16 Mart 1920’deki İstanbul’un ikinci işgalinden sonra
Ankara’da yeni bir hükûmet kurmak şart olmuştu. O zamana kadar faaliyetine
devam eden İstanbul Hükûmetleri, İtilaf Kuvvetlerinin işgaline direnmek yerine
işgalin etkilerini azaltmak üzerine hareket ediyordu. Sonunda 3 Ekim 1919’da kurulan
Ali Rıza Paşa Kabinesi, işgale direnme eğilimi gösteriyor ve işgalcilerin
tepkisine sebep oluyordu.
Bu dönemde Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın, Mondros
hükümlerine aykırı olarak savaş pozisyonuna geçmesi de gözlerden kaçmamıştı. Bu
gelişmelere seyirci kalamayan işgal kuvvetleri, hem Cemal Paşa, hem de Genelkurmay
Başkanı Cevdet Paşa’nın istifalarını isteyerek bu milliyetçi kabinenin görev
yapmasının önüne geçiyor, ardından da 16 Mart sabahı bütün devlet kurumları ve
karakollarını işgal ederek fiilen İstanbul Hükûmetine son veriyorlardı.
Herkes biliyor ki, Ali Rıza Paşa Kabinesinin
teşkilinde Mustafa Kemal’in etkisi büyüktü. 17 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesindeki
söyleşisinde, “İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı”, “Britanya
hükûmetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini” söyleyen
Kemal Paşa, Padişah Vahidettin’den aldığı görev gereği Anadolu’ya geçtikten
sonra gerçekleri görmeye başlamış ve işgale direnmek için gerekli siyâsî
hamlelerin de içinde bulunmuştu. Ali Rıza Paşa Kabinesinin açıkladığı Mîsak-ı
Millî’de de Anadolu’da yakılan direniş ateşinin ve Mustafa Kemal’in izlerini
görmemek mümkün değildi.
İtilaf Devletleri gerek Ali Rıza Paşa Hükûmeti,
gerekse Anadolu’daki direnişe karşı, halkın ateşini düşürmek için dört maddelik
bir bildiri yayınladı. Buna göre, işgal geçiciydi, işgaller Padişahlığı ve
Halifeliği korumak ve güçlendirmek için yapılmıştı, ancak azınlıklara yönelik
bir katliam başlarsa İstanbul tamamen alınacaktı ve herkes padişahlık mâkâmının
İstanbul’dan vereceği kararlara uymalıydı. Ne ilginç bir tesadüftür ki, Mustafa
Kemal’in, Kurtuluş Savaşı süresince halkı galeyana getirmek için kullandığı
argümanlarda da Padişahlığı ve Halifeliği korumak ve kurtarmak ön plândaydı.
İtilâf Devletlerinin bu konudaki taahhütlerinin
riyakârlık olduğu konusu şüphe götürmez elbette. Düşmandan farklı bir tutum da
beklenemezdi zaten. Ancak Kemal Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni ve Halife’yi
kurtarmak iddiası, beklenen bir hedefti. İzmir’in işgali üzerine Padişah
tarafından Anadolu’ya gönderilmesindeki görevin özeti de buydu aslında.
Bu görevin hakkıyla yerine getirilebilmesi için
Padişah Vahidettin, zaman zaman stratejik oyunlara başvurmak zorunda kaldı. Bunlardan
biri de Mustafa Kemal’in kanunsuz bir şekilde Anadolu örgütlenmesi yaptığı
yönündeki açıklamaları oldu. -Sözde- görevden alındı, İstanbul’a çağırıldı,
askerlikten istifası istendi, hatta yakalanma kararı çıkarıldı. Bunların
hiçbiri gerçek niyetleri ortaya koyan kararlar değildi. Tam tersine, Padişah
ile ilişkisi yokmuş gibi göstererek Kemal Paşa’yı görevinde daha özgür hâle
getirebilmenin taktikleriydi.
Nitekim Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı kazanılıncaya
kadar Osmanlı Devleti, Padişah ve Halifelik aleyhine hiçbir hareketin içine
girmedi. Halkın, padişahını ve devletini kurtarma konusunda göstereceği
psikolojik direnci sonuna kadar çok iyi kullandı.
Mondros Mütarekesi’ni bir nefes alma aracı olarak
kullanan İstanbul Hükûmeti, Anadolu’daki örgütlenmeler ile düşmana karşı
ayaklanmanın yolunu arıyordu. Bunun için ortak hareket etme imkânını sağlayacak
adı sanı koyulmuş bir teşkilâta gerek vardı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde
düşmanla mücadele etmek için kurulmuş büyük küçük bu örgütlerin tümü, Sivas
Kongresi’nde “Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti” ismi altında
toplandı. Bu örgütlenmenin içinde, Osmanlı karşıtı İttihat ve Terakki üyeleri
de vardı ve İstanbul bundan dolayı sıkıntı duyuyordu.
Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, 13 Ekim
1919’da bir nizamname yayınlayıp tüm teşkilatlara gönderdi. Buna göre cemiyet,
vatanın maruz kaldığı olaylar ile ve tamamen aynı maksatla millî vicdandan doğmuştu
ve her türlü siyâsî akımın dışında idi. Cemiyetin amacı, “Osmanlı vatanının
bütünlüğünü, Saltanat ve Hilâfet mâkâmı ile millî bağımsızlığın korunmasında
Kuvâ-yi Milliye’yi etkin ve irade-i milliyeyi hâkim kılmaktır” şeklinde
deklare edildi.
İttihatçılar cemiyet içinde yeteri kadar güçlü olmalarına
rağmen, asıl hedefleri olan lâik cumhuriyet temelli yeni bir devlet kurmak hayâllerini
-şimdilik- kaydıyla kuma gömmüş görünüyorlardı. Her ne kadar emelleri sumen
altına itilmiş olsa da Padişah Vahdettin, İttihatçı takımının Ankara Hükûmeti
üzerindeki etkisinin rahatsızlığını hissediyor ve en güvendiği asker olarak
Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal ile olan ilişkilerinde bir soğukluk hâkim
oluyordu.
Yazımızın devamında, ilk Meclis’in kuruluşu, Osmanlı’yı ve Hilâfet’i kurtarma hedefinden dönüş ve siyasallaşan cemiyetin iki ayrı kolunun Meclis içindeki mücadelesini okuyacaksınız inşâallâh.