyonun
tek hedefi vardı: Devleti kurtarmak.
19 Mayıs’ta Samsun’dan Anadolu’ya çıkan Mustafa Kemal,
Padişah’ın verdiği kudret ve aynı yerden güç alan Kâzım Karabekir gibi
komutanların desteği ile işgale isyan ateşini harlamaya başlamıştı. -Sözde-
müfettişlik görevinden ve askerlikten ayrılmış olması bile Sultan’ın verdiği
devleti kurtarma görevinden vazgeçmesine sebep olmamıştı. Anadolu’daki halk
hareketinin her aşaması düzenli olarak İstanbul’a bildiriliyor, işgal
devletlerinin ateşini almak için Vahdettin tarafından verilen göstermelik
kararlara rağmen Kemal Paşa’nın Osmanlı Padişahına hürmeti telgraf ve
mektuplarına yansıyordu.
Son Osmanlı Meclisi, 12 Ocak 1920’de toplanıp
başkanını seçmiş, aldığı tüm sözlere, Anadolu’daki tüm çalışmalarına rağmen Mustafa
Kemal, meclis başkanı olamamıştı. Buna o kadar içerlemişti ki, Ankara’da söz
verdiği hâlde kendisine oy vermeyenleri daha sonra Nutuk’ta, “Sözlerinde
durmayan bu efendiler imansızdırlar, korkaktırlar, cahildirler” diyerek
suçlayacaktı.
Bu son meclisin de ömrü kısa sürdü. 16 Mart 1920’de
İstanbul tüm devlet kurumlarıyla işgal edilince, iki gün sonra Meclis-i Mebûsan
da çalışmalarını sonlandırdı. Ancak hâlâ bir devlet vardı ve yönetilmesi
gerekiyordu. Bunun için de vakit kaybetmeden işgal edilmemiş topraklarda yeni
bir meclis kurulmalıydı. Hiç vakit kaybetmeden, Kemal Paşa önderliğinde,
Ankara’da kurulacak yeni meclisin hazırlıkları başladı.
Ankara, yeni meclise ev sahipliği yapacak ve artık
millî müdafaa merkezi olacaktı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından teşkil
edilen ve kurtuluş mücadelesinin yürütme organı olarak görev yapan Heyet-i Temsiliye’nin
başkanı sıfatıyla 19 Mart 1920’de bir genelge yayınladı. Buna göre Ankara’da
özel yetkili bir meclis kurulacak ve bu meclis, ulusun bağımsızlığını ve
devletin kurtarılmasını sağlayacak önlemleri düşünüp uygulayacaktı. Görüldüğü
gibi, ilk Meclis’in kurulma aşamasında da hedef hâlâ Osmanlı Devleti’ni
kurtarmaktı. Bunun delili, son Osmanlı Meclisi’nin mebuslarının da ilk Meclis’e
davet edilmiş olmalarıydı.
Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, bünyesine
topladığı tüm Millî Müdâfaa örgütleri ile yeni kurulacak meclisin çatısı
altında faaliyetine devam edecekti. Bütün politik beklentilerden arındırılmış
olduğu iddiası ile kurulan cemiyet, bir süre bu kuruluş bildirgesine uygun
hareket etmişti; tâ ki Mustafa Kemal’in yeni devlet hedefi zuhur edene dek…
Konumuzun sonraki yazısında, Birinci Meclisin
kuruluşunu, Kemal Paşa’nın “yeni devlet” hedefini, kendisine biat edenleri ve
ilk Meclis içindeki muhalefeti anlatacağız inşâallâh…