Bireyleşen şehirleşme

Her gün üzerimize daha fazla kokusu sinen bireycilik, ikili ilişkilerimizde yarattığı hezeyanlar yetmezmiş gibi şehrin ortasındaki gökdelenlerle sanki varoluşunu dikte ediyor. Varoş mahallelerinden özenle toplanan arsalar, etrafına iki metre duvar örülmek suretiyle artık onlardan olmadığımız hissini bendimize biraz daha zerk ediyor.

1789 Fransız İhtilâli ile burjuva devrimcileri, bireyci kaygılarıyla mutlak monarşiden kopuşlarını İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’yle taçlandırdı. Aslında 1776’da Amerikan Devrimi ile de bazı bildiriler yayınlanmıştı. Ancak bunlar belli hakları devlete karşı güvence altına almayı amaçlayan daha somut ve pratik içerikli bildirilerdi. Belki de bu yüzden 1789 Bildirisi kadar ses getirmedi.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insan doğasından hareketle ortaya çıkan temel hakların tüm zaman ve mekânlarda geçerli olduğunu anlatmaya çalışırken, kullandığı dil itibariyle de önceki bildirilerden daha romantiktir. Örneğin “yasa” kavramı, 6’ncı maddede “genel istencin ifadesi” olarak tanımlanmış. Bildirinin toplumlarca hazmedilerek tüm dünyada kabul görmesinde, bildirinin anılan soyut yaklaşımının etkisi inkâr edilemez.

Bizim içinse bu romantizm hiç yabancı değil. Çünkü tek tanrılı dinlerin hüküm sürdüğü toplumlar, böyle metafizik yaklaşımları genelde yadırgamazlar. Bildiriyle birlikte kuvvetlenmiş “mülkiyet” kavramıyla tanışan her monarşi toplumunda olduğu gibi, elbette biz de bireyleştik, modernleştik, küreselleştik ve nihayet bencilleştik. Ancak yine de varoluş sancımızı tam olarak dindiremedik.

Osmanlı’da da pek çok imparatorlukla benzer olarak ülke toprakları hanedanın ortak malıydı. “Ulema” ve “ümera” dediğimiz kimselerin de padişah seçiminde etkili olduğu yadsınamaz bir gerçek olmakla beraber, Birinci Murat döneminde “Ülke toprakları padişah ve oğullarının ortak malıdır” şekline evrilmeye başlayan kut anlayışı, İkinci Mehmet döneminde Kanunname-i Âl-i Osmanî ile yasalaşarak meşrulaşan kardeş katlini, Birinci Ahmet döneminde ekber ve erşat sistemini doğuracak ve nihayet Tanzimat Fermanı’yla monarşik düzene ilk balyoz inecekti.

Sadece Osmanlı’da değil, tüm dünyada imparatorlukların çökmesi ve halkların hepimizden bize doğru yolculuğu, daha da sınırlanarak bene doğru hâlâ yol alıyor. Gayrimüslim toplumlar bu yolculuğu tamamlayıp yeni yollar keşfededursun, bizim gibi görmeden iman ettiğinde gerçek ümmet olmakla müjdelenen toplumlar için bireycilik, hâlâ yolunu her gün şaşıran bir çocuk!

Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalan ağlak bir toplumuz. Ne Afganistan gibi kaderimize boyun eğebiliyor, ne de tâbiyetimizden vazgeçebiliyoruz. Hakan Günday, “Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum; ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim!” diyor. Çok da haksız değil sanki. Hâlâ gelecek “o gemiyi” bekliyoruz. O gemi hiç gelmiyor! Zaten şehirde ne kadar deniz kıyısı varsa sosyal sınıflarımıza uygun mekânlar hâline getirilmesi için türlü aile işletmelerine devredildiğinden, kıyıdaki bir banka oturup iki dakika tefekkür bile edemiyoruz.

Nitekim “İsmail Abi” kadar şanslı da değiliz, her gün Kireçburnu’na gidemiyoruz. Martılar bile simit atınca yemiyor sanki. Döner ekmek yiyenlerden medetlenmeyi tercih ediyorlar.

