MEKÂNSIZKEN, zamansızken, bir
“Ol!” emriyle feleğin çarkı dönmeye başlamış. Gel zaman git zaman, suyla
toprağın hava ve ateşle yoğrulduğu bir teknede şekli şemali görünmüş Dünya’nın.
Zamanla denizlenmiş dağlanmış, bahçelenmiş bağlanmış, gök kubbe kapanmış ve her
yer havalanmış. Öyle bir anmış ki o, varoluşun başlangıcıyla zamansızlığa bir
duvar örülmüş. Göklere gerilmiş bir ok gibi zaman, yaydan çıkarak yol almaya
başlamış.
Kıyamete
çarparak duracak ve başladığı an içinde eriyip kaybolacak, mekân ve zaman
tasarlanmış; hem de hiç yokken. Nice bin yıllar ufalansa bir “an” kalır geriye,
tıpkı maddeyi ufalayınca atomun kaldığı gibi. Atom altı parçacıklar nasıl
evrenin hamuru olduysa, zamanın da hamuru vardır, öyle değil mi? Zamansızlık
sınırında kalan bir mucize bu. Bütün sırrı içinde saklı tutan bir çekirdek
gibi... Atomun kendi içindeki dönüşünde zaman gizli. Hareketin, fırtınanın,
değişimin ve geri dönülmezliğin adı o.
“Asra
yemin olsun ki, insanoğlu hüsrandadır”… İşte beni yerle bir edip sarsan,
yoğurup, şekillendirip pişiren, bazen de yakıp kavuran o âyet! Ama kalbimin
içini seyrettiğimde, “illâ-Allah”, aşk var orada. Ellerim günah işliyor ve
ayaklarım da. Hattâ dilim de eşlik ediyor. Ve de gözlerim… Ama tövbem ve
affedilme ümidim aşkıma denk. “Asr”, yemine değer bulunmuş, dikkate değer
görülmüş. Yaklaştıkça yaklaşıyor yaklaşan o gün. O gün ki, bugünümü süsleyen ve
vazgeçemediğim her şeyden vazgeçeceğim bir gün. Kıyamadığım yavrularımı, ana
babamı, kardeşlerimi, malımı mülkümü ve her türlü zevki elimin tersiyle iteceğim
gün… İşte o günün sahibi var! Yokluğu varlığa çeviren, zamanın ve mekânın
gerçek sahibi var.
Öyle
bir zaman gelecek ki, dünya çok gerilerde kalmış olacak. Kıyamet kopmuş, mizan
kurulmuş olacak. Ama öyle bir zaman var ki, dilediğim sonsuzluğa erdiğim,
nerede ve nasıl yaşayacağıma karar verdiğim, alın terim göz nurum, sabrım
tevekkülüm, şükrüm boyun eğişim, cesaretim şahlanışım, imanım ve attığım her
adım, aldığım her nefes, ağzımdan çıkan her kelime, gözümü çevirdiğim her yön, kalbimden
geçen ve aklımda sıraladığım her şey ama her şeyin çok değerli olduğu bir
zaman... Bir daha ele geçmeyecek bir zaman diliminin yani “an”ın içindeyim.
