Birey, insanlık ve faşizm

Faşizm, yetmiş yıl kadar önce İtalya ve Almanya gibi ülkelerde geçici olarak iktidara gelmiş kısa bir diktatörlük dönemi midir, yoksa insanla beraber hep var olan kalıcı bir olgu mu? Faşizm, insan doğasının karanlık boyutu mudur, yoksa sadece ırkla sınırlı olan bir duygusal tavır mı? Faşizm, sadece bazı kişilerle mi sınırlıdır, yoksa hepimizle mi ilgilidir? Bireyin kendisiyle, karşı cinsle, tabiatla, toplumla, devletle ve Tanrı’yla kurduğu ilişkilerin hangileri faşistçedir, hangileri değildir? Herkesin faşist olmadığını ispat etmek için büyük çaba harcadığı ama faşist tavırlar göstermeye devam ettiği faşizm, gerçekten nedir?

“HİÇBİR insan tek başına bir ada değildir. Her insan kıtanın bir parçası, bütünün bir bölümüdür. Herhangi bir insanın ölümü beni güçsüzleştirmekte ve yaralamaktadır; çünkü ben insanlık içerisinde yoğrulmuşum. Bundan dolayı asla çanların başkası için çaldığını düşünme. Çünkü çanlar senin için çalmaktadır.” (John Donne)

“Faşizm” kavramı kadar insana ürküntü veren bir başka konsept var mıdır bilmiyorum. Bu kelimenin insanı sarstığı, “kötülük” dediğimiz olgunun içeriğini oluşturan birçok şeyin bu kavramla özdeşleştirildiği bir realitedir. Jung otobiyografisinde, faşizmden “kötülüğün dünyadaki çıplak kanıtı” olarak bahsetmektedir.[i] Baskı, otoriteryanizm, diktatörlük, şiddet, soykırım gibi şer ve şeytanî anlamı olan kavramlar, sürekli faşizmle iç içe kullanılmaktadır.

Faşizme birçok olumsuz anlam verilmesine rağmen, onun ne olduğu konusunda kesin bir anlayışa varılmamıştır. Faşist olan ile olmayanı nasıl ayıracağız? Faşizm salt bir siyâsî ideoloji midir, yoksa ondan daha fazla bir şeyi mi ifade etmektedir? Faşizm yetmiş yıl kadar önce İtalya ve Almanya gibi ülkelerde geçici olarak iktidara gelmiş kısa bir diktatörlük dönemi midir, yoksa insanla beraber hep var olan kalıcı bir olgu mu? Faşizm insan doğasının karanlık boyutu mudur, yoksa sadece ırkla sınırlı olan bir duygusal tavır mı? Faşizm sadece bazı kişilerle mi sınırlıdır, yoksa hepimizle mi ilgilidir? Bireyin kendisiyle, karşı cinsle, tabiatla, toplumla, devletle ve Tanrı’yla kurduğu ilişkilerin hangileri faşistçedir, hangileri değildir? Herkesin faşist olmadığını ispat etmek için büyük çaba harcadığı ama faşist tavırlar göstermeye devam ettiği faşizm, gerçekten nedir?

Faşizmle ilgili bu temel sorular, hep beni meşgûl etmiştir. Daha doğrusu, faşizmle ilgili sorular, beni meşgûl etmenin ötesinde rahatsız etmiştir.

Faşizm, önümde hep büyük bir meydan okuma olarak durdu. Daha iyi insanlar hâline gelmemiz için bu kavramı sürekli olarak problematize etmemiz gerektiğini düşündüm; çünkü faşizm, bireyselliğimizi ve özgürlüğümüzü hedef alan içimizdeki karanlık bensizlikti. Ondan kaçmak yerine onunla yüzleşmek ve hesaplaşmak, bizi gerçek özgür bireyler hâline getirecektir. Faşizmin sembolize ettiği karanlık eğilimlerimizden kaçmaya dayalı bir psikoloji, bizi hem kendimize, hem de insanlığa karşı bir yıkım makinesine dönüştürmekten başka bir sonuç vermemektedir. Bu makale, faşizmle ilgili ideolojik ve politik olmaktan çok, kendi kişisel anlayışım içerisinde psikolojik ve teolojik bir çözümleme yapmayı hedeflemektedir.

Realitede faşizm, tarihin herhangi bir dönemiyle sınırlı ve geçici bir insanlık hâli değildir. O, tarihin belirli bir noktasında başlayıp belirli bir yerde bitmemektedir. O, belirli bir insan grubuna ya da sosyal sınıfa özgü bir karakteristik de değildir. O, insanın olduğu her yerde ortaya çıkabilme yeteneğine sahip kalıcı bir kötülük durumudur.

Bir meydan okuma: Faşizm

Faşizm insanlık bilincinde neredeyse şeytanla özdeş bir anlam kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca faşizme karşı yapılacak mücadele neredeyse bütün insanlık tarafından meşru ve olumlu olarak kabul edilmiştir. Bertrand Russell gibi hayatını savaş ve şiddet karşıtlığına adamış bir kişi bile Nazi faşizminin ortadan kaldırılması için savaş yoluyla güç kullanmanın tek kaçınılmaz yol olduğunu söylemiştir.[ii]

İspanya’daki faşist Franco diktatörlüğüne karşı uluslararası aydın inisiyatifi geliştirilmiş ve birçok aydın bizzat İspanyol halkının anti-faşist mücadelesine destek vermiştir. İspanya’da verilen bu anti-faşist mücadeleye bizzat katılan ünlü yazar Hemingway, tecrübelerini “Çanlar Kimin için Çalıyor?” isimli romanında anlatmaktadır.[iii]

Faşizm denilince insanî varlığımızın derinliklerinde sarsıntılar olmaktadır. Bütün varlığımız, bu büyük şeytana karşı koymayı ve onu mağlûp etmeyi insanlığımızın kaçınılmaz bir gereği kabul etmektedir. Her ne kadar faşizme karşı insanî bilincimiz doğal karşı koymalarda bulunuyorsa da Almanya, İtalya ve Japonya gibi insanlık medeniyetinin kalbini oluşturan coğrafyalarda faşizmin ortaya çıkması, hattâ toplumlara hükmetmesi, insanî açıdan modern medeniyetin temel bir zaafını ortaya koymaktadır.

Faşizm, modern medeniyetin insanî alandaki en büyük başarısızlığıdır. Nazi soykırımı global düzeyde faşizmin korkunçluğunu gösterirken, aynı zamanda insanlığın büyük başarısızlığını da göstermektedir. İnsanlık, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Auschewitz gibi terör kamplarında neler yaptığını öğrendikten sonra modern tarihi “Auschewitz’den önce ve sonra” diye ayırmış ve “Faşizm bütün bu insanlık suçlarını işlerken biz neler yapıyorduk?” şeklindeki soruyla bilinç düzeyini sorgulamaya başlamıştır.

Nazilerin Auschewitz’de yaptıklarını bizzat yaşayan psikolog Victor Frankl, insanın insana neler yapabileceğini ve insan olmanın paradoksluğunu “Man’s Search for Meaning” (İnsanın Anlam Arayışı) isimli eserinin son satırlarında şöyle ifade etmektedir: “Bizim neslimiz artık çok realisttir, çünkü insanın gerçekten ne olduğunu anlama seviyesine gelmiş bulunmaktadır. Her şeyden önce Auschewitz’deki gaz odalarını icat eden, insandır. Aynı insan, alnı dik ve dudaklarında ‘Tanrı Duaâsı (Lord’s Prayer)’ ya da ‘Shema Yisrael’ ile gaz odalarına girmeyi de bilmiştir.”[iv]

Bugün faşizm, artık tarihe ait kötü bir sayfaymış gibi algılanmaktadır. Faşizme karşı insanî duyarlılık kaybolmaktadır. Realitede faşizm, tarihin herhangi bir dönemiyle sınırlı ve geçici bir insanlık hâli değildir. O, tarihin belirli bir noktasında başlayıp belirli bir yerde bitmemektedir. O, belirli bir insan grubuna ya da sosyal sınıfa özgü bir karakteristik de değildir. O, insanın olduğu her yerde ortaya çıkabilme yeteneğine sahip kalıcı bir kötülük durumudur.[v]

Dün olan faşizm olgusu, bugün de dün kadar canlıdır ve yarın da insanı tehdit etmeye devam edecektir. Alman faşizminin doğuşunu hazırlayan kültür hareketine Lebensphilosophie yani “Yaşam Felsefesi (life-philosophy)” denmesi, faşizmin hayat boyu devam eden bir süreç olduğuna vurgu yapmaktadır.

