Birinci Dünya Savaşı’na giriş faciamız

“Yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüğünüz zaman, bu insanlar, size yanık bir toprak kap içinde ekşi ayranlarını sunarlarken nazik görünmek isterler. Çocuklar, kadınlar, erkekler etrafınızı alırlar. Onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan, hattâ yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız. Gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir…” (Şevket Süreyya Aydemir)

BU yazımızda, bundan 105 yıl önce bir oldubittiyle girdiğimiz Birinci Dünya Harbi’nde yaşadıklarımızı özetle sizlerle paylaşacağız.

Savaşa girişimiz

22 Ekim 1914 günü Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın Osmanlı Donanması Birinci Komutanlığı’na getirilmiş olan Alman Amiral Schonuan’a çok gizli işaretli, kapalı bir zarf içinde gönderdiği emir şuydu: “Türk donanması, Karadeniz’de bahri hâkimiyeti temin edecektir. Rus donanmasını arayınız ve onu nerede bulursanız ilân-ı harbsiz hücûm ediniz!”

Bu gizli emrin ardından Amiral Schonuan komutasındaki Osmanlı Donanması, Rus limanlarını bombardıman etmiştir. Sultan Reşad’ın Başkâtibi Ali Fuad Türkgeldi, Padişah’ın ve Hükûmet’in haberinin olmadığı bu tarihî olayı şöyle anlatır: “29 Ekim 1914 Perşembe günü, Kurban Bayramı’nın arifesi idi. Kurban Bayramı gecesi, sabahleyin alaya yetişmek üzere erkence yatmışken, yanımızdaki konakta ikâmet eden Başmabeyinci Tevfik Bey bizim eve gelerek beni uykudan uyandırttı. Amiral Schonuan’ın kumandasında keşif için Boğaz hâricine çıkmış olan harp gemilerimiz ile Rus gemileri arasında karşılıklı çatışma çıkmış. Hakikati anlamak için Enver veya Cemal Paşa’ya müracaat etmek gerekiyordu. Enver Paşa’nın konağına telefon ederek Paşa’yı aradıksa da yatmış olduğu cevabını verdiler. Cemal Paşa’yı aradığımız hâlde onun da bir ziyafette davetli bulunduğunu söylediler. Bu cevapların önceden düzenlenmiş olduğu malûmdu. Fakat bizim için başka öğrenme yolu da yoktu. Sabahleyin bayram icra olunacağından erkence saraya gittik. Vukelâ dahi birer birer toplandılarsa da onlar da vak’adan haberdar değillerdi. Enver ve Cemal Paşalarla Talât gelince hakikat-i vukuata ittilâ hâsıl oldu.” (Türkgeldi, 2010:116)

Açıkça görülmektedir ki, o dönemde Osmanlı Devleti yetkili kişiler tarafından değil, bir iki kişinin keyfî istekleri doğrultusunda yönetilmekteydi.

Bu hâdise, harbi artık emr-i vâki hâline getirtmişti. Sadrazam istifasını verdi. İtilâf Devletleri sefirleri ise mevcût Alman Askerî Heyeti’nin ve bütün subayları ile birlikte Goeben’in derhâl hudut hâricine çıkarılmasını istiyorlardı. Dönemin Meclis-i Meb’usan Reisi Halil Menteşe’ye göre, bu şartları yerine getirebilmek Hükûmet’in kudret ve iktidarı dâhilinde değildi. (Menteşe, 1986:51)

Çünkü Almanya’ya kendimizi derin bir ilişki içerisinde kaptırmıştık. İşin aslı şuydu: Birinci Dünya Savaşı başladıktan bir gün sonra, 2 Ağustos 1914’te Osmanlı Devleti’ni bir diktatör gibi tek başına yöneten Enver Paşa, Almanya ile gizli bir anlaşma imzalamıştı. Bu antlaşmanın imzalandığı günlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun ortağı sayılan Almanya, Çarlık Rusya’sına savaş ilân etmişti. Almanya, Batı’da tutunabilmek ve Fransa işini birkaç haftada hâlledebilmek için doğuda Rusları, Mısır’da İngilizleri oyalama görevini Osmanlı’dan bekliyordu. Ayrıca Galiçya ve Romanya’da da Osmanlı Ordusu Almanların yüklerini hafifletecekti.

