“Bırak kardeşim tahsili, git önce edep, hayâ öğren!”

Ülkemiz tam bir “kâht-ı ricâl” yani devlet adamı kıtlığı yaşamaktadır. Milletimizin içinden Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın yerini doldurabilecek devlet insanlarının çıkamayacağını düşünmek, milletimize bühtan olur. Demek ki sistemde buna engel olan bir arıza vardır ve bunun üzerinde düşünmek gerekmektedir.

SEÇİM sath-ı mailine girdiğimiz şu günlerde sağduyu sahibi birçok vatandaşımız, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın görevden ayrılması hâlinde ülkemizin felakete gidebileceğini düşünüyor, endişe ediyor. Bunun sebebi, tabiatıyla, Sayın Erdoğan’a rakip olarak çıkabilecek muhalefetin muhtemel adaylarının hiçbirisinin bu vatandaşlarımıza, ülke yönetimini götürebilecek olumlu fikir, kapasite ve en önemlisi de kişisel ahlâk ve karakter bakımlarından ümit vermiyor olmasıdır.

Bu insanlar düşüncelerinde ve endişelerinde haklıysalar eğer, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazanıp Cumhurbaşkanlığına devam etmesi hâlinde bu tehlike ihtimâli ortadan tamamen kalkmış olacak mıdır? Bence de haklı olan bu endişeli düşünce, ülkemiz için vahim bir gerçeği ifade ediyor. Bu vahim gerçek, koca ülkenin kaderinin bir tek insana bağlı olmuş olmasıdır.

Recep Tayyip Erdoğan fânidir, elbette bir gün bu görevini bırakacaktır. Ondan sonra ne olacaktır? Erdoğan’ı da bağrından çıkaran bu doksan milyona yakın nüfusa sahip millet, içinden yeni Erdoğanlar çıkarabilecek yeteneğe sahip değil midir?

Muhalefet saflarında bu kalite ve çapta siyaset insanlarının olması gerekmez miydi? Eskilerin deyimiyle, ülkemiz tam bir “kâht-ı ricâl” yani devlet adamı kıtlığı yaşamaktadır. Milletimizin içinden Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın yerini doldurabilecek devlet insanlarının çıkamayacağını düşünmek, milletimize bühtan olur. Demek ki sistemde buna engel olan bir arıza vardır ve bunun üzerinde düşünmek gerekmektedir.

Hakikat ışığında toplumsal bir yanlışlığın tespiti

Naçiz düşünceme göre bunun iki temel sebebi bulunuyor: Birinci sebep, Devletimizin tamamen yetersiz eğitim ve kültür politikasının ürünü olan düşük vasıflı insan kaynağımızdır. İkinci sebep ise, sahte demokrasimizdir.

Çoğunluğun hükmünün doğru olduğu varsayımına dayanan demokrasiyi hiçbir zaman ideal bir sistem olarak düşünmedim. Çünkü İlâhî kurala terstir. Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde Peygamber Efendimize hitaben, “Yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna uyarsan Seni Allah yolundan saptırırlar; çünkü onlar, ancak zanna kapılırlar ve onlar ancak yalan söylerler” buyurmaktadır (En’am, 116).

Söz konusu ayetin tefsiri daha aydınlatıcıdır: “Dinî ve dünyevî meselelerde insanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece bura­dan hareketle bunun doğru olduğunu zannetmek ve onlara tâbi olmak her zaman isabetli değildir. Zira bu çoğunluk, inançlarını ve hayat tarzlarını belirlerken İlâhî emirlere, akl-ı selime, gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine birtakım kuruntulara, zan ve tahminlere de dayanıyor olabilirler. Bunlara uyulduğu takdirde doğru olandan uzaklaşılacağı ve yanlış yollara sapılacağı aşikârdır.” (Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri)

Zaten peygamberlerin hayatı bunun açık göstergesidir. Bütün peygamberler yaşadıkları toplumun çoğunluğu tarafından daima reddedilmişlerdir.

Bununla beraber, madem demokrasiyi bir yönetim sistemi olarak seçmişiz, öyleyse onu adam gibi, dürüstçe uygulamalıyız. Bugün Türkiye’de uygulanan sistem, “demokrasi” adı altında bir aldatmacadan ibarettir. Yapılması gereken, sistemi “siyaset ağalarının/baronlarının” tasallutundan kurtarmak ve halka mâl etmektir.

“Siyaset ağaları”, siyâsî partilerin genel başkanlarıdır. Bu genel başkanlar, yüksek karakterli, bilgili, çaplı insanları hiç sevmezler, onları yanlarında istemezler, es kaza böyle kişileri kendilerinin yakınlarında gördüklerinde onları hemen tasfiye ederler. Onlar tamamen kendilerine biat edecek, şahsî menfaatinden başka bir şey düşünmeyen çapsız insanları etraflarına toplarlar. Kapasiteli insanlara ihtiyaç duyduklarında, kendi ekiplerinde olmadığı için böyle insanları dışarılardan, başka diyarlardan aramaya çıkarlar.