Faşizmi Marksizm gibi salt bir ideoloji olarak görmek ve onu yetmiş yıl kadar önce olmuş kötü bir hatıraya indirgemek, insanlık bilincinin bu aslî kötülüğe karşı zaaf içerisine düşerek zayıflamasına yol açmaktadır. İnsanlık bilincimiz zayıfladıkça bilincimizin bizzat kendisinin faşizmin bir kolonisi hâline geleceğini unutmamalıyız. Ya bilinçli bireyler olarak tam insanlaşacak ya da faşizmin elinde bir canavara dönüşeceğiz. Faşizme karşı insan olarak kalabilmek için faşizmle karanlık ikizimiz gibi yaşamayı öğrenmek zorundayız. Ona karşı bireyselliğimizi kendimize özgün hâle getirmeli, bilinç düzeyimizin farklılaşarak kendi içinde gelişimine ve kendisini tekrar tekrar yaratması için olanak alanları yaratmalıyız. Kendilerine gerçek anlamda bireysel kimlik oluşturmayanların faşizmin kendilerine sunduğu totaliter kimliksizliği kabul etmelerinin çok kolay olduğu Nazizm tecrübesiyle sabittir.[vi]

Faşizmin hiçbir formunu inkâr etmemeli ya da küçümsememeliyiz. Onu bireysel, dinsel, cinsel, toplumsal ve kültürel boyutları olan çok kompleks bir olgu olarak düşünmeli, onunla yaşamalı, fakat onu kontrol altında tutmayı ve o karanlık ikizimizi insanîleştirmek için sürekli kendimizi eğitmeliyiz.

Birey, toplum, devlet ve tabiatla olan ilişkilerimizde sistematik olarak faşizmi bir ideolojik çizgi olarak ortaya koymak, imkânsızlık derecesinde zordur; çünkü faşizm, Marksizm gibi temel bir doktrinel sistematiği olan bir ideoloji değildir.[vii] Faşizmin ideolojisini kitaplarda aramak boş bir çabadır. Ancak onu, kişilerin yaşam serüvenlerinde ortaya konulan karanlık tavırlar koleksiyonu olarak keşfedebiliriz.

Faşizm kitaplarda değil, bireylerin, toplumların ve devletlerin hayatlarında var olan canlı bir fenomendir. Faşizm, korkunç yüzünü kamufle etmede ve insanlığımızı dejenere edip kendisini “nasyonalizm” ve “yurtseverlik” gibi parlak imajlarla milletleri kandırabilmektedir. Bütün Alman milletinin Nazi çılgınlığının peşine nasıl düştüğünün sırrı hâlâ çözülememiş bir gizemdir. Bu gizemi hâlâ çözmemiş olabiliriz, fakat anlaşılması zor Alman örneği, faşizmin şu anki ve ilerideki muhtemel saptırmalarına karşı bizi sürekli uyaran canlı bir örnektir. Dün Alman milletini esir alan faşizm, bugün ve yarın başka bir milleti tekrar kontrol altına alabilir.

“Karşı” ama neye?

Her ne kadar faşizmi sistematik ve tutarlı bir ideoloji olarak ortaya koyamıyorsak da insanlığın yaşadığı tecrübeler ışığında, faşizmin formu değişen ama özde aynı olan temel tavır biçimleri hakkında konuşabiliriz.

Biz, faşizmi insanlığın bir mensubu olarak bireysel kimliğimiz ışığında anlayabiliriz. Faşizmi, insanlık kimliğinin dışında, sadece lokal tarihsel tecrübelerden hareketle anlamaya çalışmak, yapaylıktan öteye geçmeyecektir. “Ben nasıl bir insan olmalıyım?” (olması gereken) ve “Ben nasıl bir insanım? (olan) soruları arasındaki çelişkileri birey, toplum, cinsiyet, devlet ve tabiat konteksinde araştırırsak, faşizmin kompleks ve karanlık tavırlarını ve niteliklerini keşfedebiliriz.

Nasıl olmamız gerektiği ile ne olmamız gerektiği sorusunun ağır çelişkisinde “bizim karanlık tarafımız” gizlidir. Ne olmamız gerektiğinin aksine, ne olduğumuzda egoizmimizi, ayrımcılığımızı, şiddet düşkünlüğümüzü ve totaliter diktatöryel tarafımızı göstermekteyiz.

Şiddet ve öldürme gibi büyük kötülükler, faşizmin erdem olarak yücelttiği en büyük şerlerdir. Vatanın, milletin, devrimin, nasyonel değerlerin ve devletin kutsal varlığının iç ve dış tehlikelere karşı korunması şeklinde formüle edilen yüce amaçlar için kişinin ölmesi ve öldürmesi istenir. Kişinin bilincinden, şiddet ve öldürmenin en büyük kötülük olduğu fikri silinir. Yüce idealler uğruna yapılan her türlü şiddet ve cinayet, şanlı ve cesur bir kahramanlık eylemi olarak sunulur. Faşizmin kolonisi hâline gelen kişiler için yaptıkları şiddet ve cinayetler, “devlet, devrim, ulus ve coğrafya uğruna” yapıldığı için meşru olmaktan öte şeref ve onur eylemleridirler.

Yıllar önce Lillian Hellman’ın “Watch on the Rhine” isimli oyununu okumuştum. Nazilere karşı yeraltı mücadelesini örgütleyen hareketin liderinin oğluna söyledikleri beni çok etkilemişti. Oyunun kahramanı, oğluna şunu asla unutmamasını söylemektedir: “Öldürmenin büyük bir kahramanlık ve onur işi olduğu konusunda çok şey duyabilirsin. Duyacağın ne olursa olsun, öldürmenin kirli ve şeytanî bir iş olduğunu asla unutma! Öldürmenin ortaya çıkardığı sonuç değerli ve yüce bile olsa, bu durum asla değişmemektedir.”[viii]

Nazizm gibi faşizmin en dehşet biçiminin şiddetine uğramış olan insanlar bile, Nazizmin kötülüğünü ortadan kaldırmak için mücadele verdiklerinde, Nazi bile olsa insana karşı bir şiddet eyleminde bulunmak zorunda olmalarından dolayı yaptıklarının pek de yüce bir davranış olmadığının farkında olabilmekte ve bu durum bilinçlerinde açmazlar oluşturabilmektedir. Faşizm, insanların asla bilinçsel farkındalığa varmasına izin vermemektedir; çünkü faşizm için insan, en yüce özne ve amaç değildir. Kişi, sadece varılması istenen hedeflerin önünde engel oluşturan bir objedir ve bundan dolayı yok edilmelidir. Faşizmin “dünya savaşı” gibi global ölçekli bir felâket hazırlayarak insanlığı ve gezegeni topyekûn tehdit etmesinin arkasında, onun bu mekanik ve ruhsuz insan anlayışı yatmaktadır.

Faşizmin Marksizm gibi tutarlı bir doktrini ve külliyatı olmayabilir. Ya da yazılmamış olabilir. Faşizmin negatif terimlerle ifade edilen yazılmamış bir programı esasında mevcuttur ve bu negatif program, faşistlerin pratiğinin ta kendisidir. Faşizm, gücü ele geçirmesine engel olan her şeyi yazılı olmayan programında karşıt olarak görmektedir ve yok edilmesi gereken düşmanlar olarak algılamaktadır. Faşizm dışında her şeye düşmanlık, faşist programın başı, ortası ve sonudur.