29 Ekim günü gerçekleşen Osmanlı saldırısının ardından 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilân etti. 11 Kasım’da da Osmanlı İmparatorluğu bu üç devlete karşı savaş ilân etti.

Hâl böyleyken ve olayın failleri çok açıkça belli iken, büyük bir facia ve yıkıma sebep olduğu için sonraki yıllarda Birinci Dünya Savaşı’na girme kararına kimse sahip çıkmak istemez. Osmanlı Devleti’ni bir hırs ve macera uğruna savaşa sokan Enver Paşa, inkârcıların başında gelmektedir. Halil Menteşe, bu durumu Hatıralar’ında şöyle anlatır: “Harpten sonra 22 Mayıs 1921’de Roma’da rastladığım Enver Paşa’ya bu konuyu sordum. ‘Ben Rus Donanması’na taarruz emri vermedim’ dedi.” (Menteşe, 1986:208)

Talât Paşa, Berlin’de yazdığı Hatıralar’ında şöyle der: “Bu hâdiseden hiçbirimiz daha önceden haberdar değildik. Fakat ben de herkes gibi, Enver Paşa’nın haberi olduğuna kani idim. Bayram günü Meclis-i Meb’usan’ın Reisi Halil Bey’in evinde toplandık. Ben Enver Paşa’ya epeyce hücûm ettimse de hiç haberi olmadığını yeminle temin etti.” (Talat Paşa, 2015:29)

Dönemin Maliye Nâzırı Cavit Bey’e göre ise Talât Paşa’nın her şeyden haberi vardır: “Cavit Bey, Sadrâzam’ın tercümana verdiği yazının Almanya ile yapılmış antlaşmanın metni olduğunu kısa bir süre sonra Talât Bey’den öğrenecektir. Akşamüstü Talât Bey’le tekrardan Sait Halim Paşa’nın yalısına giderken tüm uyarı ve eleştirilerini yapar. Otomobilden indikleri anda Talât Bey, ‘Mukadderat!’ der. (Tunaya, 1989:494)

Daha sonra bağımsız kaynaklardan gelen açıklamalar da gerçeği tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştu. O tarihte Genelkurmay karargâhında görevli olan Yarbay İhsan Bey (General Ali İhsan Sabis), Hatıralar’ında Enver Paşa’nın Amiral Schonuan’a verdiği emri kastederek, “Böyle bir emirden Karargâh-ı Umûmîmizin asla malûmatı yoktu” diye yazar. (Sabis, 1991:39)

Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in kardeşi olan ve o gün Yavuz zırhlısında bulunan Yarbay Şevket Doruker de şu açıklamayı yapmıştır: “Yavuz ve Midilli savaş gemileri, Rus donanmasına değil, Rus şehirlerine ve limanlarına taarruz etmişti. Taarruzdan sonraki resmî tebliğde de ilân edilmek istendiği gibi, taarruz günü filomuzun talimlerini telsizleriyle muntazaman ihlâl eden bir Rus donanması da ortada mevcût değildi.” (Doruker:1947)

Dönemin İttihatçı yöneticileri bu gizli anlaşmayla Osmanlı askerini âdeta para karşılığında Almanya’ya satmışlardır. Alman Kurmay Başkanı Won Kress, Berlin’e giderken Osmanlı Başkumandanlık Vekâleti’nden Alman Karargâh-ı Umûmiye Reisi General Von Falkenhayn’a hitaben bir muhtıra götürdü. 31 Ağustos tarihli bu muhtıranın bazı bölümleri şöyle idi:

1) 100 bin kişilik iyi ve kâfi derecede techiz edilmiş kıtaat… Aşağı Mısır’ın fethi için bu kuvvetin 50 bin kişi ile daha takviyesi…

2) Almanya’nın vermekte olduğu paranın ihtiyacı tamamen temin edecek miktara iblağı...