Bunu önlemenin imkânı yoktur, çünkü bu liderler nefislerinin elinde köle olmuşlardır. Ancak kendini aşıp İslâm’ın değerleriyle müzeyyen olabilen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan gibi kimselerin hasbelkader lider olması istisna teşkil ediyor.

“Bir kimse yalan söylüyorsa, onda başka kusur aranmaz” derler. Bunlar onu da aştılar. Hayâ, edep, utanma bakımından hiçbir şey bırakmadılar, dümdüz ettiler…

Evveli var, âhiri var

Muhalefetin aday olarak adı geçenlerine bakınca insanın içi kararıyor. En başta adı geçen, Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Toplumun önünde olan her türlü insan, özellikle de siyasetçiler, ahlâk ve karakter yönünden örnek olmak durumundadırlar. Onlardan sadır olan davranışlar kitleleri olumlu yahut olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yönden Kılıçdaroğlu’na baktığımızda nakiselerin en ağırı olan “yalan”ı siyasetinin adeta temeli yapmış olduğunu görüyoruz. “En ağırı” diyorum, çünkü “Bir insan yalan söylüyorsa, onda başka kusur aranmaz” denilir. Kemal Bey’in yalan ve iftiracılığı mahkemelerce defalarca karara bağlanmış, tescil edilmiştir.

Ülkeyi yönetme iddiasıyla ortaya atılan bu muhteremin meslekî kariyeri de buna paralel durumdadır. Bu konuda onun Genel Müdürlüğü zamanında SSK hastanelerinin perişan durumları sık sık ortaya konulmaktadır ama mesele sadece hastaneler değildi. Kemal Bey’in Genel Müdürlüğünde SSK, hiçbir hizmetin çıkmadığı bir gayya kuyusu idi. Bununla ilgili bir hatıramı burada kısaca paylaşmak istiyorum.

Onun Genel Müdür olduğu doksanlı yılların birinde kuruma bir işim düşmüştü. Emekli Sandığı’ndan emekli olmak istiyordum fakat geçmiş yıllara dair SSK’ya tâbi hizmetlerim vardı ve bunlara dair bir yazı almak gerekiyordu. Kuruma gittim. Aman Allah’ım! İçeriye girmek ne mümkün! Dışarıya bir kulübe kurmuşlar, içinde bir memur oturuyor, yüzlerce kişi kulübeye hücum ediyor. Adamınsa kimsenin işini hâllettiği yok. Zaten buna imkân da yok. Geleni azarlıyor, “Bir hafta sonra gel” falan diyor.

Bir mücadeleyle ben de memura ulaşmayı başardım ve derdimi söyledim. Adam hiç düşünmeden olumsuz bir cevap verdi. Bu işi hâlletmeliydim; ısrar ettim, fayda vermedi. Ne yapmalıydım? Makamın kullandığı ana giriş kapısından girdim. Ferah, temiz, sessiz bir mekân. Halı ile kaplı geniş bir merdiven var. Merdivenden çıktım. Niyetim, Genel Müdür ile görüşmekti. Sol tarafta geniş, sessiz, tertemiz, uzun bir koridor vardı. Ama ortalıkta bir şey soracak kimsecikler yoktu. Buranın dışarısıyla hiçbir müşterek tarafı yoktu; sanki burası başka bir ülke idi.

Genel Müdürlük makamının o koridorda olduğu zannıyla yürüdüm. Fakat Genel Müdürlük görünmüyordu. Sıra sıra kapıların her birinin üzerinde “Genel Müdür Yardımcısı” yazıyordu. Birisine daldım hemen. Sakin sakin oturan nazik bir sekreter hanımla karşılaştım. Kendisine benim de eski bir genel müdür olduğumu, patronuyla görüşmek istediğimi söyledim. Adam beni hemen buyur etti saygılı bir şekilde, hatta ikramda bulundu. Bir yahut iki telefondan sonra birkaç dakika içinde benim otuz sene önceki iki yıllık sigortalı hizmetimin dosyasının Kayseri Bölge Müdürlüğünün deposunda olduğunu söyledi. Ben söz konusu belgeyi almak için Kayseri’ye gitmek zorunda kalacağımı sanıyordum, Allah razı olsun, adamcağız, “Hayır Sayın Genel Müdürüm, siz bulunduğunuz mekânın adresini veriniz, ben bir iki saat içinde belgeyi size ulaştırırım, siz buraya kadar tekrar zahmet etmeyiniz” dedi. Öyle yaptık ve dediği gibi oldu, belge ayağıma geldi.

Ben işimi görmüştüm ama dışarıdaki yüzlerce insanın günahı neydi?

Kemal Kılıçdaroğlu, doksanlı yıllarda her yeni iktidar tarafından -yanılmıyorsam üç defa- görevden alındı, her defasında CHP’nin ön bahçesi olan Danıştay tarafından bir hafta gibi kısa bir süre içinde görevine iade edildi. O Danıştay ki, Kılıçdaroğlu’dan yirmi yıla yakın bir zaman önce, benim Çukobirlik Genel Müdürlüğünden alınmamın iptali için açtığım dâvâya kırk beş yıldır hâlâ cevap bile vermedi.