Nazizmin yakın geçmişteki uygulaması, yazılı olmayan faşist programın realitedeki ifadesidir. Borkenau, Nazizmin faşist programını şöyle ifade etmektedir: “Gerçek Nazi programı karşıtlıklardan yani antilerden oluşmaktadır. Naziler liberalliğe karşıdırlar, demokrasiye karşıdırlar, parlamenter sisteme karşıdırlar, muhafazakârlığa karşıdırlar, Marksizme karşıdırlar, Katolikliğe karşıdırlar, Hıristiyanlığa karşıdırlar ve her şeyden önemlisi Yahudiliğe karşıdırlar. (The real Nazi programme consists of ‘antis.’The Nazis are anti-liberal, anti-democratic, anti-parlamentarian, anti-conservative, anti-Marxist, anti-Catholic, anti-Christian, in general and primarily, of course, anti-Semitic.)”[ix]

Özelde Nazizm, genelde faşizm, insanî olan her şeye karşıdır. Faşizm, insanlığımızı güçlendiren unsurları zayıflatarak ya da yok ederek kendisini güçlü kılmaya çalışmaktadır. Sönük bir insanlık üzerine güçlü bir faşizm kurmak, totaliter faşist stratejinin temelidir. İnsanlığın özgürlükçü, insancıl, barışçıl, ahlâkî ve medenî değerlerini hayattan silerek onların yerine sanatta, mimaride, edebiyatta, müzikte ve hayatın her alanında faşist değerlerin ikâme edilmesi projesini Naziler pratikte uygulamışlardır. George Mosse, Nazilerin hayatın bütün alanlarını kendi faşist dünyalarına göre kurgulama projesine yerinde bir tanımla “Nazi kültürü” demektedir.[x]

“Bireyin çıkarları” ve “bireysel irade” gibi kavramlar, faşizmin sözlüğünde hiçbir şekilde yer almazlar, çünkü onların yerine devletin, partinin ve ulusun çıkarları ve iradesinden hep bahsedilmektedir. 

Faşizm ve ideoloji

Faşizm, genelde anti-Marksist bir doktrin olarak tanımlanmaktadır. Örneğin Nolte, “Three Faces of Fascism” (Faşizmin Üç Yüzü) isimli eserinde faşizmi, “ulusalcılığa dayalı Marksizmi düşman olarak gören ve onu kendisine özgü radikal metotlarla imha etmeyi amaçlayan anti-Marksizm” olarak tarif etmektedir.[xi] Heberle’ye göre faşizm ve nasyonel sosyalizm köklerinden koparılmış şehirli orta sınıflar arasında yükselen, ekonomik açıdan zayıf çiftçilerin desteğini alabilen ve bir kısım burjuvazinin desteği sayesinde iktidara gelebilen sosyal bir harekettir.[xii] Bunlar önemli değerlendirmeler olmasına rağmen, faşizmin merkezi doğasını bize söylemektedirler.

Faşizmin zıddı Marksizm değil, bireydir. Faşizm, insanın bizzat kendisini “düşman” olarak konumlandırmaktadır. Faşizm, bireye karşı olan kolektif nitelikli her şeyi çok kolay benimseyebilmekte ve kendisine ait bir araç hâline getirebilmektedir.[xiii] Faşizm, bireye olan karşıtlığını özgürlüğe, demokrasiye ve barışa olan düşmanlığında çok net yansıtmaktadır. Özgürlük ve demokrasi açısından birey-devlet ilişkisinde, bireyin devlete önceliği vardır. Birey, doğal hak ve hürriyetlere sahiptir. Esas özne bireydir, devlet değildir. Bireyin otonom hak ve özgürlükler alanına müdahale edemeyen devletin görevi, bireye haklarını özgürce kullanabileceği olanaklar alanı yaratmakla sınırlıdır. Devlet bu amacın gerçekleşmesi için kendisine verilen gücü kullanma yeteneğinde değilse, devletin varlık nedeni ortadan kalkmaktadır.

Bireyin esas özne, devlet ve parti dâhil bütün otorite kurumlarının ise araçsal objeler olarak kabul edilmesi, faşizmin tahammül edebileceği bir fikir değildir. Özgür birey fikrini realiteden uzak bir mit ve yanılgı olarak damgalamaktadır faşizm; çünkü faşist anlayışta bireyin varlığı, sadece bir devletin ve partinin içinde devlet ve parti aracılığıyla gerçekleşebilir. “Bireyin çıkarları” ve “bireysel irade” gibi kavramlar, faşizmin sözlüğünde hiçbir şekilde yer almazlar, çünkü onların yerine devletin, partinin ve ulusun çıkarları ve iradesinden hep bahsedilmektedir. Mussolini faşizminde “devlet”, Nazi faşizminde ise ulus ya da ırk, bütün değerlerin mutlak kaynağıdır.[xiv] Bireyler devlete, partiye ve ırka hizmet ettikleri sürece bir değere sahiptirler. Birey, tek başına bir değer ifade etmemektedir.

İnsanı devletin, partinin ve ırkın bir ürünü olarak tasarlayan faşizme karşı demokratik hürriyetçi düşünce, devleti bireyin bir kurgusu ve altı olarak algılamaktadır. Faşizmin özgürlükçü demokratik düşünceyi kendisine en büyük düşman olarak görmesinin nedeni budur.

Demokratik özgürlükçü düşünceyi bencil bireycilikle suçlayan faşizm, bireyi fedâ etmekte devleti, partiyi ve ırkı tanrılaştırmaktadır. Demokratik ve özgürlükçü düşüncenin “Birey, en yüce değerdir ve her şeyin ölçüsüdür” şeklindeki fikri, faşizmin sahte tanrıları olan ırk, parti ve devleti ortadan kaldırmaktadır. Faşizm demokrasiye, özgürlüğe, barışa ve sivilliğe ait olan her şeyi devlet, parti ve ırk düşmanı olarak sindirmeye çalışmaktadır.

Sahte tanrılar atölyesi

Faşizm, devlet, ırk ve ulus gibi sahte tanrılar icat eden bir yaşam tarzıdır. Faşizm, kendisini “yaşam tarzı” olarak benimseyen herkesten ırk, din, cinsiyet, mezhep, devlet ve parti gibi sahte idollere mutlak düzeyde itaat etmelerini istemektedir. Faşizmde bireyin gösterebileceği davranışların tek bir niteliği vardır: “İtaat”...

“İtaat” kavramı faşizmin en merkezi olmasa bile en temel kavramlarından birini oluşturmaktadır. Özgürlüğü iptal eden ve yasaklayan faşizm, itaati yüceltmektedir. Özgür olarak yaşamak isteyen bireyler, toplumsal düzeni bozan kişiler olmakla itham edilirken, otoriter nitelikli kanunlara, kimliklere ve kurumlara bilinçsiz olarak itaat eden kişilerse erdemli vatandaşlar olarak yüceltilmektedir. Faşizm, iddia ettiğinin aksine, asla toplumda bir birlik gerçekleştirememektedir. Baskı yoluyla vatandaşların dışsal davranışları düzeyinde bir millî ve sosyal birlik görüntüsü yaratmak, Nazizm gibi faşist hareketlerin gerçekleştirdiği sahte ve geçici bir başarıdır.

Faşizm, bireylerin varoluş köklerini sistematik olarak tükettiği için, bireyin kendi içinde tekrar bir bütün hâline gelme olanağını ortadan kaldırmaktadır. Parçalanmış bireylerden oluşan toplumların hiçbir zaman sosyal bütünlük ve harmonilerini gerçekleştiremeyecekleri, bir realitedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman milletinin gösterdiği dağılma durumu, faşizmin millî birliği gerçekleştirme iddiasının yalandan başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.[xv] Bireyleri parçalanmış kişiliklerden oluşan toplumların bütünlüğünden bahsetmek, sadece bir illüzyondur. Faşizm böler, parçalar, çatıştırır ve yok eder!

