Birinci Meclis’e giden yol ve Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin siyasallaşması (1)

Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, 13 Ekim 1919’da bir nizamname yayınlayıp tüm teşkilatlara gönderdi. Buna göre cemiyet, vatanın maruz kaldığı olaylar ile ve tamamen aynı maksatla millî vicdandan doğmuştu ve her türlü siyâsî akımın dışında idi. Cemiyetin amacı, “Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Saltanat ve Hilâfet mâkâmı ile millî bağımsızlığın korunmasında Kuvâ-yi Milliye’yi etkin ve irade-i milliyeyi hâkim kılmaktır” şeklinde deklare edildi…

16 Mart 1920’deki İstanbul’un ikinci işgalinden sonra Ankara’da yeni bir hükûmet kurmak şart olmuştu. O zamana kadar faaliyetine devam eden İstanbul Hükûmetleri, İtilaf Kuvvetlerinin işgaline direnmek yerine işgalin etkilerini azaltmak üzerine hareket ediyordu. Sonunda 3 Ekim 1919’da kurulan Ali Rıza Paşa Kabinesi, işgale direnme eğilimi gösteriyor ve işgalcilerin tepkisine sebep oluyordu.

Bu dönemde Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın, Mondros hükümlerine aykırı olarak savaş pozisyonuna geçmesi de gözlerden kaçmamıştı. Bu gelişmelere seyirci kalamayan işgal kuvvetleri, hem Cemal Paşa, hem de Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa’nın istifalarını isteyerek bu milliyetçi kabinenin görev yapmasının önüne geçiyor, ardından da 16 Mart sabahı bütün devlet kurumları ve karakollarını işgal ederek fiilen İstanbul Hükûmetine son veriyorlardı.

Herkes biliyor ki, Ali Rıza Paşa Kabinesinin teşkilinde Mustafa Kemal’in etkisi büyüktü. 17 Kasım 1918 tarihli Minber gazetesindeki söyleşisinde, “İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı”, “Britanya hükûmetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini” söyleyen Kemal Paşa, Padişah Vahidettin’den aldığı görev gereği Anadolu’ya geçtikten sonra gerçekleri görmeye başlamış ve işgale direnmek için gerekli siyâsî hamlelerin de içinde bulunmuştu. Ali Rıza Paşa Kabinesinin açıkladığı Mîsak-ı Millî’de de Anadolu’da yakılan direniş ateşinin ve Mustafa Kemal’in izlerini görmemek mümkün değildi.

İtilaf Devletleri gerek Ali Rıza Paşa Hükûmeti, gerekse Anadolu’daki direnişe karşı, halkın ateşini düşürmek için dört maddelik bir bildiri yayınladı. Buna göre, işgal geçiciydi, işgaller Padişahlığı ve Halifeliği korumak ve güçlendirmek için yapılmıştı, ancak azınlıklara yönelik bir katliam başlarsa İstanbul tamamen alınacaktı ve herkes padişahlık mâkâmının İstanbul’dan vereceği kararlara uymalıydı. Ne ilginç bir tesadüftür ki, Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı süresince halkı galeyana getirmek için kullandığı argümanlarda da Padişahlığı ve Halifeliği korumak ve kurtarmak ön plândaydı.

İtilâf Devletlerinin bu konudaki taahhütlerinin riyakârlık olduğu konusu şüphe götürmez elbette. Düşmandan farklı bir tutum da beklenemezdi zaten. Ancak Kemal Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni ve Halife’yi kurtarmak iddiası, beklenen bir hedefti. İzmir’in işgali üzerine Padişah tarafından Anadolu’ya gönderilmesindeki görevin özeti de buydu aslında.

Bu görevin hakkıyla yerine getirilebilmesi için Padişah Vahidettin, zaman zaman stratejik oyunlara başvurmak zorunda kaldı. Bunlardan biri de Mustafa Kemal’in kanunsuz bir şekilde Anadolu örgütlenmesi yaptığı yönündeki açıklamaları oldu. -Sözde- görevden alındı, İstanbul’a çağırıldı, askerlikten istifası istendi, hatta yakalanma kararı çıkarıldı. Bunların hiçbiri gerçek niyetleri ortaya koyan kararlar değildi. Tam tersine, Padişah ile ilişkisi yokmuş gibi göstererek Kemal Paşa’yı görevinde daha özgür hâle getirebilmenin taktikleriydi.

Nitekim Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı kazanılıncaya kadar Osmanlı Devleti, Padişah ve Halifelik aleyhine hiçbir hareketin içine girmedi. Halkın, padişahını ve devletini kurtarma konusunda göstereceği psikolojik direnci sonuna kadar çok iyi kullandı.

Mondros Mütarekesi’ni bir nefes alma aracı olarak kullanan İstanbul Hükûmeti, Anadolu’daki örgütlenmeler ile düşmana karşı ayaklanmanın yolunu arıyordu. Bunun için ortak hareket etme imkânını sağlayacak adı sanı koyulmuş bir teşkilâta gerek vardı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde düşmanla mücadele etmek için kurulmuş büyük küçük bu örgütlerin tümü, Sivas Kongresi’nde “Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti” ismi altında toplandı. Bu örgütlenmenin içinde, Osmanlı karşıtı İttihat ve Terakki üyeleri de vardı ve İstanbul bundan dolayı sıkıntı duyuyordu.

Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, 13 Ekim 1919’da bir nizamname yayınlayıp tüm teşkilatlara gönderdi. Buna göre cemiyet, vatanın maruz kaldığı olaylar ile ve tamamen aynı maksatla millî vicdandan doğmuştu ve her türlü siyâsî akımın dışında idi. Cemiyetin amacı, “Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Saltanat ve Hilâfet mâkâmı ile millî bağımsızlığın korunmasında Kuvâ-yi Milliye’yi etkin ve irade-i milliyeyi hâkim kılmaktır” şeklinde deklare edildi.

İttihatçılar cemiyet içinde yeteri kadar güçlü olmalarına rağmen, asıl hedefleri olan lâik cumhuriyet temelli yeni bir devlet kurmak hayâllerini -şimdilik- kaydıyla kuma gömmüş görünüyorlardı. Her ne kadar emelleri sumen altına itilmiş olsa da Padişah Vahdettin, İttihatçı takımının Ankara Hükûmeti üzerindeki etkisinin rahatsızlığını hissediyor ve en güvendiği asker olarak Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal ile olan ilişkilerinde bir soğukluk hâkim oluyordu.

Yazımızın devamında, ilk Meclis’in kuruluşu, Osmanlı’yı ve Hilâfet’i kurtarma hedefinden dönüş ve siyasallaşan cemiyetin iki ayrı kolunun Meclis içindeki mücadelesini okuyacaksınız inşâallâh.