ABD’DE Siyahî George Floyd’un polis şiddeti sonucu ölümünün
ardından başlayan protestolar ilk günkü seyrinde olmasa da, ırkçılık tartışmalarının
devam ettiğine şâhit oluyoruz.
Olayların Kristof Kolomb’un keşfettiği kıtanın dışına
taşmasıyla birlikte, Avrupa genelinde kölelik ve sömürgecilik sembolü olarak
görülen heykeller, göstericilerin hedefi hâline geldi.
Bu yazıyı kaleme almaya çalıştığımda, üzerimde siyah
bir tişört, altımda siyah bir pantolon ve ayaklarımda ise siyah bir çift spor
ayakkabı vardı ve üçü de “ilk” kez giyilmişti…
Siyah giyinmemin elbette yazıyla ilintisi yoktu, sadece
tevafuk etmişti. Gün içinde kızımla özel bir çekime dâhil olmuştuk ve konsept gereği
üzerimizdekiler siyahtı. Gündemin siyah oluşu gibi…
Siyaha biraz ara verip, ülkemizin siyahtan da öte bir
karanlığa mahkûm edildiği 70’li yıllara gidelim hep birlikte…
Ortaokula kaydım yapılırken yabancı dil dersimize müdür
yardımcısı karar vermişti: “Almanca”… Biz sormadan, daha doğrusu soramadan o
cevapladı: “İngilizce hocası sayımız yeter sayıda değil!”
Güzel dildi ama hiçbir zaman konuşacak seviyede olmadı.
Bırakın konuşmayı, ders bile geçemedik ve lise beşinci sınıfta, sınıfın yüzde 85’i
ikmâle kalmıştı. “Yerli” Almanca hocamız, sınıfın kopya çektiğini savunuyordu.
Ama biz kendimizi savunamamıştık ve bir yılımız elimizden kayıp gitmişti. Kayıp
giden, zaman değil, belki de geleceğimizdi…
Elbette tek derdimiz bu değildi. Sürgünler vardı
meselâ. Öğretmen ve memur gelmeden, namları gelirdi evvelâ. Başarı çıtası düşük
bir ilçenin talebeleri buna direnç gösteremiyor ancak garipsiyordu. Her gelenin
bir “Hoş geldin” diyeni olduğu gibi, her gelenin de gözüne kestirdiği kurbanları
vardı…
Çetin yıllardı. Ülkücü bir ailede neşet etmiştim.
Bayrak ve vatan sevgimiz en üst seviyedeydi. Beyazperdede Malkoçoğlu’nu
alkışlıyor, film bitince de elimize üç hilâl alıyor, Akıncı edâsıyla mahalleye
giriyorduk. Gariptir, günde beş vakit namaz kılan, Kur’ân okuyan ve okutan,
ailemizin direği, Osmanlı kadını Seher Sultan, iki oda bir salonun kireçle
boyanmış duvarına kaftan bıyıklı, kıvırcık saçlı “Karaoğlan” posteri asmıştı.
“O Kıbrıs Fatihi” diyordu. Haklıydı, Rum’u sevecek, Makarios’u duvara asacak
değildik ya…
O fotoğraf, sokaklar hareketleninceye kadar orada
asılı kaldı. Tâ ki miğferli askerlerin sokağımızın başını tuttuğu 12 Eylül
sabahına kadar…
Sonradan ihtiyarın başındaki fes, talebenin
kitaplığındaki dergiler, kitaplar, gençlerin bıyığı yahut faulü, kişinin
mensubu olduğu siyâsî partiler, duvarları süsleyen yazılar, kaçak ya da ruhsatlı
silahlar “suç” sayıldı askerî mahkemelerce. En tuhafı ise “Kürtçe” konuşmak, şarkı
ve türkü söylemek, kaset bulundurmaktı!
O gün, henüz on dördüne girmiş biri olarak, “Ne tuhaf! Almanca, İngilizce serbest ama
Kürtçe yasak!” diye düşünmüştüm.
Evet, yasaktı! Hem de uzun, upuzun yıllar…
Demokrasiye verilen aradan sonra tek başına iktidar
olan Özal’ın sıklıkla dile getirdiği “dilde özgürlük” beyanları, dünya kamuoyunda
ve ülkemizde yankı buluyordu. Destekleyenler kadar karşı çıkanlar da vardı.
Kürtçe televizyondan öcü gibi kaçınıldı.
Irkçılık karnemiz
Ülkenin mozaik oluşundan bahsedildi ama o mozaiğin bir
parçası olan kendi vatandaşımızın anadilinde konuşmasına, eğitim görmesine,
müzik yapmasına, kendi kültürünü yaşamasına tahammül gösteremedik!