Faşizmin ilâhları için en makbul kurban, bireydir. Kişiyi kendisine, insanlığa, hayata ve dünyaya yabancılaştırıp faşizmin edilgen bir objesi hâline getirmenin yolu, onun birey olma bilincini elinden almaktır.[xvi] Faşistler, bireyin fiziksel varlığının kendilerine kurban edilmesinin yanında, onun duygularını, düşüncelerini ve mâneviyatını da kendileri uğruna kurban edilmesini istemektedirler. Bireyselliğinin kurban edilmesine râzı olan ve nesneye dönüşmeyi içselleştiren kişiyi, faşizmin tanrıları “kahraman” olarak onore etmektedirler. Faşizm, kişiye benliğini kaybetmenin karşılığında “hâlâ kaybetmediği bir şeyi olduğunu söyleyerek onun yanılgılar dünyasında yaşamasını” sağlamaktadır.

Faşist literatürde “gurur” kavramına çok sık vurgu yapılmaktadır. Naziler, sık sık ırkî gururdan (racial pride) ya da Almanların var olduğunu iddia ettikleri ulusal gururundan (national pride) bahsedelerdi. Faşizm, “gurur” kavramının içeriğini ırk ve nasyonalizm bağlamında birey ötesi yüce amaçlarla kurgulamaktadır. Bireyi, ırksal gururun her şeyden daha önemli ve mutlaka korunması gereken bir değer olduğuna inandırmak, faşizmin olmazsa olmazıdır.[xvii]

Avrupa’da basılan bir faşist yayın organı olan Nation Avrupa’da Nazi SS’lerin (Schutz Staffel, Hitler’in kurmuş olduğu güvenlik örgütüdür) hatırasına yazılan bir şiirin mısralarında gurur miti, benlikten önce gelen birincil değer hâline getirilmektedir: “Benliklerimizi ve saygınlığımızı bizden çaldılar, ama asla gururumuzu kıramadılar.”[xviii]

Faşizmin “onur” söylemi, tehlikeli bir kışkırtma ve çarpıtmadır. Gerçek onur, hayatın her alanına katılıp sağlıklı olarak işlevlerini yerine getirme yeteneğine sahip özgür bireyler olarak kendimizi inşâ etmektir. Irksal gurur, erkeklik gururu ya da başka bir kolektif kimlikle özdeşleştirilen “gurur” kavramı, faşizmin irrasyonel ve mitik bir hurâfesidir. Gerçek olan, bireydir. Bireyi aşan bir “gurur” kavramı, temelsiz bir kurgu olmasına rağmen faşizmin kullandığı tehlikeli bir yalandır. Bu tehlikeli yalana kananlar, kendi tercihleriyle özgür iradelerinden vazgeçebilmekte ve korkunç birer canavara dönüşebilmektedirler.

Efsaneler, semboller, dinamikler, melodiler

Bireysel bütünlüğü içinde insanla ilgilenmek diye bir düşünce, faşizmin gündeminde yer almamaktadır. Faşizm, insanın üç temel boyutu olan duygu, düşünce ve davranışı çürütmektedir. Faşizmin insanın bütün boyutlarıyla olan ilişkisi, negatif olup yıkıcı sonuçlar elde etmeyi hedeflemektedir. İnsanın düşünme boyutu, faşizmin en çok nefret ettiği şeydir.

İnsanın düşünme ve akıl yetisinin iptal edilmesi, faşizm için hayatî derecede önem taşımaktadır. Faşizm, bireyin soru sorarak düşünmesini istememektedir. Faşizm, totaliter bir hayat tarzı olarak bireyin bütün sorularının cevabını verdiğini iddia etmektedir. Bireye düşen görev, soru sormak değil, faşizmin kendisine sunduğu cevapları tasdik etmektir. Faşizmin gerçek düşmanı, soru soran bireydir. Rasyonel ve sorgulayıcı tavırlara dayanamayan faşizm, fantezilere, imajlara, sloganlara, sembollere ve mitlere çok önem vermektedir.

Fanteziler, imajlar ve semboller aracılığıyla faşizm, insanları aptal kalabalıklara dönüştürmeyi istemektedir. Faşist kişilerin kimliğini bir politik ya da sosyal strateji oluşturmamaktadır. Onların kimliği imajlardan, metaforlardan ve sloganlardan beslenmektedir. İnsanın akıl boyutunu iptal eden faşizm, irrasyonel kurgularla insanın duygu boyutunu istismar etmekte ve bireyi kendisine köle olarak kullanmaktadır.

Bireyi irrasyonel davranan kalabalıkların bir objesi hâline getirmek için faşizm, tarihe ve mitolojiye ait olayları ve unsurları seçmekte, onlara duygusal anlamlar vererek bireylerin bunlara duygusal olarak bağlanmalarını, onları değer olarak görmelerini sağlamaktadır.

Naziler, Alman milletinin şanlı geçmişindeki güç ve itibarına sık sık vurgu yapar, Nordik mitolojisinden seçtikleri uygun motiflerle Almanlarda millî bir duygusallık yaratmaya çalışırlardı. Teutonik mitolojisinde iyilik ve kötülüklerin ötesinde düşünülen kişilik olarak Siegfrid, model olarak sunulurdu. Orta Çağ’da var olduğu iddia edilen ve kahramanlık efsaneleri dilden dile dolaşan Teutonik Şövalyelerinin (Deutschritter-Orden) organizasyonu, Nazi Partisi’nin favori modeliydi.[xix]

Richard Wagner gibi müzisyen ve besteci kimliğine sahip bir kişinin, Naziler için gerekli olan duygusal motivasyon ve dinamizm kaynağı olması anlamsız değildir. Wagner’in faaliyetlerini yaptığı Bayreuth kasabası, Nazi hareketinin kıblesi gibiydi. Alman mitolojisini operalarında ırkçı fikirler etrafında işleyen Wagner, bireylerin duygu dünyalarının Nazizmin istilâsına uygun hâle gelmesinde önemli işleve sahip olmuştur. Hitler’in en çok sevdiği bestecinin Wagner olması tesadüf değildir.

Toplumların bilinçaltı taleplerini sahte mitlerle doyurmak, faşizmin en temel karakteristiklerindendir. Bilinçaltlarıyla yüzleşemeyen, onu farklılaştırıp geliştiremeyen bireyler, duygusal zaaflar gösteren silik kişiliklere dönüşürler. İnsanların duygulu olması erdemdir, fakat onların duygusal olması zaaftır. Faşizm, insanî hissiyat sahibi olmakla değil, kişinin duygusal zaaflarıyla ilgilenmektedir. Faşizm, duygularına hâkim olmak yerine duygularına esir olan insanın, kontrol ve manipülasyonunun çok kolay olduğunu bilmektedir. Bundan dolayı faşizm, insanı irrasyonelleştirerek duygularını temelsiz mit ve efsanelerle beslemektedir.

Aklı iptal edilmiş, duygulu olmaktan çıkarılarak duygusallaştırma yoluyla çökertilmiş kişinin göstereceği davranışlar, verimsiz ve yıkıcı olmaktadır. Faşizmin totaliter ve otoriteryan özü, yıkıcı amaçlar için zihinleri manipüle edilebilen fanatiklerin varlığını gerekli kılmaktadır. Bireyin rasyonellik yetisini devre dışı bırakan faşizm, insan aklına düşmandır. İnsanı duygusal zaafların kontrolünde bir varlık hâline getirmek sûretiyle insanî duygululuğu, yapıcı ve yaratıcı aksiyon gösterme yeteneğini ortadan kaldıran faşizm, her açıdan insanı kullanmakta ve insanlığa ihanet etmektedir.

