Biri “Siyah” mı dedi?

Duvarları süsleyen yazılar, kaçak ya da ruhsatlı silahlar “suç” sayıldı askerî mahkemelerce. En tuhafı ise “Kürtçe” konuşmak, şarkı ve türkü söylemek, kaset bulundurmaktı! O gün, henüz on dördüne girmiş biri olarak, “Ne tuhaf! Almanca, İngilizce serbest ama Kürtçe yasak!” diye düşünmüştüm.

ABD’DE Siyahî George Floyd’un polis şiddeti sonucu ölümünün ardından başlayan protestolar ilk günkü seyrinde olmasa da, ırkçılık tartışmalarının devam ettiğine şâhit oluyoruz.

Olayların Kristof Kolomb’un keşfettiği kıtanın dışına taşmasıyla birlikte, Avrupa genelinde kölelik ve sömürgecilik sembolü olarak görülen heykeller, göstericilerin hedefi hâline geldi.

Bu yazıyı kaleme almaya çalıştığımda, üzerimde siyah bir tişört, altımda siyah bir pantolon ve ayaklarımda ise siyah bir çift spor ayakkabı vardı ve üçü de “ilk” kez giyilmişti…

Siyah giyinmemin elbette yazıyla ilintisi yoktu, sadece tevafuk etmişti. Gün içinde kızımla özel bir çekime dâhil olmuştuk ve konsept gereği üzerimizdekiler siyahtı. Gündemin siyah oluşu gibi…

Siyaha biraz ara verip, ülkemizin siyahtan da öte bir karanlığa mahkûm edildiği 70’li yıllara gidelim hep birlikte…

Ortaokula kaydım yapılırken yabancı dil dersimize müdür yardımcısı karar vermişti: “Almanca”… Biz sormadan, daha doğrusu soramadan o cevapladı: “İngilizce hocası sayımız yeter sayıda değil!”

Güzel dildi ama hiçbir zaman konuşacak seviyede olmadı. Bırakın konuşmayı, ders bile geçemedik ve lise beşinci sınıfta, sınıfın yüzde 85’i ikmâle kalmıştı. “Yerli” Almanca hocamız, sınıfın kopya çektiğini savunuyordu. Ama biz kendimizi savunamamıştık ve bir yılımız elimizden kayıp gitmişti. Kayıp giden, zaman değil, belki de geleceğimizdi…

Elbette tek derdimiz bu değildi. Sürgünler vardı meselâ. Öğretmen ve memur gelmeden, namları gelirdi evvelâ. Başarı çıtası düşük bir ilçenin talebeleri buna direnç gösteremiyor ancak garipsiyordu. Her gelenin bir “Hoş geldin” diyeni olduğu gibi, her gelenin de gözüne kestirdiği kurbanları vardı…

Çetin yıllardı. Ülkücü bir ailede neşet etmiştim. Bayrak ve vatan sevgimiz en üst seviyedeydi. Beyazperdede Malkoçoğlu’nu alkışlıyor, film bitince de elimize üç hilâl alıyor, Akıncı edâsıyla mahalleye giriyorduk. Gariptir, günde beş vakit namaz kılan, Kur’ân okuyan ve okutan, ailemizin direği, Osmanlı kadını Seher Sultan, iki oda bir salonun kireçle boyanmış duvarına kaftan bıyıklı, kıvırcık saçlı “Karaoğlan” posteri asmıştı. “O Kıbrıs Fatihi” diyordu. Haklıydı, Rum’u sevecek, Makarios’u duvara asacak değildik ya…

O fotoğraf, sokaklar hareketleninceye kadar orada asılı kaldı. Tâ ki miğferli askerlerin sokağımızın başını tuttuğu 12 Eylül sabahına kadar…

Sonradan ihtiyarın başındaki fes, talebenin kitaplığındaki dergiler, kitaplar, gençlerin bıyığı yahut faulü, kişinin mensubu olduğu siyâsî partiler, duvarları süsleyen yazılar, kaçak ya da ruhsatlı silahlar “suç” sayıldı askerî mahkemelerce. En tuhafı ise “Kürtçe” konuşmak, şarkı ve türkü söylemek, kaset bulundurmaktı!

O gün, henüz on dördüne girmiş biri olarak, “Ne tuhaf! Almanca, İngilizce serbest ama Kürtçe yasak!” diye düşünmüştüm.

Evet, yasaktı! Hem de uzun, upuzun yıllar…

Demokrasiye verilen aradan sonra tek başına iktidar olan Özal’ın sıklıkla dile getirdiği “dilde özgürlük” beyanları, dünya kamuoyunda ve ülkemizde yankı buluyordu. Destekleyenler kadar karşı çıkanlar da vardı. Kürtçe televizyondan öcü gibi kaçınıldı.

Irkçılık karnemiz

Ülkenin mozaik oluşundan bahsedildi ama o mozaiğin bir parçası olan kendi vatandaşımızın anadilinde konuşmasına, eğitim görmesine, müzik yapmasına, kendi kültürünü yaşamasına tahammül gösteremedik!