İhtimâl, Kürt gerçeğinin üzerini örtmek ve o yıllarda
palazlanmaya başlayan PKK terör örgütünün ekmeğine yağ, hattâ tereyağı sürmek
isteyenler vardı. Belli ki, Çanakkale’de, Dumlupınar’da ve Sarıkamış’ta omuz
omuza kahramanca çarpışan ve yan yana şehit düşen Kayserili Ahmet ile
Diyarbakırlı Şeyhmus’un kemiklerini incitmek, etle kemiği birbirinden ayırmak, yüz
yıllık aradan sonra Kayserili ve Diyarbakırlı anaları ağlatmak istiyorlardı…
Özal’dan sonra bir kez daha salt çoğunlukla tek başına
iktidar olan Erdoğan başkanlığındaki Hükûmetler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun makûs
talihini değiştirmek için çok ciddî adımlar attı…
Sırf Kürtçe konuştuğu için Diyarbakır Cezaevi’nde
dışkı yedirilen, tırnakları sökülen, hattâ sağ girip cenazesi çıkanlar akla
gelince, alınan merhalenin büyüklüğü su götürmez bir hakikate bürünüyor.
Hak, hak sahibindir. Aslolan, o hakkın gasp edilmeden
evvel ona tevdi edilmesi, tahammül gösterilmesidir. Dilini ve dinini yaşaması
için imkân sunulmasıdır. Büyük devlet olmanın gereği, içte ve dışta “tam
özgürlük” anlayışının tesis edilmesine, aynı zamanda kendi vatandaşının aslî
yaşam unsurlarına, fıtratına uygun şekilde hayatını idâme etmesine bağlıdır.
Dün “imkânsız”, hatta “zor” denilen onca şey, bugün
için “kolay”dan öte bir düzlükte yer almaktadır. Şükürler olsun!
Yazımıza yaşanmış bir hikâye ile devam edelim…
Olayın kahramanı, 1996’dan 1999’a kadar üç yıl süre
ile Siirt’te bir yatılı okulda görev yapan Giresunlu bir öğretmen…
“Aslım Laz ve şu an aktif meslek hayatıma devam ediyorum” diyerek başlıyor söze…
O üç yıl içinde sayısız hatıra biriktirir ama biri var
ki, o aklına geldikçe kendisini derinden üzen, vicdanını sızlatan, çoğu zaman ağlatan
bir pişmanlıktır bu.
Gerisini onun ağzından dinleyelim:
“Okulumuzun öğrencileri, çevre köylerden geliyordu ve tamamı Kürt
öğrencilerden oluşuyordu. Yaşı çok küçük olanlar da vardı, büyük olanlar da.
Kimileri de yaşıtlarının çok çok üstündeydi. Onlar da okula geç başlayanlardı…
Kendi köyünde ilkokulu bitirip ortaokula geçen ve yatılı okulu tercih edenlerin
birçoğu Türkçe bilmezdi. ‘Türkçeyi bilmeden nasıl ders geçtiniz?’ dediğimizde, verecek
cevapları yoktu! Çünkü bilmiyorlardı. Belki soruyu anlıyorlardı ama telâffuz
edemiyorlardı.
Ben, üniversite yıllarında Ülkü Ocakları’na girmiştim. Vatanımı, milletimi
ve bayrağımın bütünlüğünü bozan her şeye karışıydım.
Dilimiz Türkçeydi ve bu yüzden Kürtçe konuşan, daha doğrusu Türkçe bilmeyen
o öğrencilerden nefret ediyordum. Bazen kafamda onları yok etmenin hesaplarını dahi
yapıyordum. Onları asimile etmek için her şeyi yapıyorduk. Fakat onların bundan
haberi yoktu…
Kürtçe konuştuğu için yediği tokattan dolayı kulak zarı patlayan, yediği
dayaktan hâfızasını kaybeden yani dengesi bozulan birçok öğrenci biliyorum.
Aklımdan çıkmayan bir olay var ki, hatırladıkça âdeta kahroluyorum. Ve
inanın, bu satırları yazarken ağlıyorum…
Bir öğrencimin, teneffüs sırasında arkadaşına Kürtçe ‘Vare vare’[i] dediğini duydum ve
merdivenlerin başında yanına yaklaştığım gibi bütün gücümle ona bir tokat
attım. Merdivenlerden düştü ve kolu kırıldı. Zavallı çocuk, ona niçin tokat
attığımı bilmiyordu.
Acı içinde, feryâd u figân ağlıyordu. İlk şoku atlattıktan sonra kendi
arabamla onu hastaneye götürdük. Yolda, ‘Merdivenlerden kendim düştüm’ demesi
için telkinde bulundum. Fazla zorlamadım yine de. O da beni çok sevdiği için olmalı
ki teklifimi ‘Niye?’ demeden kabul etti…
Muayene eden doktor, ‘Anlat bakalım, ne oldu sana?’ dediğinde yarı Türkçe,
yarı Kürtçe bir cümle kurdu: ‘Arkadaşımla şakalaşırken merdivenlerden düştüm…’”
Samîmi itiraflar!
Dedik ya, üç yıla çokça hatıra sığdırmıştı diye, işte
onlardan biri daha:
“Yatılı okulun oldukça büyük bir banyosu vardı. Öğrenciler, sınıfları için
belirlenen sıralamaya göre duş alıyorlardı. Her banyoda su sorunu yaşanırdı.