Her ne kadar faşizm siyâsî bir doktrin olduğunu iddia etse de onun “dinî” bir boyutu olduğu unutulmamalıdır! Bu boyutu şöyle ifade edebiliriz: Faşizm otantik bir din değildir, ama sahte bir dindir (pseudo-religion). Geleneksel dinin Tanrı’sı yerine faşizm, ırkı, cinsiyeti, dini, mezhebi, partiyi, rengi, kültürü ya da devleti geçirmiştir. İnsanlar artık Tanrı’ya değil, devlete ya da ırka kulluk edeceklerdir. Irk, parti, lider ya da devlet, en mutlak değer olarak bütün değerlere kaynaklık etmektedir. Kişi, dindarlığını değişik ibadet ve ritüellerle gösterdiği gibi, faşizmi yaşam tarzı edinmiş kişiler de faşist teşkilâtların, liderlerin ve doktrinlerin hizmetine hayatını adamakla faşistperestliğini ortaya koymaktadır. Faşizmde sahte dindarlığın niteliği, faşistperestliktir.

Kişiliğinin değişik unsurlarının farklılaşıp gelişmesine olanak sağlamayan kişiler, zıt boyutları arasında entegrasyonu sağlamayı başaramazlar. Başka bir deyişle, “birey olmazlar”! Dindar bir insan için bütünlüğün sembolü Tanrı’dır. Kendini gerçekleştirmek için birey, sürekli Tanrı’ya doğru bir hareket hâlindedir. Faşizmin kişiler için tehlikeli bir cazibe merkezi olmasının arkasında, bütünlük sembolü olarak Tanrı’nın yerine Führer (Büyük Lider) ya da Duçe (Başkomutan) gibi güçlü bir insan tarafından yönetilen devleti ya da ırkı geçirmiş olması prensibi vardır. Bütün farklılıkları kendisinde eriten böyle bir devlet ya da ırk tasavvuru, saf bütünlük ve birliğin imajıdır. Bu imajın etkisine giren kitleler, dinî fanatizm ölçüsünde ona bağımlılık ve teslimiyet gösterirler. Faşizm gibi totaliter bir yaşam tarzına esir olanların köleci bağımlılığı, kendini sıradan bir nesneye indirgeme, ama mensup olduğu faşist organizasyonu ise Tanrı kadar, belki de daha üstün bir otorite olarak kabul etme çılgınlığına varmaktadır.

Hannah Arendt, TThe Origins of Totalitarianism” isimli klâsik çalışmasında totaliteryan fanatizmin varacağı çılgınlığı şu şekilde betimlemektedir: “Totaliteryanizmin başarısında rahatsız edici olan faktör, bu hareketlere katılan kişilerin bensizlikleridir. Bir Nazinin ya da Bolşeviğin, kendileri dışında olan insanlara karşı işledikleri suçları çok haklı görme şeklindeki düşüncesi belki anlaşılabilir. Aynı terör ve şiddet mekanizması, kendi çocuklarını, hattâ kendisini bile kurban seçtiği zaman, onun gösterdiği kararlı tavır korkunç bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hareketin onu cezalandırması ya da çalışma kamplarında ona işkence etmesi, onun için pek önemli değildir. Bütün medenî dünyayı hayretler içinde bırakacak şekilde o, cezalandırılmasını, hattâ idam edilmesini isteyecek düzeyde bir işbirliği tavrı da gösterebilir. Onun tek şartı, hareketin üyesi şeklindeki statüsüne dokunulmamasıdır.”[xx]

Esasında faşizm, Almanları ya da İtalyanları bütün olarak kandırabilecek güçte tehlikeli bir yalan söylemektedir. Bir insanın kendi içindeki zıtlıkları uzlaştırıp entegre etmesinin realize edilmesinin zor olan bir durum olduğu dikkate alınırsa, üst bir insan olduğu sanılan bir kişinin devlet gücünü kullanarak bütün farklılıkları ortadan kaldırması, gerçekleşmesi imkânsız bir yanılsamadır. Faşizm, insanın Tanrı gibi güçlü ontolojik sembollerini istismarın ötesinde dejenere etmektedir.

Kişiliğimizde farklılık ve uyumu gerçekleştirmeye yarayan doğal dindarlık sembollerinin sahteleşmesine karşı bireyler, kendi içlerinde farklılaşmayı sağlayan zenginleşmiş bireyselleşme süreçlerinden geçmelidirler. Varlığımızın bireyselleşme ihtiyacını karşılamadığımız zaman, faşizmin devlet, cinsiyet, ırk, coğrafya, renk, kültür, din, parti, lider ve ırk gibi sahte tanrılarına tapan kitlelerin birer nesnesine indirgeneceğimizi asla unutmamalıyız.

Faşizm, dinin insan varlığı üzerindeki derin etkisini çok iyi bilmektedir. Mussolini, soyut doktriner formülasyonların faşist hareketlerdeki işlevsizliğini ve faşizmi inanç olarak benimseyenlerin ise kendilerini fedâ etmelerini şöyle anlatmaktadır: “Roma’ya yürümemizden önceki dönemde harekete olan ihtiyacımızdan dolayı araştırmaya ya da doktrinimizi detaylı olarak ortaya koymaya zamanımız yoktu. Çok tartışma yapılıyordu. Fakat tartışmadan daha önemli ve daha kutsal bir şey vardı: İnsanlar ölüyordu. İnsanlar nasıl öleceklerini biliyorlardı. Doktrin, ana hatları ve detayları bakımından eksik olabilirdi. Fakat onun yerine ikâme edilen, ondan daha güçlü bir şey vardı. O da inançtı…”[xxi]

Din, sanattan, felsefeden ve bilimden farklı olarak insanın bütün varlığını sarabilme gücüne sahiptir. Rudolph Otto, dinin bu kapsayıcı ve sarmalayıcı gücüne “numinosium” demektedir.[xxii] Faşizm, din gibi insanı derinden etkilemek yerine, din gibi güçlü bir şekilde insanı ele geçirmeyi istemektedir. İnsanı tamamen ele geçirmek için faşizm, bütün geleneksel dinî kavram ve değerleri kendine hizmet eder tarzda kullanarak dini bütün boyutlarıyla dejenere etmektedir.

Nazilerin İçişleri Bakanı Wilhelm Frick, iyilik ve kötülüğü Nazi Partisi’ne zarar verme ya da yarar sağlamaya göre tanımlamaktadır. Nazi Partisi’nin Gençlik Kolları Başkanı Baldur von Schirach, kendilerine düşman olanları devletin ve Tanrı’nın düşmanları olarak sunmaktadır. Naziler, Adolf Hitler’e hizmet etmenin Tanrı’ya hizmet etmek olduğunu söylemektedirler. Hattâ bir başkası, Tanrı’nın Kendisini Îsâ’da değil, Adolf Hitler’de tezâhür ettirdiğini söyleyecek kadar ileri gitmektedir.[xxiii]

Faşizmin dinselleşmesi, Nazilerin söylemlerinde görülebileceği gibi, bu totaliter tavrın en merkezî stratejisi olarak karşımıza da çıkmaktadır. Şu önemli soru da cabası: Faşizm, büyük bir ihtirasla niçin dinselleşmeyi istemektedir?

Bu soruya cevap vermek için, birçok psikolojik ve antropolojik araştırmaya ihtiyaç vardır. Şu an bu soruya vermek istediğimiz cevap şu şekildedir: Faşizm, kendisine bağlı sempatizanlar istememektedir. Bilâkis o, varlıklarını tamamen kendisine adamış sâdık müminler istemektedir.

Nazizm örneğinde görüldüğü gibi, dinselleşen faşizm, normal bir dindarı büyük bir ikilemle yüz yüze getirmektedir. İnandığı dinin tanrısına ya da faşizmin ilâhlarına kul olma şeklindeki bir ikilem, dindar birey için radikal bir çıkmazdır. Bu radikal çıkmazı, Alman teolog Dietrich Bonhoeffer ağır bir bedel ödeyerek bizzat tecrübe etmiştir.[xxiv] Bonhoeffer, Nazi Partisi’nin sıradan bir politik muhalifi olarak değerlendirilemez. Onun spiritüel ve teolojik bağlamdaki anlam arayışı, Nazi faşizmine karşı çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Tanrı’ya tam bir bağlılık hâli, faşizm ve Nazizmle uzlaşmayı imkânsız kılmaktadır. Tanrı’dan yana olmayı seçen biri, bu tercihinin bedelini ödemeye hazır olmalıdır. Bonhoeffer de Nazizme karşı Tanrı’dan yana tavır koymuş ve bunun bedelini hayatıyla ödemiştir. Onun kaçma fırsatı olmasına rağmen Almanya’da kalıp içte Nazizme karşı mücadele etmesinin arkasındaki temel sebep, Nazi sonrası dönemde medenî ve demokratik bir Almanya’nın kurulmasına katılmayı, ortaya koyduğu mücadeleyle hak etmek isteyişidir.