İhtimâl, Kürt gerçeğinin üzerini örtmek ve o yıllarda palazlanmaya başlayan PKK terör örgütünün ekmeğine yağ, hattâ tereyağı sürmek isteyenler vardı. Belli ki, Çanakkale’de, Dumlupınar’da ve Sarıkamış’ta omuz omuza kahramanca çarpışan ve yan yana şehit düşen Kayserili Ahmet ile Diyarbakırlı Şeyhmus’un kemiklerini incitmek, etle kemiği birbirinden ayırmak, yüz yıllık aradan sonra Kayserili ve Diyarbakırlı anaları ağlatmak istiyorlardı…

Özal’dan sonra bir kez daha salt çoğunlukla tek başına iktidar olan Erdoğan başkanlığındaki Hükûmetler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun makûs talihini değiştirmek için çok ciddî adımlar attı…

Sırf Kürtçe konuştuğu için Diyarbakır Cezaevi’nde dışkı yedirilen, tırnakları sökülen, hattâ sağ girip cenazesi çıkanlar akla gelince, alınan merhalenin büyüklüğü su götürmez bir hakikate bürünüyor.

Hak, hak sahibindir. Aslolan, o hakkın gasp edilmeden evvel ona tevdi edilmesi, tahammül gösterilmesidir. Dilini ve dinini yaşaması için imkân sunulmasıdır. Büyük devlet olmanın gereği, içte ve dışta “tam özgürlük” anlayışının tesis edilmesine, aynı zamanda kendi vatandaşının aslî yaşam unsurlarına, fıtratına uygun şekilde hayatını idâme etmesine bağlıdır.

Dün “imkânsız”, hatta “zor” denilen onca şey, bugün için “kolay”dan öte bir düzlükte yer almaktadır. Şükürler olsun!

Yazımıza yaşanmış bir hikâye ile devam edelim…

Olayın kahramanı, 1996’dan 1999’a kadar üç yıl süre ile Siirt’te bir yatılı okulda görev yapan Giresunlu bir öğretmen…

“Aslım Laz ve şu an aktif meslek hayatıma devam ediyorum” diyerek başlıyor söze…

O üç yıl içinde sayısız hatıra biriktirir ama biri var ki, o aklına geldikçe kendisini derinden üzen, vicdanını sızlatan, çoğu zaman ağlatan bir pişmanlıktır bu.

Gerisini onun ağzından dinleyelim:

“Okulumuzun öğrencileri, çevre köylerden geliyordu ve tamamı Kürt öğrencilerden oluşuyordu. Yaşı çok küçük olanlar da vardı, büyük olanlar da. Kimileri de yaşıtlarının çok çok üstündeydi. Onlar da okula geç başlayanlardı…

Kendi köyünde ilkokulu bitirip ortaokula geçen ve yatılı okulu tercih edenlerin birçoğu Türkçe bilmezdi. ‘Türkçeyi bilmeden nasıl ders geçtiniz?’ dediğimizde, verecek cevapları yoktu! Çünkü bilmiyorlardı. Belki soruyu anlıyorlardı ama telâffuz edemiyorlardı.

Ben, üniversite yıllarında Ülkü Ocakları’na girmiştim. Vatanımı, milletimi ve bayrağımın bütünlüğünü bozan her şeye karışıydım.

Dilimiz Türkçeydi ve bu yüzden Kürtçe konuşan, daha doğrusu Türkçe bilmeyen o öğrencilerden nefret ediyordum. Bazen kafamda onları yok etmenin hesaplarını dahi yapıyordum. Onları asimile etmek için her şeyi yapıyorduk. Fakat onların bundan haberi yoktu…

Kürtçe konuştuğu için yediği tokattan dolayı kulak zarı patlayan, yediği dayaktan hâfızasını kaybeden yani dengesi bozulan birçok öğrenci biliyorum.

Aklımdan çıkmayan bir olay var ki, hatırladıkça âdeta kahroluyorum. Ve inanın, bu satırları yazarken ağlıyorum…

Bir öğrencimin, teneffüs sırasında arkadaşına Kürtçe ‘Vare vare’[i] dediğini duydum ve merdivenlerin başında yanına yaklaştığım gibi bütün gücümle ona bir tokat attım. Merdivenlerden düştü ve kolu kırıldı. Zavallı çocuk, ona niçin tokat attığımı bilmiyordu.

Acı içinde, feryâd u figân ağlıyordu. İlk şoku atlattıktan sonra kendi arabamla onu hastaneye götürdük. Yolda, ‘Merdivenlerden kendim düştüm’ demesi için telkinde bulundum. Fazla zorlamadım yine de. O da beni çok sevdiği için olmalı ki teklifimi ‘Niye?’ demeden kabul etti…

Muayene eden doktor, ‘Anlat bakalım, ne oldu sana?’ dediğinde yarı Türkçe, yarı Kürtçe bir cümle kurdu: ‘Arkadaşımla şakalaşırken merdivenlerden düştüm…’”

Samîmi itiraflar!