Dünyayı
değerli yapan, sapsarı altınları değil, eşsiz günbatımı ve dilber güzelleri
değil, heybetli dağları, masmavi gökyüzü ve parlak yıldızları değil. Yemyeşil
vadileri ve ormanları hiç değil. Mangalın üstünde nar gibi kızaran et değil,
şöhret değil, evlât değil, uyku değil, tatil değil. Dünya sırat köprüsü, dünya
iki kapılı han… Dünya karar alma yeri, çalışıp didinme yeri, şükür yeri, sabır
yeri, aldanma yeri, oyun ve eğlence yeri. Bir göz açıp kapayana kadar geçen
zamanı değerlendirme yeri. “Gelecek” denince aklıma yaşlılığım bile gelmiyor,
gelecek olan, o gün! O tek bir çığlık! O apansız gelecek bir gün! “Gelecek”
denince aklıma yıllar sonrası gelmiyor. Sadece mahşerde sağdan ve önden
uzatılacak bir defterle, yüzü ak, gönlü şen olanlardan olabilme arzusu var
içimde. Her geçen günle beraber çoğalan günahlarım ve yine de rahmetini umduğum
O Yüce Varlık... Varlığında yok olmak istediğim, özlediğim O Varlık…
Ne
zamana kadar böyle hırsımı paraya pula kaptırıp yine de beş parasız gireceğim
toprağa? Ne zaman aklım bir karış havada değil de başımda olacak? Takvimler,
saatler, söylesenize, ne zaman ilk tercihim Allah rızâsı olacak? Ne zaman
namaz, gönlümde başköşeye oturacak?
Ne
zaman başım dara düşse sayıklıyorum adını. Ama mutluluk kapımı çaldığında
sadece ben varım kapının ardında. Hani üç kişi fısıldaşınca dördüncüsü O değil
miydi, şah damarımdan öte bir yer daha var mı? O tâ içimdeyken, içimde aramak
ve bulmak yerine, gözüm hâlâ başka yerlerde. Ah işte! Ben insanoğluyum,
kıskanıldım Âdem’den beri. Günah işleyebilecekken sevabı tercih etmem beni
değerli kıldı. Belki de sır olan toprağın kendisidir ve ona üflenen ruh.
Zaman
zaman kaderin zümrüt kalemini hatırlasa insan ve onu yazan melekleri… Yüzüne
baksa aynada, gözleriyle hâlleşse… Bir gün mühürlenecek olan ağzına baksa,
yaptıklarını anlatacak olan ellerine ve şâhitlik edecek olan ayaklarına…
Zamanla koruk erecek, tatlanacak ve pekmez helva olacak. Zaman her şeyin tefsiri olacak, mazlumların ahı aheste çıkacak, inanmayan kalpler Mûsâ’nın Rabbine inanacak.
O
her şeyi hâlleder
Zamanlı
zamansız düşer aklıma âhiret. En dünyaya daldığım anda bir salâ okunur, bir
mezar kazılır. Sanki hevesimi gömmek için… Bir Fatihâ okur, hayata devam ederim
“Daha zamanı vardır” diyerek.
Zamanı
geçti çocukluğumun, anne sütünden kesileli çok oldu. Ama sadece hasret
dengelemez ki yüreği, gelecek günleri de
bekler insan.
Hamuru
mayala, zamana bırak; tohumu ek, zamana bırak; iyilik yap, zamana bırak; aşk
acısını zamana bırak; yemeği ocağa koy, zamana bırak; çayı demle, zamana bırak…
O her şeyi hâlleder.
Vakitlice
kalkarmış büyükler, ineği samanlar, tavuğu yemler, namazı kılar, şafak sökmeden
düşerlermiş yollara. Vakitlice dönerlermiş gün batmadan, çoluk çocuk bir arada
otururlarmış sofraya. Vakitlice yatsıyı kılıp dalarlarmış uykuya. Dar zaman
derlermiş ikindiyle akşam arasına. Evet, zaman çok dar aslında!
“Deme
şu niçin şöyle/ Yerincedir ol öyle/ Bak, sonunu seyreyle” derken mükemmel
zamanlamayı hatırlatıyor şair bana. Her şey vaktine ve kaderine tutsakken, her
kader bir kitapta, ezelde yazılmışken, her şey tam da zamanında oluyor demek ki.
“Eceli ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler” diyen zamanın Yaratıcısının
kendi cümlesi bu.