Savaşın bitmesine birkaç gün kala Bonhoeffer’in idam edilmesi, onun bu gelecek vizyonunu gerçekleştirmesini imkânsız kılmıştır. Bonhoeffer, otoriter, totaliter ve insanlık dışı bütün tavırlara karşı koymanın kolay olmadığını, özgürlükten, insandan, Tanrı’dan yana olmanın yaşamsal ve bilinçsel bedellerinin ne kadar ağır olabileceğini bize öğretmiştir.[xxv]


İnsanın değeri

İnsanı değersiz bir nesneye indirgemesi, faşizmin insanlığa karşı işlediği en büyük suçtur. İnsanı bilinçsiz hareket eden kitlelerin bir nesnesi olarak gören faşist anlayış, liderlerini ise en üst düzeyde yüceltmektedir. En üst kişilik konumuna yükseltilen lider (persona juris) ile diğer insanlar arasındaki ayrım dikkatlice yapılmakta ve liderin üstün niteliklerine diğer insanların iman etmesi sağlanmaktadır. Dinde Tanrı’nın merkezî bir yer işgal ettiği gibi, faşizm de lidere merkezî önem ve yer vermektedir.

Faşizm-lider ilişkisini “Faşizm eşittir lider” olarak ifade edebiliriz. Mussolini’nin, “Ben olmasaydım faşizm diye bir şey olur muydu?” sözü, bunun en iyi ifadesidir.[xxvi] Japon faşizminin kaynaklarından olan Şintoizm, imparator gibi dünyevî liderlere sâdık olmayı yücelten faşist bir din anlayışıdır.[xxvii] Liderin faşizmdeki yüceltilmesini Thomas Carlyle, “kahramana tapma (hero worship)” olarak nitelemektedir. Carlyle’nin kahramana tapma teorisine göre sıradan insanlar, yaşayan ya da efsanevî bir kişiye tanrısal nitelikler atfederler.

Başka birine ilâhî vasıflar izafe eden kişiler, genelde kendi kişiliklerini geliştirememiş kimselerdir. Tanrısal niteliklerle yüceltilen kahramanın her sözü ve hareketi sıra dışı anlamlar kazanmakta ve insanlar, ona ibadet etme derecesinde tapmaktadırlar. Kitleler, lidere duydukları hayâlî aşkı, mistik tarzda ona yansıtmaktadırlar. Hitler ve geniş halk kitleleri arasında kurulan mistik ilişkinin psikolojik temeli budur. Kitleler değer verdikleri her şeyi lidere transfer etmişlerdir. Burada önemli olan husus, insanların kişiliklerini geliştirme ve farklılaştırma için çaba sarf etmeleri yerine, kişiliğini tanrısallaştırıp kült hâline getirdikleri birine mutlak olarak kendilerini teslim etmeleridir.[xxviii] Faşizm, kitleleri lidere ibadet ettiren bir kült gibi işlev görmektedir.

Militarist faşizm

Militarizm, faşizmin insana temel yaklaşım biçimidir. Faşizmin totaliteryan ve militarist özü, onun her tarafına egemen olmaktadır: “Faşizm otoriter, anti-demokratik ve anti-sosyalist bir idare biçimidir. Bu idare biçiminde ekonomi, devlet kontrolündedir; militaristik nasyonalizm ve propaganda onun ideolojik iktidar aygıtıdır, bütün karşıt görüşler gizli polis yöntemleriyle ezilir ve onun merkezî vurgusu, devletin bireye olan üstünlüğüdür.”[xxix]

İnsanların bilinçlerini dış dünya dan bağımsızlaştırmak sûretiyle özgürce kendilerini oluşturmaları ve inşâ etmeleri, faşizmin değişmeyen kâbusu ve korkusudur. Faşist organizasyonlar bu kâbusun realiteye dönüşmemesi için mensuplarını katı bir disiplinden geçirmektedirler. Katı ve dar eğitimin sonucu olarak hayatın anlamını oluşturan çerçevenin içini, artık faşizmin katı kurallar ve yasaklar koleksiyonu oluşturmaktadır. Faşizmin hiçbir kuralı, özgür tercih ve davranışların sonucunda oluşmuş ürünler değildir. Onlar, emir-komuta zinciri içerisinde tepeden bireye ve topluma, korku ve terör yoluyla empoze edilen dayatmalardır. Bu kurallardan herhangi birini sorgulamak ya da reddetmek, doğru yol olan faşizmden kopup sapkın bir yola girmek olarak değerlendirilmektedir. İşlenen bu büyük sapkın günahkârlığın bedeli, hayâl edilemeyecek kadar ağır olabilmektedir.

Özel arkadaş gruplarını bile militarist faşizm, kendisine tehdit olarak değerlendirip yok etmektedir.[xxx] Militarist faşizm toplumu, özgür bireylerin oluşturduğu bir kütle olmaktan çıkarıp, onu disiplinli bir orduya dönüştürdüğü zaman kendisini başarılı saymaktadır.

Bireylerin itaatkâr objelere dönüşmeleri, faşizmin tek eşitlik ölçüsüdür. Bunun dışında eşitlik, faşizme çok yabancı ve sapkın bir fikirdir. Eşitlikten ziyâde eşitsizlik, faşizmin beslenme kaynağıdır.[xxxi] İnsanların ırk ve renk gibi irade dışı özelliklerinden dolayı eşit olmadıkları, Ari ve Nordik kökenli ırkların üstün oldukları fikri, faşizmin temel fikirlerindedir. Faşizmin Siyonist ve Nazi versiyonları, daha ileri giderek Yahudi ve Alman milletlerinin seçilmiş topluluk ve üstün ırk oldukları yalanını söyleyerek insanları kandırabilmektedirler.

Faşizmin “eşitsizlik” dogmasını bilimsel temellere oturtmak için faşizm sempatizanı ırkçı birçok akademisyen ve araştırmacı, antropoloji, etnoloji ve psikoloji gibi sosyal bilimleri seferber etmişlerdir. Mankind Quarterly, Neue Anthropologie ve Nouvelle Ecole gibi birçok akademik yayın organı, faşizmin ırk merkezli görüşlerinin bilimsel ve akademik plâtformlarda sözcülüğünü yaparak “ırk bilimi (race science)” oluşturmaya çalışmışlardır. Yıllarca bu yayınlar, insanların beyinlerini faşist ve ırkçı iddialarla doldurmuştur.[xxxii] Bütün faşist ve ırkçı yayınların propagandasını yaptıkları merkezî fikir, insanlar arasında kapanılmaz ve giderilemez bir eşitsizlik olduğu ve bu eşitsizliğin kaynağının ırk faktörü olduğu şeklindedir.

Marksizmde ekonomi altyapı ve üstyapının ilişkileri belirlemede temel faktör olması gibi, faşizmde de tarihin ve hayatın anahtarını ırk oluşturmaktadır. Irk gibi yapay ve temelsiz bir illüzyon etrafında faşizmin bir insan azınlığını üstün ırk (master race ya da herrenrasse) ve insanların çoğunluğunu aşağı ve düşük yaratıklar (inferior creatures) olarak değerlendirmesi, evrensel insanlık onuruna büyük bir darbe olmanın ötesinde, onun tamamen imha edilmesi anlamına gelmektedir.