Yukarıdaki satırlarda kadim kültürümüzde var olan “Bir kimse yalan söylüyorsa, onda başka kusur aranmaz” şeklinde bir söz paylaşmıştım. Bunlar onu da aştılar. Hayâ, edep, utanma bakımından hiçbir şey bırakmadılar, dümdüz ettiler. Akşener’le İmamoğlu’nun sarılıp kucaklaşması, adeta yekvücut olup neredeyse yanak yanağa gelir gibi olan hâlleri nedir öyle? Neymiş, abla-kardeşmişler! Bu milletin kültüründe “hayâ, edep” diye bir şey var. Yûnus der ki, “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep./ Dediler: ‘İlim geride; illâ edep, illâ edep!’”. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî de, “Güzeli güzel yapan edeptir,/ Edep ise güzeli sevmeye sebeptir” demiştir.

Bunlar bu milletten, bu milletin dininden, kültüründen hiç mi bir şey kapmamışlar? Hadîs-i şerifte, “Hayâ imandandır” buyuruluyor. İmanını güçlendirmek için Anıtkabir’e giden, mikrofon başında -af buyurun- porno edebiyatı yapan kadından, Papaz Makaryos’tan, Rum’un Pontus’undan ilham alan adamdan hangi hayâyı, hangi edebi bekleyebiliriz?


Edep ile hayâdan bîhaber

Altılı Masa’nın “Don Kişotları” Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu’na ne demeli?

Bir misâl daha: Süleyman Demirel ile merhum Turgut Özal’ın aynı emsal, abi-kardeş misâli uzun yıllar beraberlikleri olmuş, Özal, Demirel’in Başbakanlığında müsteşarlık yapmış idi. Yıllar sonra bir gün Özal TBMM’de Başbakan olarak konuşma yaparken, Süleyman Demirel muhalefet lideri olarak oturduğu yerden Turgut Bey’e pek hoş olmayan üsluplarla laf atıyor, muhalefet ediyordu. Turgut Bey uzun süre Demirel’e cevap vermedi fakat Demirel ölçüyü kaçırır gibi olunca Turgut Bey durdu ve “Tabiî ben Sayın Demirel’e öyle gelişigüzel cevap veremem, saygılı olmak zorundayım” dedikten sonra konuyla ilgili makul cevabını edeplice verdi. Aslında Özal’ın Demirel’e hiçbir borcu yoktu. Hatta Demirel onu müsteşarlığa ikna edebilmek için, onun, Başbakanlık Müsteşarlığının yanında Devlet Plânlama Teşkilatı Müsteşarlığı talebini de kabul etmek zorunda kalmıştı.

Ali Babacan, 15 yıl boyunca Recep Tayyip Erdoğan’ın hükûmetlerinde bakan olarak onun önünde acaba kaç yüz yahut kaç bin defa “Sayın Başbakanım, emredersiniz!” dedi, kaç yüz defa saygılarını sundu. Tabiî olması gerekeni yaptı. İyi yaptı. Erdoğan onun hem amiri, hem de yaşça büyüğü idi. 

Ahmet Davutoğlu’nun durumu da pek farklı değildir. Önce diplomat, daha sonra Dışişleri Bakanı ve nihayet Başbakan olarak Erdoğan’ın maiyetinde yıllarca görev yaptı. Her ikisinin de Erdoğan’la aralarında yılların hukuku varken (bunların muhalefet etmelerine hiçbir sözümüz olamaz, haklarıdır, fakat), bu eski büyüklerine karşı hitap tarzları öyle mi olmalıydı? “Sayın Erdoğan şöyle, Sayın Erdoğan böyle”… Vır vır vır… Biraz edep, biraz hayâ kırıntısı yok mu sizde yahu?

Beni üzen ve burada esas dile getirmek istediğim husus, beri taraftaki siyasetçi, yazar, çizer ve sair insanların bunları siyaseten eleştirirken onların bu ahlâkî düşüklüklerine hiç temas etmemeleri, bunları normal şeylermiş gibi karşılamalarıdır. Meselâ Akşener-İmamoğlu kucaklaşması sadece siyâsî bakımdan eleştirilmiş, fakat ahlâkî yönden hiç ayıplanmamıştır. Diğerleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Altılı Masa’nın siyâsî eleştirisine girmek istemiyorum, ancak şu kadarını söylemekten kendimi alamıyorum: Bir kuyuya düştüler, bir türlü çıkamıyorlar. Yedi saat süren bir toplantı yapıp ortaya hiçbir şey koyamamak ne demek?

Onlara merhum Mehmet Akif Bey’den mülhem bir öğütle seslenmek istiyorum: “Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren/ Bırak kardeşim tahsili, git önce edep, hayâ öğren!”