Her gün üzerimize daha fazla kokusu sinen bireycilik, ikili ilişkilerimizde yarattığı hezeyanlar yetmezmiş gibi şehrin ortasındaki gökdelenlerle sanki varoluşunu dikte ediyor. Varoş mahallelerinden özenle toplanan arsalar, etrafına iki metre duvar örülmek suretiyle artık onlardan olmadığımız hissini bendimize biraz daha zerk ediyor. Çocuklar güvenli sitenin güvenli parkında rahat rahat oyun oynuyorlar. Ekmek almaya da gitmiyorlar, marketten sipariş veriyorlar. Dolayısıyla bisikletli Ahmet Dede yanlarından hiç geçmedi ve onlar selâm verip vermeme tereddütünü hiç yaşamadılar. O bisikletin arkasına binip eve Ahmet Dede ile beraber dönemediler hiç. Çünkü sitenin bisiklet yolunda kendi bisikletlerine bindiler. “Bi’ tur versene!” diyen bile olmadı; çünkü bisikleti olmayan pek kimse yok.

Komşularına aşure dağıtsın diye anneleri hiç söylenmedi; çünkü koca etapta herkese aşure dağıtılması imkânsız. Duvarın dışında kalan çocuklar için de durum çok farklı değil; her gün daha fazla ötekileştirilerek suça biraz daha yaklaşıyorlar. Yani onlar da imkânlar dâhilinde bireycilik yolunda adım adım ilerliyor. Neyse ki, bireyciliğin ekonomik alanda meydana getir­diği sosyal tabakalar arasındaki uçurum arttıkça, insanların birbirinin hayatına dokunması da imkânsızlaşıyor. Böylece onlar da ne kadar ötekileştirildiklerini fark etmeden her gün en az bir kez kadere söverek günü kapatabiliyorlar.

Herkesin şikâyetçi olduğu ama fırsatını yakaladığı anda ikinci kez düşünmeden taşındığı bu yüksek binaların kimliksizliği içinde binlerce insan, kimsesizliğini dindirmeye çalışıyor. Bazen yeni koltuklarının üzerinde zıplayan küçük kızını, bazen de süsleyerek köşeye iliştirdiği yapay çam ağacını filtreli çekerek içlerindeki yarım kalmışlığı tamamlamaya, sonsuzluğa duydukları sonsuz özlemlerini hafifletmeye gayret ediyorlar.

Bireyin haklarını toplum haklarından üstün gören ve her türlü değerin bireylerden geldiği­ne inanan bu felsefeye gark oldukça toplumdan uzaklaşıyor ve nihayetinde yalnız kalıyoruz. Toplum olmaktan çok, uzakta olan bu kopuk uçurtma hâlini içimiz kaldırmadığındadır belki bu kadar betona gömülüşümüz. Doğadan uzaklaştıkça, kendi doğallığımızı da yitiriyor ve kendi kimsesizliğimize daha fazla sığınıyoruz. Gün geçtikçe sayısı artan binaların içine döşediğimiz LED’lerden, gömüldüğümüz karanlığı aydınlatmasını umuyoruz.

Yine de hâlâ ufacık bir çayır çimen görünce üzerine serilmek istiyoruz. Simitçi amca yüzümüze gülünce günümüz güzel geçiyor. Esnaf lokantaları yerini bir bir havalı restoranlara çevirirken, “Zomato’dan sıcak mekân” yorumlu yerlere gitmeyi tercih ediyoruz. Yani hazmedemiyoruz. Kapitalizmin yarattığı bireyle yüzyıllardır bu coğrafyanın ilmek ilmek bendimize işlediği insan-ı kâmilin kavgasına şahitlik etmek ağır geliyor. Bu kavgaya kulak tıkayabilenler çoktan çam ağacı süslemelerine başladı, tıkayamayanlar ise bu araf hâlinin geçmesi için geceleri dua ediyor.

Ama yanlış anlaşılma olmasın, teheccüde kalkmıyor; öyle sıradan, yavan bir yatak duası…