
HAYAT en çok bırakırken zorluyor insanı. Ve bırakırken sivri dişlerini, uzun tırnaklarını hissediyoruz üzerimizde.
Hepimizin bu dünyada tutunduğu dallar vardır. Kiminin evlatları, kiminin işi, kiminin eşi, kiminin parası… Ve insan olmaktan mütevellit, bırakırsak ya da bırakılırsak, dünyanın sonunun geleceğine inandığımız çokça dünya nimetleri… Bu çıkmaz sokaklı aidiyet ve sahip olma güdüsü, “İnsana sahip olmak mı, yoksa başlı başına olmak mı?” sorusunu sorduruyor.
Düşünürken içinden çıkamadığımız konularda yaşarken vardığımız noktalar olabiliyor. Durup bakınca görünüyor. Kendimize yabancılaştığımız bu çağda durabilirsek tanışıyoruz benliğimizle zaman zaman. Zaaflarımızı ve sımsıkı sarıldığımız, o hiç bizden gitmeyecek hissiyatına sahip olduğumuz şeyleri görebiliyoruz. Sıkı sıkı sarılmayı bırakınca kaldığını görebiliyoruz. Çünkü bizim olan hiçbir şey, bileğimizin gücüyle kalmıyor burada. Zaten doğası burası olduğundan duruyor. Onun nasibi ve rızkı burası olduğu için duruyor. Ve habitatı orası olunca, iki cihan bir araya gelse koparamıyor onu toprağından. Sadakatini satın alamayacağınız bir dost, adaletini satın alamayacağınız bir yargıç, hayâsını satın alamayacağınız bir affan gibi…
“Bırakmayı Bilmek” başlıklı bir podcast yayını dinlemiştim. O yayını dinleyene kadar bırakmanın tutmaktan daha öğretici olduğu hakkında hiç düşünmemiştim. Bizi en çok ayrılıklar zorluyor ama hayat ayrılıklarla dolu bir hikâye ve bu ayrılıkların adıdır “imtihan” demişti. Sanki sahip olduklarımızdan öğrenirmişiz gibi düşünüyormuşum o zamana dek ve bunu hiç fark etmemişim.
Oysa sahip olamadıklarımız üzerinden eğitiliyoruz mütemadiyen. Özgürleşmemiz bile olmak ve sahip olmak arasındaki dengeye bağlı. Henüz üzerine düşünmediğim bu terazi beni sarsmıştı. Bu dünyada varlığımızın amacı birkaç şeye daha sahip olmakmış gibi yaşıyoruz. İnsan nefsi buna ayak uydurmaya çok müsait olsa da… Bir şeylerin ters gittiğini hissettiğimiz ve tam anlamıyla rahat olamadığımız çokça zaman olsa da... Daha iyi bir ev, daha güzel araba, daha rahat alışveriş yapabilmek, daha çok dışarıda yiyip içmek, o marka mobilyayı da alabilmek, bu marka çantayı da takabilmek gibi sıralı bir liste “sahip olmak”tan geçiyor. Oysa ait olma hissinin seyrelmesi ve aidiyet hissedememenin oluşturduğu buhran, sahip olunanlarla iyileştirilmiyor.
İnsan nefsi ne kadar sahip olmak istiyorsa ruhu da o kadar olmak, ait olmak istiyor. Yani aslında dünya yokmuş gibi ahirete çalışmak, ahiret yokmuş gibi dünyaya çalışmak yoruyor insanı. Nasıl ki karnımızın doyması, hayatımızı idame ettirebilmemiz için elzemse, ruhumuzun doyması o kadar elzem. Tâ doğuşumuzdan ölümümüze kadar… Fiziksel birçok hastalığın temelinde psikolojik nedenlerin yer alması buna bir örnek. Birçok tedavi ve ilacı deneyip iyileştiremediğimiz bazı hastalıkları bilinçli bir şekilde ruhumuza yönelerek iyileştirebilmemiz gibi... Yani hangi çocuğumuzu aç bırakırsak onun iniltileriyle uyanıyoruz bir gece uykumuzdan ya da hiç uyuyamadığımızdan…
Hepimizin bu dünyada çoluğuna çocuğuna biraz mal ve anlatılacak güzel bir hikâye bırakmak istemesi bu yüzden belki. Anılarımız kalsın istiyoruz; adımız anılsın ve hatırlanalım. İnsan bu ikisi arasında bir varlık işte. Biraz dünya, biraz ahiret… Biraz varlık, biraz yokluk… Biraz madde, biraz ruh… Bu ikisi arasında süregelen yolculuğumuz, hayatın anlamına dair fikirlerimizi değiştiriyor. Gençken başka anlamlar yüklerken yetişkinliğe doğru sakinleşip daha yuvarlak cümleler kuruyoruz. Hayatını tefekkür ederek yaşamış insanların yaşlanınca çok düşünüp az söylemesi bundanmış demek. Gülden ağır söz söylemekten çekinir hâle gelinmesi bundanmış demek.
Ömür öyle kıymetli bir hazine oluyor ki barışınca. Özgürlük ve varlık daha dolu dolu söyletiyor kendini. Hayata dair öfke duyduğumuz her şey artık daha az kızdırıyor bizi. “Bu kadar ciddiye almaya gerek var mı, buna değer mi?” diye sorduğumuz anda sebepler küçücük kalıyor. Allah Rasulü’nün sabrı daha da anlamlanıyor şimdi. Sabrının arkasındaki perde aralanıyor. Ve daha da kutsî oluyor.
Ölümü düşününce, dünya bir avuç kalıyor elbet. Fakat asıl mesele, ölümü her an hatırında tutarak yaşamak. Dünyayı olduğundan büyük görünce duygular kocamanlaşıyor. Allah Rasulü’nün bağışlayıcılığı daha da anlamlanıyor şimdi.