(…)

6) Şubat sonuna kadar 25 milyon mark… Ondan sonra her ay düzenli olarak 10 milyon markın yardım olarak verilmesi…” (Erden, 2003:199)

“Yardım alan, emir de alır” kuralı gereğince, Almanlar İttihatçılara markları verirken üç de önemli görev ve emir verirler. Almanların Osmanlı Ordusuna verdikleri emirler tanıdıktır:

“Ordu Kurmay Başkanı Von Frankenberg, Deutsche Wehr dergisinin Mayıs sayısında şöyle demişti: ‘Alman Başkumandanlığı Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye üç ödev vermişti. Çanakkale Boğazı’nı kapatmak, Kafkasya’ya taarruz, Kanal’a taarruz...” (Erden, 2003:29)

Bu bilgiden, Çanakkale başta olmak üzere Osmanlı Ordusunun büyük facialar yaşadığı üç önemli cephenin, aslında Enver Paşa’ya verilmiş bir “Alman ödevi” olduğu anlaşılmaktadır.

Ve satılmış bir ülke halkının acıları

Silahaltına çağrılan 2 milyon 850 bin kişilik “yarı aç, yarı çıplak” bir ordu dokuz cephede çarpışarak, nüfusu 20 milyona, yüzölçümü 2 milyon kilometrekareye yaklaşan Osmanlı ülkesini korumakla görevlendirilmişti. Bunların altısı ülke içinde (Kafkas, Çanakkale, Irak, Sina, Filistin, Hicaz, Yemen), üçü de ülke dışındaydı (Romanya, Galiçya, Makedonya).

Şevket Süreyya Aydemir, bütün bu cephelere dağıtılmış askerlerin yakınlarının duygularına şâhit olanlardan biridir:

“Yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüğünüz zaman, bu insanlar, size yanık bir toprak kap içinde ekşi ayranlarını sunarlarken nazik görünmek isterler. Çocuklar, kadınlar, erkekler etrafınızı alırlar. Onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan, hattâ yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız. Gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. Bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hattâ gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler: ‘Hasan Kalıçadaymış (Galiçya’da)... Mehmet Arap içine gitti’ derler.

-Neresi bu Arap içi?

-Bilmeyik ki… Aha buradan iki aylık yolmuş!..

Fakat jandarma, zaman zaman bu mağaralar âlemine uğrar. Ya Kalıçaya, ya Arap içine yeni yeni askerler çağırır. Yahut köye, koynunda buruşmuş birtakım sarı kâğıtlar bırakır. Bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir.” (Aydemir, 1974:83)

Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Cephesi’nde savaşan yedek subay İsmail Hakkı Sunata, bu gidenlerden geri dönmeyecek olan askerlerin akıbetlerine şâhit olanlardan biridir. Hastaneye bile gidemeden yolda ölüp kalan iki neferi bir portatif çadıra sararak gömmek üzere buraya getirmişlerdir. (Sunata, 2003:356)

Savaş sırasında trenle Beyrut’a giden Halide Edip Adıvar da Konya civarında yakınlarının hâlini soran halkın duygularına şâhitlik eder:

Eskişehir’den Konya’ya uzanan çıplak, sarı saha çok sıcaktı. Trenin Konya civarında bir istasyonda iki saatten fazla kalmasından faydalanarak oracıktaki bir köyü gezdik. Bu yirmi beş haneli köycükte hemen hiç erkek yoktu. İhtiyar kadınlar kapıların önlerinde, elleri şakaklarında oturmuş düşünüyorlar, çocuklar sokakta oynuyor, bir genç kadın grubu da omuzlarında çapalarıyla tarladan dönüyordu. Kadınların yalnızlığı, tozun sıcak sıkıntısı tarif edilmez bir hatıradır.