Dedik ya, üç yıla çokça hatıra sığdırmıştı diye, işte onlardan biri daha:

“Yatılı okulun oldukça büyük bir banyosu vardı. Öğrenciler, sınıfları için belirlenen sıralamaya göre duş alıyorlardı. Her banyoda su sorunu yaşanırdı. Bazen buz gibi olurdu, bazen de sıcak su akar, soğuk su akmazdı. Öyle zaman olurdu ki, sular birden kesilir, öğrencilerin saçı başı köpük içinde kalırdı…

Öylece duştan çıkıp kurulandıklarını gördüğümde vicdanım sızlardı sızlamasına ama çabuk toparlanıp, ‘Bunlar hak ediyor! Sakın acıma bunlara’ derdim…

İstisnasız her gün bir sürü öğrenciyi döverdim. Onları dövdüğüm ve asimile etmeye çalıştığım hâlde, ilginçtir, onlar beni sevmeye devam ediyorlardı. Bazen bunu dillendiriyorlardı. Odama gelip, ‘Öğretmenim seni çok seviyoruz’ diyorlardı. Ben de onlara hitaben, ‘Eğer siz de benim dediklerimin dışına çıkmasanız, ben de sizi seveceğim’ diyordum.

Kafam allak bullaktı! Onlar, uyguladığım şiddete rağmen beni seviyorlardı. Ben ise onları, onlardan bir şey bekleyerek sevmeye çalışıyordum.

Şimdi tüm bunları etraflıca düşündüğümde, inanın, insan olduğumdan utanıyorum! Şu an yaşadığım vicdan azabını Allah kimseye yaşatmasın.

Okulun şartları oldukça kötüydü ve bugünkü gibi modern okul yerleşkeleri yoktu. Yemeğin çıkmadığı günleri bilirim… Bazen yemeğin içinden karınca ve benzeri şeyler çıkardı. Bunları dile getirenleri döverdik ve bir daha seslerini çıkaramazdılar.

O soğuk kış günlerinde bazen kaloriferler yanmazdı, öğrenci odaları buz keserdi. O soğukta bırakın yatmayı, orada durmak bile neredeyse imkânsızdı. Ama onlar kalıyorlardı!

Okumak, Türkçe öğrenmek içindi bu zorluğa göğüs germelerinin nedeni…

Üç yılın sonunda tayinim çıkmıştı. Sıra vedâlaşmaya gelmişti. Peşim sıra ağıt yakarcasına ağlıyorlardı. Belki de o sahneydi beni insanlığımla ve hakikatle yeniden buluşturan…  

Yıllarca düşman gözüyle baktığım, dilini yasakladığım, asimile etmeye çalıştığım, varlığını kendi varlığıma adaması için baskı uyguladığım o öğrencilerim, yaşanmış tüm kötülüklerden arınarak, berrak birer gözyaşı olarak, sırf onlardan ayrıldığım için hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı ve ‘Ne olur, gitmeyin öğretmenim!’ diyorlardı… Çok değil, daha birkaç dakika öncesinde onlarla vedâlaşırken içten sarılmamıştım onlara! Sarılırken bile aklımda bambaşka hesaplar vardı!

Arabama bindim, gaza dokundukça uzaklaşmaya başladım. Gözüm dikiz aynasındaydı. Geride küçülmesi gereken manzara, tam tersine giderek büyüyordu. Arkamdan koşmaya devam ediyorlardı. Hıçkırık sesleri, motor sesine baskın gelmişti…

Daha fazla dayanamadım. Dahası, daha fazla gidemedim ve frene basıp durdum. Bunca yıldır içimde biriken tüm kinimi, nefretimi içimden söküp attım. ‘Sizin olsun her şey!’ dedim ve kapıyı açarak onlara doğru koşmaya başladım. Çoktular ama hepsini kollarımın arasına sığdırdım ve yüreğime basarcasına sarıldım.

‘Sizi çok seviyorum, hem de çok. Siz benim evlâtlarım ve kardeşlerimsiniz. Ne olur, beni affedin! Hakkınızı helâl edin!’ dedim ve bir çocuk gibi gözyaşlarına karıştım.

İşte o gün anladım insanlığın her şeyden üstün olduğunu, o gün anladım sevginin ne kadar güzel olduğunu! İşte o gün anladım insanların diline, rengine, ırkına bakmaksızın onları sevmenin ne kadar erdemli bir şey olduğunu!

Aradan çokça seneler geçti… Keşke oralarda yeniden görev verseler bana! Oralara gidip onlara yürekten hizmet etme fırsatı verseler keşke! Kürtçeyi öğrenip derslerini Kürtçe anlatsam ve onları iki çocuğumdan ayırmadan, karşılık beklemeden sevsem, sevebilsem…”

Kırk altı yaşındaki öğretmenimiz, iki kez çok ağladığını belirtiyor: İlki öğrencileriyle vedâlaştığında, ikincisi ise bu hatırayı paylaştığında…

“Bütün öğrencilerimden ve ailelerinden özür diliyorum. Biliyorum, hesap günü, yaptıklarım suâl edilecek bana. Ne olur, hakkınızı helâl edin, buna ihtiyacım var!” diyor.

Kimin ihtiyacı yok ki?

 


[i] Gel gel