“ÇOCUKTUM, ufacıktım./ Top
oynadım, acıktım./ Buldum yerde bir erik,/ Kaptı bir alageyik./ Kaçtı hemen
ormana./ Bindim bir akdoğana./ Doğan beni kaçırdı,/ Kafdağı’ndan aşırdı./ Attı
beni bir göle,/ Gölden çıktım bir çöle./ Çok yorulmuştum, lâkin/ En sonunda
geyiğin/ Buldum çölde izini./ Koştum tuttum dizini./ Geyik beni görünce,/ Düştü
büyük sevince./ Dedi ‘Dinlenme, durma,/ Denizi aş, dağı yar,/ Altın köşke çabuk
var!/ Orda bekler ezelî/ Seni dünya güzeli…”
Çocukluk
günlerimden aklımda kalan bu tekerlemeyi anneannem söylerdi. Masallar,
tekerlemeler, dedemin askerlik anıları… 6 yıl süren askerliği sırasında
Rusya’da esir düştüğü için kolunda tüfek ve ay yıldızlı dövmesi olan dedem… İlkokula
başladığım yıllar...
Her
Eylül, beni çocukluğuma, ilkokul yıllarıma götürür. Siyah önlüğüm, kolalı
bembeyaz yakam ve kurdelelerimi hatırlarım. Ne kadar mutlu, ne kadar tasasız
günlerdi o günler! Yokluk vardı o zamanlar. Öyle her istediğimize sahip
olamazdık. Birçok şeyden mahrumduk ama mutluyduk. En ufak şeylerden büyük
mutluluklar yakalamayı çok iyi bilirdik.
Ankara
Etimesgut’ta, Atatürk Orman Çiftliği’ne ait kerpiç, iki odalı bir evde
oturuyorduk. Kocaman bir tarlanın kenarındaydı evimiz ve bir derenin
kıyısındaydı. O yüzden “Çayboyu” denirdi mahallemize. Bol yeşillikli kavak ve
söğüt ağaçları arasındaki o küçücük evde ne mutlu günler yaşamışız meğer!
6
yaşıma geldiğimde yaşıtlarımdan büyük göründüğüm için rahmetli babacığım
mahkeme kararı ile yaşımı bir yaş büyüttürmüş, ilkokula kaydımı öyle
yaptırmıştı. Yaşım normalde arkadaşlarımdan küçük olduğu hâlde onlardan büyük
görünüyordum. İlk gün sınıfa girdiğimde ağırlığım hissedilmiş, arkadaşlarım
biraz çekinerek yaklaşmışlardı bana. Her yıl yenileme imkânı olmayacağı için,
annemin biraz büyükçe diktiği kara önlüğüme garip garip bakmışlardı. Öyle her
yıl yeni önlük giyme lüksümüz yoktu çünkü.
Kocaman
tahta çantalarımız vardı. Ve içinde sadece bir alfabe, bir defter, bir silgi,
bir de kırmızı ve kara kalemlerimiz vardı. Çantamız boş ve hafifti. Oysa şimdi
çocukların daha birinci sınıfta bir yığın kitap, defter ve envai çeşit malzeme
taşımaktan yorgun düştükleri o kadar belli ki...
Okulum,
evimize çok uzakta olan çok eski bir binadaydı. Aynı zamanda konuşma ve duyma
engelli çocukların yatılı kaldığı bir okuldu. Adı da “Sağır Dilsizler Okulu”
idi. Teneffüslerde birlikte oynardık bahçede. İlk öğretmenim, soy ismini
hatırlayamadığım “Adalet” isimli, yaşlı, ufak tefek bir hanımdı. Sinirliliği ve
titizliği ile anılıyordu. Çok korkardık kendisinden. Birinci sınıfı
bitirdiğimiz yıl emekli olmuştu. Hem uzak, hem yokuş olan okul yolunu yürüyerek
giderdik. Şimdilerde iki adım ötedeki okullarına servislerle giden çocuklara
üzülürüm hep.