Tarladan dönen kadınlar, tozlu köy sokağına çömeldiler. Hepsi birer birer kocalarının isimlerini söylerken birdenbire hıçkırarak ağlıyorlardı. Henüz harbin ikinci yılında idik. Fakat bu kendi hâllerine terk edilmiş kadınların takati tükenmiş, harbin ne zaman biteceğini soruyorlardı. Herhâlde bu zavallıların pek azı dünya gözü ile kocalarını veyahut oğullarını görebileceklerdi.” (Adıvar, 1963:194)

Konya’da yakınlarının sorduğu bu askerler muhtemelen Yedek Subay İsmail Hakkı Sunata’nın, Doğu Cephesi’nde bir dağ köyünde akıbetlerine şâhit olduğu askerlerden biridir: “Her taraf, binaların dibi, çadırların etrafı, yıkık duvarların kuytusu kaderine terk edilmiş hasta askerlerle doluydu.” (Sunata, 2003:367)

Halide Edip Adıvar, yakınlarının hâlini soran Humus halkının duygularına da şöyle şâhitlik eder: “Humus’a gelmişiz. İstasyondan gelen garip seslerle uyanmıştım. Ekserîsi kadın olmak şartıyla belki yüz boğuk boğazdan gelen sesler birbirine karışıyordu. ‘Ya Abdurrahman… Ya Abdullah... Ya Mehmet…’ Kocaları veya oğulları askere giden kadınlar, her askerî tren geçtikçe istasyona üşüşüyor, eşlerini asker vagonlarında bulmak ümidi ile ellerini sallayarak sesleniyor ve koşuşuyorlardı.” (Adıvar, 1963:197)

Yedek Subay İsmail Hakkı Sunata, tren istasyonlarında yakınları tarafından aranan bu askerlerin de akıbetlerine şâhit olmuştur: “Hastalar koğuşlarda donup ölüyorlar. Bu sabah hastanedeki sıhhiye erleri durmadan sedye taşıdılar. Taşıdıkları süprüntü değil, birer askerdi.” (Sunata, 2003:369)

Mütareke günlerinde Turhal’a gelen Binbaşı Hüsrev Gerede de benzeri manzaralarla karşılaşır: “Turhal’da zavallı köylü kadınların kimisinin Sarı Osman’ını, kimisinin Karayağız Mehmed’ini sormaları bizi çok üzmüştü. Biri, ‘Efendi, torunum dört sene evvel Sarıkamış Muharebesi’ne gitmişti, haber yok’; öbürü, ‘Oğlum İngilizlerle Arabistan taraflarında muharebe ediyordu. Durumundan hiçbir nişan yok’ diyordu. Bir kadınımız, bahçesindeki ağaçları göstererek, ‘Ahmed’im gittiği zaman bu ağaçları kendisi dikmişti. Şimdi meyve veriyor. Acaba gelip bu meyvelerden yiyecek mi?’ diyerek ağlayan bir yürekle soruyordu.” (Gerede-Önal, 2003:41)

Yedek Subay İsmail Hakkı Sunata, bahçesine ağaç dikerek savaşa giden bu askerlerin de akıbetlerine şâhit olmuştur: “Dönüşte karların üzerinde kısmen parçalanmış askerin cesedini gösterdiler. Yapacak bir şeyimiz yoktu. Zavallı askerin ölüsü, en sonunda sırtlanlara yem olacak.” (Sunata, 2003:371)

Konyalı Musa Efendi’nin yaşadıkları, o günlerde Anadolu halkının yaşadığı acının vesikalık bir örneğidir: “‘İbrahim ile Ahmed’in vefatı muhakkak gibidir. İbrahim’in Şam bozgununda şehit olduğunu söylüyorlar. Ahmed de Pozantı’da giderken vefat etmiş. Veli ile bizim diğer birader Hurşit, Dördüncü Ordu’ya, Kafkas’a geçmişti, şimdi ne hayatlarından, ne de vefatlarından hiç haber yok. İşte şu küçük Hamza ile yalnız kaldık. Delikanlıları kaybettik’ dedi. Dört şehit, sadece bir aileden; iki oğul ve iki birader…” (Koçkuzu, 2011:446)