Bazen buz gibi olurdu, bazen de sıcak su akar, soğuk su akmazdı. Öyle zaman olurdu
ki, sular birden kesilir, öğrencilerin saçı başı köpük içinde kalırdı…
Öylece duştan çıkıp kurulandıklarını gördüğümde vicdanım sızlardı sızlamasına
ama çabuk toparlanıp, ‘Bunlar hak ediyor! Sakın acıma bunlara’ derdim…
İstisnasız her gün bir sürü öğrenciyi döverdim. Onları dövdüğüm ve asimile
etmeye çalıştığım hâlde, ilginçtir, onlar beni sevmeye devam ediyorlardı. Bazen
bunu dillendiriyorlardı. Odama gelip, ‘Öğretmenim seni çok seviyoruz’
diyorlardı. Ben de onlara hitaben, ‘Eğer siz de benim dediklerimin dışına
çıkmasanız, ben de sizi seveceğim’ diyordum.
Kafam allak bullaktı! Onlar, uyguladığım şiddete rağmen beni seviyorlardı.
Ben ise onları, onlardan bir şey bekleyerek sevmeye çalışıyordum.
Şimdi tüm bunları etraflıca düşündüğümde, inanın, insan olduğumdan
utanıyorum! Şu an yaşadığım vicdan azabını Allah kimseye yaşatmasın.
Okulun şartları oldukça kötüydü ve bugünkü gibi modern okul yerleşkeleri
yoktu. Yemeğin çıkmadığı günleri bilirim… Bazen yemeğin içinden karınca ve
benzeri şeyler çıkardı. Bunları dile getirenleri döverdik ve bir daha seslerini
çıkaramazdılar.
O soğuk kış günlerinde bazen kaloriferler yanmazdı, öğrenci odaları buz keserdi.
O soğukta bırakın yatmayı, orada durmak bile neredeyse imkânsızdı. Ama onlar
kalıyorlardı!
Okumak, Türkçe öğrenmek içindi bu zorluğa göğüs germelerinin nedeni…
Üç yılın sonunda tayinim çıkmıştı. Sıra vedâlaşmaya gelmişti. Peşim sıra ağıt
yakarcasına ağlıyorlardı. Belki de o sahneydi beni insanlığımla ve hakikatle
yeniden buluşturan…
Yıllarca düşman gözüyle baktığım, dilini yasakladığım, asimile etmeye
çalıştığım, varlığını kendi varlığıma adaması için baskı uyguladığım o
öğrencilerim, yaşanmış tüm kötülüklerden arınarak, berrak birer gözyaşı olarak,
sırf onlardan ayrıldığım için hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı ve ‘Ne olur,
gitmeyin öğretmenim!’ diyorlardı… Çok değil, daha birkaç dakika öncesinde
onlarla vedâlaşırken içten sarılmamıştım onlara! Sarılırken bile aklımda bambaşka
hesaplar vardı!
Arabama bindim, gaza dokundukça uzaklaşmaya başladım. Gözüm dikiz
aynasındaydı. Geride küçülmesi gereken manzara, tam tersine giderek büyüyordu.
Arkamdan koşmaya devam ediyorlardı. Hıçkırık sesleri, motor sesine baskın
gelmişti…
Daha fazla dayanamadım. Dahası, daha fazla gidemedim ve frene basıp durdum.
Bunca yıldır içimde biriken tüm kinimi, nefretimi içimden söküp attım. ‘Sizin
olsun her şey!’ dedim ve kapıyı açarak onlara doğru koşmaya başladım. Çoktular
ama hepsini kollarımın arasına sığdırdım ve yüreğime basarcasına sarıldım.
‘Sizi çok seviyorum, hem de çok. Siz benim evlâtlarım ve kardeşlerimsiniz. Ne
olur, beni affedin! Hakkınızı helâl edin!’ dedim ve bir çocuk gibi gözyaşlarına
karıştım.
İşte o gün anladım insanlığın her şeyden üstün olduğunu, o gün anladım sevginin
ne kadar güzel olduğunu! İşte o gün anladım insanların diline, rengine, ırkına
bakmaksızın onları sevmenin ne kadar erdemli bir şey olduğunu!
Aradan çokça seneler geçti… Keşke oralarda yeniden görev verseler bana!
Oralara gidip onlara yürekten hizmet etme fırsatı verseler keşke! Kürtçeyi
öğrenip derslerini Kürtçe anlatsam ve onları iki çocuğumdan ayırmadan, karşılık
beklemeden sevsem, sevebilsem…”
Kırk altı yaşındaki öğretmenimiz, iki kez çok
ağladığını belirtiyor: İlki öğrencileriyle vedâlaştığında, ikincisi ise bu
hatırayı paylaştığında…
“Bütün öğrencilerimden ve ailelerinden özür diliyorum. Biliyorum, hesap
günü, yaptıklarım suâl edilecek bana. Ne olur, hakkınızı helâl edin, buna
ihtiyacım var!” diyor.
Kimin ihtiyacı yok ki?