Hoplaya
zıplaya, gülüşerek, şakalaşarak nasıl geçtiğini anlamazdık o uzak ve yokuş
yolun. Şimdilerde okula gitmekten mutlu olmayanlar çoğunlukta. Biraz
araştırmacı ruha sahip olduğum için soruyorum zaman zaman, “Okul açılıyor,
sevinçli misin?” diye, kaşlar çatılıyor, suratlar asılıyor. Oysa bizler okulun
hep devam etmesini isterdik. Yazın çabuk geçip Eylül’ün gelmesini ve okulun açılmasını
dört gözle beklerdik. Tatile gitmeyi bilmezdik. Köyü olanlar tarla bahçe
çalışmak için köylerine gider, biz evde kalırdık. Şimdi tatile gitmezlerse
kıyamet kopuyor âdeta. Parası, imkânı olamayanlar bile borç harç tatil ayarlamaya
yıl ortasında başlıyorlar. Deniz-kum-güneş üçlüsü olmadan olmazmış gibi… Her
neyse… Böylece bir yılı tamamlamıştık…
İkinci
sınıfa, evimize daha yakın olan yeni okulumuzda başlamıştık. Bu sefer dünya
tatlısı bir öğretmenimiz vardı ve onun da adı “Adalet” (Cinemre) idi. Tatlı
dilli, sevecen biriydi. Çok seviyorduk öğretmenimizi. Ama bir yıl sürdü
beraberliğimiz. O zaman nahiye olan Etimesgut’un nüfusu artınca okullara
böldüler bizleri. Evimiz Şeker Fabrikası’na yakın olduğu için, Şeker İlkokulu’na
nakil olduk birkaç arkadaş olarak. Öğretmenimiz ve bazı arkadaşlarımızdan
ayrılmaktan ötürü çok üzgün şekilde mecburen 3, 4 ve 5. sınıflara orada devam
ettik.
Şeker
İlkokulu’ndaki ilk gün, sınıf öğretmenimin aynı zamanda komşumuz olan Şermin
(Birol) Abla olduğunu öğrendiğimde her şeyi unutmuştum. Mahallede “Şermin Abla”
dediğim, çok sevdiğim insan, artık okulda “öğretmenim”di.
Artık
sabahçı-öğleci değil, tam gündü okulumuz. Sabah 4, öğleden sonra 2 ders
görüyorduk. Etimesgut Askerî Havaalanı, Zırhlı Birlikler ve Hava Hastanesi lojmanlarından
gelen öğrenciler için öğle yemekleri Askeriye’den gelir, durumları iyi olmayan
öğrenciler de onlarla yerdi. Ben de onlarla yiyenlerdendim. İyi ayıklanmadığı
için içinde bolca kuşyemi olan pirinç pilavı ve üzüm hoşafı mutlaka her gün
olurdu. Çoğunlukla kuru fasulye, yeşil mercimek, kapuska, arada da bir değişik
yemek gelirdi. Hele ekmeklerinin tadını hiç unutamam! Yemekten sonra o güzelim
bahçede oynamak bir ayrıcalıktı.
Şimdi
diyeceksiniz ki, “Bunları anlatmanın ne lüzumu var?”. Tam da şunun için:
Şimdiki çocukların her imkâna sahip oldukları hâlde neden bu kadar mutsuz ve
doyumsuz olduklarını anlayamadığım için anlattım bunları. Gerçekten çok zor
günler geçirdiğimiz dönemler olduğu hâlde nasıl o kadar mutlu yaşayabildiğimizi
çözemediğim için…
İnsan
ilişkileri çıkarsız, aile bağları kuvvetli olduğu içindi sanırım bunun kaynağı.
Bu devirde bunları bulabilmek zor! Her şey maddiyat olmuş, çıkar ilişkileri öne
çıkmış. Lüks ve marka yarışından yorulmuş insanlar nasıl mutlu olsunlar ki?
Genellikle anneler çalışıyor. Soğuk kış günlerinde eve gelen çocuk, bizim gibi
buram buram bir mercimek çorbasının kokusunu, çıtır çıtır yanan sobanın
üzerinde kaynayan suyun sesini, sobanın fırınından gelen patates, börek veya
ekmeğin kokusunu alabilmekten ne kadar uzak! Annenin evde oluşu, akşam babanın
gelişiyle hep beraber sofraya oturmanın keyfi, sonra akşamları komşu gezmeleri,
tombala, yüzük, pişti oynamalar, büyükanne ve büyükbabaların anlattığı masallar,
tekerlemeler, bilmeceler o kadar doyuruyordu ki ruhumuzu, mutsuz olmak imkânsızdı.
Televizyon
yoktu. Bilgisayar, cep telefonu, hatta ev telefonu bile yoktu. Her evde radyo
bile yoktu. Bizim radyomuzdan her akşam “Haber Ajansı” dinlemeye gelen komşumuz
Tahsin Amcamızın getirdiği horoz şekerleri aklımda…
Şanslı çocuklarmışız vesselâm...