En
doğru zamanı kollar âşık, sevdiğinin geçeceği köşede bekler; belki bakışları
rast gelir, belki içindeki yangını görür diye. En doğru zamanı bekler ağaç
çiçek açıp meyve vermek için. En doğru zamanı arar bebek sütten kesilmek,
yürümek ve dillenmek için. Zamanın hiçbir ilmeği yanlış atılmamış, tam da
dokunması gerektiği gibi dokunup çıkarılacak kıyamet tezgâhından ve yepyeni
ipler gerilecek sonsuzluk tezgâhına…
Haris,
lânetlenmesine rağmen zaman istemedi mi canı yana yana? Allah’ın yüceliğini mi
unuttu sanıyor herkes. O sadece tek sevilen olmak istedi. Bize bunca zamandır
gönül çeldirmesi bu yüzden. Gönlümüzü dünyaya kaptırmamız için olanca gücüyle
fısıldıyor. Duyuyoruz, dinliyoruz, takılıp gidiyoruz peşi sıra. Ama şeytanın
sevgi beklediği O Sevgili var ya, bize merhamet nazarıyla diyor ki, “Onun
adımlarını takip etmeyin! O size apaçık düşmandır”.
“Zamandan
tasarruf ettim” derken, neydi yaptığım? Az zamanın içine çok şey mi sığdırdım?
Yürüyerek gitmedim arabam varken, bir tuşa dokunup pazarı, marketi, mağazayı
evime getirdim. Tezgâhlarda fiyat sormak varken, kabinde kıyafet denemek
varken, raflardan seçtiğimi sepete koymak varken; bir tuşla zamanı satın aldım
ve evet, arttı da gerçekten. Peki, artan zamanımda ne yaptım? Nafile namaz mı
kıldım, çocuğumu bağrıma basıp eşimle sohbet mi ettim, fidan mı diktim,
komşumun kapısını çalıp bir kâse çorba uzatıp hatır mı sordum, bir sayfa Kur’ân
mı okudum?
Keşke
yürüseydim, belki bir karınca yuvasına rastlar, belki sonbahar yapraklarına
takılırdı da ayaklarım, çıtırtısını duyardım. Belki bir yoksul çocuğa
ayakkabımı boyatırdım. Belki bir serçe konardı yanı başıma, bir bankta
otururdum. Belki çok şey düşünürdüm. Biraz üşürdüm de, hattâ acıkıp pazardan
bir şeyler alırdım; elleri buz gibi olmuş satıcıya cebimden çıkardığım bozuk
paraları uzatıp evimin yolunu tutardım. Hiç es geçmezdim hayatımı, her şeyin
tadını alarak usul usul çiğnerdim lokmalarımı.
Evvel
zaman içinde ejderhalar, prensesler, cadılar yaşarmış. Kafdağı’nın ardında
devler ülkesi ve Anka’nın zümrüt kanatları varmış. Hayâlden bir ülkenin izleri
kelimeler. Masal anlatsam kim dinler şimdi, kim gider o hayâl ülkesine? Hangi
çocuk başını kaldırır tabletten, telefondan ve sanal oyunlardan? Bu bilişim
çağı, bu teknoloji çağı, bu dijital çağ ama dünya dişlenmiş ve buruşmuş bir
elma gibi… Havalı bir çağın içinde neden havasız kaldık, neden susuz kaldık,
neden topraklar beton? Bizi hızla terk eden ne; iman mı, insanlık mı?
“Dehr”
ne kadar eski! İnsanın adı anılır bir şey değilken üzerinden ne çok zaman
geçti. Ete kemiğe bürünüp de denenecek hâle geldi. Ya asice, ya mutice gideceği
bir yola koyuldu. Bu düz ve zahmetsiz bir yol değil. Bu güllük gülistanlık bir
ömür değil. Elbette kan ter içinde yokuşlar çıkılacak. Kim dehrin mukaddes göz
bebeği ise, sonsuz yarınlar için bugününü feda edecek. Bugün, durup dinlenme
günü değil, keyif çatma günü değil! Zaman, ecir zamanı değil. Çok değil, az
kaldı o güne!
Ümit
ve korku arasında sa’ye başlamanın, kıyam ve secde arasında şeytan taşlamanın
zamanı bugün!