Irk, cinsiyet ya da din gibi faktörler, hiçbir şekilde insanları üstün ya da aşağı konumlara getirmemektedir. İnsanlık kültürüne bireylerin felsefî, bilimsel, sosyal, eğitimsel, ekonomik ve politik gibi hayatın ana alanlarında yapmış oldukları yaratıcı ve yapıcı katkılar, onları insanlık ailesinin saygın birer üyesi hâline getirmektedir. İnsanlık kültürüne katkı yapmak, bütün ırkların, cinsiyetlerin, renklerin, dinlerin ve coğrafyaların insanlarına açıktır. İnsanlar arası evrensel eşitlik fikrine kesinlikle karşı olan faşizm, insanlığın faaliyet alanını üstün ırk olarak hayâl ettiği bir ırkın mensuplarıyla sınırlı tutmakta, diğer insanlara ise hayat alanının kapısını bir daha açılmamak üzere kapatmaktadır.

Burada bir noktaya dikkat çekmekte yarar vardır: Faşizm, sadece “İnsanlar arasında ırk faktöründen dolayı bir eşitsizlik vardır” dememektedir ve esas demek istediği şey, “Irktan dolayı insanlar arasında eşitsizlik var” olmalıdır. Veya yok olsa bile var edilmelidir. Faşist ırk bilimcilerin yapmak istediği şey, ırktan dolayı insanlar arası olmayan eşitsizliği var etmektir.

İnsanlar arasında ırk faktöründen kaynaklanan derin bir eşitsizlik olduğunu savunan faşizmin tatmin olmaz bir güç ve iktidar iştahı vardır. Faşizmin kendisini üstün ırk ya da toplum olarak konumlandırdığı azınlık faşist grubu, bütün insanlık ve gezegeni hâkimiyetine alarak güce olan sınırsız iştahını tatmin etmek istemektedir. Hitler’in şu ifadesi, faşizmin sınır tanımaz yayılmacılığını ve iktidar iştahını göstermektedir: “Bugün Almanya’ya sahibiz. Yarın bütün dünyaya sahip olacağız. (Heute gehört uns Deutschland, Morgen die ganze Welt).”[xxxiii]

Faşizmin güç ve iktidar paradigması içerisinde adalet ve aşk yer almamaktadır. Adalet ve aşktan yoksun olan faşizmin güç tutkusu, İkinci Dünya Savaşı’nda bütün dünyanın ateşe atılmasına ve milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Aşk ve adaletten yoksun bütün faşist güçler, Almanya’da, Şili’de, Arjantin’de, Japonya’da, İspanya’da, Portekiz’de, Japonya’da ve dünyanın diğer coğrafyalarında insanlığa yıkım, baskı ve sömürüden başka bir şey vermemiştir.

Sonuç    

Faşizm, irrasyonel, duygusalcı, otoriteryan ve mitolojik nitelikleriyle insanî kişiliğimizi yok etmekte ve bizi ilkel yaratıklara dönüştürmektedir. İçimize sindirtilen faşizm virüsü, diğer milletlerle, kültürlerle ve dinlerle sağlıklı ilişkiler kurmamıza izin vermemektedir. Faşizme teslim olanlar, karşı cinsten bir kadını ya da erkeği bile sevememektedirler. Çünkü içlerindeki şovenizm buna izin vermemektedir.

Diğer milletlere karşı ırkçı olmak, diğer dinlere karşı fanatizm geliştirmek ve karşı cinse karşı şovenist eğilimler içinde bulunmak, hep faşizmin kişiliğimizdeki patolojik tezâhürleridir. Çevremizdeki realite ile sağlıklı ilişkiler geliştirmemizi engelleyerek bizim patolojik kişiler hâline gelmemize neden olan faşizm, Jung’un ifadesiyle bir “psikosis (psychosis)” durumudur.[xxxiv]

Nasıl ki “mafya” suçun “organize biçimidir”, faşizm de insan dışılığın ve karşıtlığının organizasyonudur. Kişiliğimizin ilkel ve negatif olan taraflarından kaçmak yerine onlarla yüzleşmek, onların farklılaşıp gelişmesine olanak yaratmak, kişiliğimizi faşizme karşı güçlü hâle getirecektir. İçimizdeki faşizmi çözmek, faşizme karşı en etkili karşı koyuştur. İçimizdeki faşizmi çözmediğimiz takdirde, onun bizi çözeceğini ve yok edeceğini unutmamalıyız.

Dünyayı kendimiz ve diğer insanlar için daha özgür ve daha güvenli bir yer hâline getirmenin yolu, içimizdeki faşizmi çözmekten geçmektedir.



[i] C.G.Jung, Memories, Dreams, Reflections, New York : Knopf and Random House, 1961, ss. 328-329.

[ii] Russel, Hitler’i gelmiş geçmiş insanların en kötüsü ve Nazizmi de insanlığa yapılmış en büyük kötülük olarak nitelemektedir. B.Russell, The Autobiography of Bertrand Russell, The Final Years: 1944-1969, New York : Bantam Books,1970, s. 197.

[iii] E.Hemingway, For Whom the Bell Tolls?, St. Albans : Panther Books, 1976.

[iv] Bu kitapta Frankl, Nazi kamplarında yaşadığı tecrübelerin çok etkili ve derin bir psikolojik tahlilini sunmaktadır. V.E.Frankl, Man’s Search Meaning, Londra : Hodder & Stoughton, 1991.

[v] Bazı toplumlar hakkında önyargılara dayalı genel iddialar öne sürülebilmektedir. Örneğin Amerikalıların demokrat ve özgürlük düşkünü olduğu ileri sürülürken Almanların otoriteryan ve milliyetçi olduğu şeklinde sterotipler ifade edilmektedir. Psikolog McClelland Alman, Amerikan ve Fransız ulusal karakterleri hakkında yaptığı araştırmada tamamen otoriteryanizme düşkünlük gibi olumsuz bir karakter sergileyen bir millet olmayacağı gibi, tamamen özgürlük yanlısı ve pozitif değerlere sahip bir milletin de olmayacağını söylemektedir. Bütün toplumlar hem otoriter hemde özgürlükçü unsurları bir anda barındırabilmektedirler. Toplumlar hem liberal hemde faşist karakterler sergileyebilmektedirler. Toplumlar hakkında mitler yaratmaktan ziyade, insan doğasının faşizm ve özgürlük gibi zıt unsurları hakkında olan bilgimizi derinleştirmemiz, insan ve toplum gerçekliği hakkında daha sağlıklı değerlendirmeler yapmamızı sağlayacaktır. Bkz.: D.C.McClelland, The Roots of Consciousness, Princeton, New Jersey : Insight Books, 1964.

[vi] E.H.Erikson, Identity: Youth and Crisis, Londra : Faber, 1974, s. 313.

[vii] Faşizm tutarlı bir ideolojik söylemden yoksun olmasına rağmen, James Gregor şu eserinde faşizmin ideolojik örgüsünü ortaya koymaya çalışmaktadır. A.J.Gregor, The Ideology of Fascism, New York : The Free Press, 1969.

[viii] Bkz.: L.Hellman, Watch on the Rhine, New York : Random House, 1941.

[ix] F.Borkenau, The New German Empire, New York : Viking Press, 1939, s. 12.

[x] G.L.Mosse, (Ed.), Nazi Culture, New York : Grosset & Dunlap, 1968.

[xi] E.Nolte, Three Faces of Fascism, New York : Holt, Rinehart and Winston, 1966, ss. 20-21.

[xii] R.Heberle, Social Movements, New York : Appleton-Century-Crofts, 1951, s. 37.

[xiii] Faşizm İtalyanca bir kelime olan fasci’den türemedir. Fasci İtalyancada dernek ve grup anlamına gelmektedir. Etimolojik manası ise dernek demektir. İtalya’daki Faşist Partinin öncüsü olan Fasci di Aziona Rivoluzionaria (Devrimci Hareket Derneği) ve Fasci di Combatimento (Eski Muharipler Derneği) gibi kuruluşların isminde hep faşizm kelimesi geçmektedir. Kelimenin etimolojik anlamı bile, birey karşıtı bir muhtevaya sahiptir.