Savaşın ve facianın acı bilânçosu

Birinci Dünya Savaşı’na katılan ve savaşta kaybettiğimiz insan sayısı konusunda müellifler çeşitli rakamlar ileri sürerler. Mete Tunçay’a göre Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, 2 milyon kişiyi askere aldı. Avrupa ülkelerinde, Kafkaslarda, Sina’da ve Çanakkale’de büyük darbeler yedi. (Tunçay, 2009)

Tarık Zafer Tunaya’ya göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914’te silahaltına aldığı asker sayısı 2 milyon 850 bindir. Şehit sayısı 550 bin kadardır. 2 milyon 59 bin yaralıdan 89 bin 634 asker köylerine sakat kalarak dönmüşlerdir. Yalnızca Sarıkamış Seferi’ne katılmış olan 90 bin Türk askerinin 70 bini soğuk, hastalık ve kötü yönetimden ölmüştür. Kanal Seferi’nde 3 bin Türk genci kaybedilmiştir. Bütün savaş boyunca 129 bin 644 Türk subayı esir düşmüştür. (Tunaya, 1989:522)

Şevket Süreyya Aydemir’e göre, Enver Paşa’nın ve arkadaşlarının, arkalarında bıraktıkları bu on yıllık kanlı izin üzerinde 3 milyon insanın kanı yahut cesedi yatıyordu. (Aydemir, 1974:207)

Savaşın şâhitlerinin verdiği bilgiler de bu verileri doğrular niteliktedir. Aydemir, bizzat kendi yaşadığı vakıayı şöyle anlatır: “Adına şimdi 28’inci Tabur denilen o eski ve şanlı 28’inci Alay’ın, ben tabura katıldığım zaman bütün mevcûdu 38 erden ibaretti.” (Aydemir, 1974:99)

Bir topçu subayının Çanakkale Harbi günlüklerindeki kayıtlar da yaşanan büyük insan kırımını gösteren bir başka vesikadır: “19 Ağustos 1915 Perşembe: Bölüğümüzün mevcûdu yüz otuz sekiz iken şimdi ancak kırk iki mevcûdumuz kalmıştı.” (Güneş, 2014:113)

Hilmi Uran’ın naklettiği haber ise, yaşanan facianın vahametini gösteren tek cümlelik bir özet gibidir: “Birçok aile reisi askere alındığından, İzmir’in Çeşme ilçesi âdeta bir kadınlar diyarı olmuştu.” (Uran, 2007:74)

 

Kaynaklar

Adıvar Halide Edip (1963), Mor Salkımlı Ev, İstanbul: Atlas Kitapevi

Aydemir Şevket Süreyya (1974), Suyu Arayan Adam, İstanbul: Remzi Kitabevi

Erden Ali Fuat (2003), Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları, İstanbul: İş Bankası Kültür Yay.

Gerede Hüsrev-Önal Sami (2003), Hüsrev Gerede’nin Anıları, İstanbul: Literatür Yay.

Güneş İsmail (2014), Çanakkale Cephesinde Bir Topçu Subayının Günlüğü, Çanakkale: On Sekiz Mart Yay.

Koçkuzu Ali Osman (2011), Bir Müderrisin Sürgün Yılları, İstanbul: İz Yayıncılık

Menteşe Halil (1986), Halil Menteşe’nin Hatıraları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.

Sabis Ali İhsan (1991), Birinci Dünya Harbi Hatıralarım, İstanbul: Nehir Yay.

Sunata İsmail Hakkı (2003), Gelibolu’dan Kafkaslara, İstanbul: İş Bankası Kültür Yay.

Tunaya Tarık Zafer (1984), Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.

Türkgeldi Ali Fuat (2010), Görüp İşittiklerim, Ankara: Tarih Kurumu Yay.

Uran Hilmi (2007), Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, İstanbul: İş Bankası Yay.