[xiv] Nicolas Berdyaev İtalyan ve Alman faşizmleri arasındaki temel farkın birincisinin devleti, ikincisinin ise ırkı tanrılaştırması olduğunu şu ifadelerle belirtmektedir: “ İtalyan faşizmi en yüksek varlık ve en yüce değer olarak devlet mitine ve sembolüne dayanmaktadır. O, Roma geleneğini devam ettirmek isteyen klasik bir stile sahiptir. Devletin tanrılaştırılması paganlığın bir versiyonundan başka bir şey değildir.Alman Nasyonel Sosyalizmi ise varlığın en yüce formu ve en yüce değeri olarak ırk mitine ve sembolüne dayanmaktadır. Nasyonel Sosyalizm, Alman milletinin ruhundan ve onun kanlarında dolaşan kanın mistik öneminden bahsetmeyi çok sevmektedir.Devlet, ırkın elinde bir araçtan başka bir şey değildir. Alman Nazizmi, İtalyan faşist devlet öğretisinden daha canlı olarak kişilerin derin varlıklarını etkilemektedir.” N.Berdyaev, The Fate of Man ın the Modern World, Londra : SCM Press, 1935, s. 62.

[xv] R.Heberle, From Democracy to Nazizm, Baton Rouge : Louisiana State University Press, 1945, ss. 18-21.

[xvi] Walter Adams ve Adrian Jaff çevreyle sağlıklı insani ilişkiler kurulmasında bireysel kimliğin rolünü şöyle ifade etmektedirler: “Bireysel kimlik, kişinin fiziksel ve sosyal çevresiyle olan ilişkisini planlayan değerler sisteminin özüdür.Kişi bireysel kimliğini kaybettiği zaman, artık kendisiyle ve çevresindeki realiteyle olan ilişkisini de kaybetmektedir.Birey, canlı olarak işlevini yerine getirmek istiyorsa şu üç sorunun cevabını bulmak için sürekli çaba sarf etmelidir: 1. Ben kimim? 2. İçinde yaşadığım toplum ve dünyanın doğası nedir? 3. Kendimi onlarla nasıl ilişkilendirebilirim?” W.Adams ve A. Jaffe, ‘A Special Report on Government, the Universities, and the International Affairs: A Crisis in Identity,’ Washington : Prepared for the United States Advisory Commission on International Educational and Cultural Affairs, 1947, s. 1.

[xvii] Bireyin faşist ve otoriteryan bir eğilim içine sokulmasının psikolojik bir analizi için bkz.: W.Reich, The Mass Psychology of Fascism, New York : Orgone Instıtute Press, 1946.

[xviii] Bu ifade şu eserden alıntılanmıştır: M.Billig, Psychology, Racism and Fascism, Birmingham : A.F.& R. Publications, 1979, s. 29.

[xix] R.Heberle, Social Movements: An Introduction to Political Socıology, New York : Appleton-Century-Crofts, 1951, s. 351.

[xx] H.Arendt, The Origins of Totalitarianism, New York : Meridian Books, 1958, s. 307.

[xxi] B.Mussolini, ‘Facismo,’ içinde H.S.Kariel, (Ed.), Sources in Twentieth-Century Political Thought, Glencoe : The Free Press of Glencoe, 1964, s. 89.

[xxii] R.Otto, The Idea of the Holy: An Inquiry into the Non-Rational Factor in the Idea of the Divine and its Relation to the Rational, Londra : Oxford University Press, 1923.

[xxiii] Bu ifadeler şu eserden alıntılanmıştır: E.Bertine, Jung’s Contribution to Our Time, New York : Jung Foundation for Analytical Psychology, 1967, ss. 174-175.

[xxiv] Bir Alman Protestan teologu olan Dietrich Bonhoeffer (1906-1945) Nazizme karşı direnen çok az sayıdaki ilahiyatçıdan biridir.Yazılarında merkezi tema olarak dinsiz bir dünya da Hristıyanlığın geleceğini proplematize etmektedir. Hitler’e karşı suikast düzenleme iddiasıyla 1943’te tutuklanmış ve 1945’te Naziler tarafından asılmıştır. Hapishanede yazdığı notlardan oluşan kitabı modern Hristıyan teolojisinin önemli eserlerinden sayılmaktadır.Bkz.: D.Bonhoeffer, Letters and Papers from Prison, Londra : SCM Press, 1971.

[xxv] Bkz.: D.Bonhoeffer, The Cost of Discipleship, New York : The Macmillan Company, 1967.

[xxvi] Bkz.: H.Finer, Mussolini’s Italy, New York : Grosset & Dunlap, 1965.

[xxvii] C.G.Cambell, Race and Religion, New York : Peter Nevill, 1953, s. 4.

[xxviii] T.Carlyle, On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History, Chicago : A.C.McClurg & Co, 1891. Bentley, Carlyle’ın kahramana tapma teorisi ışığında Nazizmin manevi öncüleri olan Spengler ve Wagner gibi kişiliklerin hayatlarını şu çalışmasında analiz etmiştir: E.R.Bentley, A Century of Hero Worship: A Study of the Idea of Heroism in Carlyle and Nietzsche, with notes on Wagner, Spengler, Stefan George, and D.H.Lawrence, Boston : Beacon, 1957.

[xxix] C.E.Funk, (Ed.), New Practical Standard Dictionary of the English Language, cilt. 1, New York : Funk & Wagnalls Company, 1954, s. 481.

[xxx] Nazilerin 1944’te kendilerine “Çarşamba Grubu” denilen bir özel arkadaş topluluğuna mensup akademisyen ve resmi memurlardan dördünü asması buna örnektir. H.Rothfels, The German Opposition to Hitler, Chicago : Henry Regnery Co., 1948, s. 72.

[xxxi] İnsanlar arasında ırktan dolayı eşitsizlik olduğunu bilimsel olarak ortaya koyduğunu iddia etmesinden dolayı faşistler tarafından temel referanslardan biri olarak kabul edilen eser şudur: Joseph Arthur comte de Gobineau, The Ineaquality of Human Races, New York : H.Fertig, 1967.

[xxxii] Faşist ve ırkçı fikirlerin bilimsel ve akademik dünya da yapmış olduğu etkinin sistematik ve özlü bir sunumu için bkz.: M.Billig, Psychology, Racism and Fascism, Birminham : A.F.& R. Publications, 1979.

[xxxiii] H.Van Loon, The Story of Mankind, New York : Pocket Books, 1952, s. 480. Faşizmin yayılmacı karakteri ve iktidar ihtirası Latin Amerika’nın Faşist versiyonu olan Peronizm’de de kendini göstermektedir. Arjantin’e hakim olmuş olan Peronizmin lideri Juan Peron, iktidar yoluyla Latin Amerika’yı ele geçirme planını Hitler’i örnek alarak şöyle ifade etmektedir: “İktidarı ele geçirdikten sonra ana misyonumuz bütün Güney Amerika ülkelerinden güçlü olmaktır. Silahlanmalıyız, zorlukları yenerek iç ve dış düşmanlarla mücadele etmeliyiz.Hitler’in barış ve savaş zamanındaki mücadelesi bizim rehberimiz olacaktır. İlk hedefimiz müttefiklerdir. Paraguay elimizdedir. Bolivya ve Şili’yede sahip olmalıyız. Uruguay’a baskı yapmalıyız. Bunu yaparsak Birleşmiş Milletler, Brezilya’dan çekilecektir. Brezilya’yı ele geçirirsek bütün Güney Amerika’nın hakimi biz olacağız. Bizim hakimiyetimiz Arjantin ordusunun kahramanlığı sayesinde bir gerçek olacaktır.” Bkz.: F.B.Pike, (Ed.), Latin American History: Select Problemler, New York : Harcourt, Brace & World, 1969, s. 363.

[xxxiv] Bkz.: A.Jaffe, From the Life and the Work of C.G.Jung, New York : Harper & Row, 1971, ss. 89-90.