YASALARLA hayat arasında yanlış
bir bağlantı kurduk, bunu kendimize itiraf etmeliyiz.
Hukuktan
anladığımızı anayasa, kanunlar, tüzükler ve maddeleri olarak sıralayınca,
hayatı da bir sıraya hapsetme isteğine gark olduk.
Önce
karar verelim, komünist mi olacağız, liberal mi? Yoksa bu ikisini de kafamızdan
silip kendi bağımsız yolumuzda mı ilerleyeceğiz?
İşimize
gelişine göre yaşamayı arzuluyorsak, vallahi bu yaşamak değil, sadece
fırıldaklık!
İşimize
gelince “Nerede bu devlet?”, işimize
gelince “Benim vergilerimle yapılıyor her
şey” diyorsak, kusura bakılmasın ama aslında ne olduğumuzu unutuyor, ardını
burada anmaktan korktuğum başka bir mecranın eşiğine adım atıyoruz…
***
“Anayasa”
isimli kavramın binyılların sözlüklerine aykırı anlamlarla doldurulduğu süreci
yaşıyoruz.
Tabiî
ortada bir ana varsa, âdeta onun yavruları gibi emzirilen bebeleri olarak
yasaları da büyütüyoruz. Evet evet, yasaları gözümüzde, zihnimizde,
yaşantımızda biraz fazla büyütüyoruz!
Hayatı
yasalar, sözleşmeler, kurallar ve maddeler belirleyince, boşlukları arasında
menfaatimiz eksenindeki yönlendirmeler ile zararımızı aza, hattâ kâra
dönüştüren aralıklarla ilgileniyoruz. “Ne de olsa” diyoruz, “Bu benim hakkım!”…
E
tabiî bizim haklarımızı koruduğu müddetçe hukuku önemsiyoruz. Haklarımızı
korudukça hukuk üstün oluyor bu yüzden, adalet değil! Zira adalet, hukuk
karşısında soyut, dolayısıyla muallâkta kalan, edebiyat soslu bir kelime, o
kadar!
Ailemizi
yasalarla korutmaya çalışıyoruz meselâ. Yanlış yazmadım, “korumaya” değil,
doğrudan “korutmaya” çalışıyoruz zira. Birileri diyorlar ki, “Falanca sözleşme var olduğu müddetçe
falanca konu bizim için tehlike!”. Tuhaf bir psikoloji ve bu psikolojinin
doğurduğu tuhaf bir edebiyat!
Aileyi
yasa korumaz!
Çocuğunuzun
cinsel tercih yönelimi gibi bir düşünceye kapılmasına yasa veya sözleşme
alan açmaz!
Devletin
dinsiz tanımlanması sizi dinsiz yapmaz!
“Ben çocukken
dinime çok bağlıydım, bir gün camiden kovdular, her şeye küstüm; günahı vebâli
o kimselerin boynuna!” der kimileri. Tuhaftır, bunu söyleyeni sorgulamak
yerine kovanların peşine düşeriz. Kimse demez: “O kovulma, senin işine gelmiş!”
Çocukken
camiden kovulmama, sûreyi yanlış okuyup sopa yememe, hattâ arkadaşlarımla
abdest aldığım sırada çok alçakça bir hakaretle karşılaşmama rağmen dinime
küsmedim. Zira küsmek, hiçbir zaman işime gelmedi!
Çünkü
küsmek kolay!
Çünkü
işine geldiği gibi yaşamak kolay!
Çünkü
“Nerede bu devlet?” demek kolay!
Çünkü
“Benim vergilerimle yapılıyor her şey” demek kolay!
Ama
Müslümanca yaşamak zor…
Müslümanın
anayasası bellidir.
Müslümanın
kanunu, tüzüğü bellidir.
Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret etmeyen kimseyi ne anayasa paklar, ne kanun, ne
de uluslararası sözleşme maddeleri!
Size
bir şey diyeyim mi?
15
Temmuz 2016 günü bu gözler devletimize, vatanımıza kastetmeye çalışanların
tepelendiğini gördü, 24 Temmuz 2020 günü bu kulaklar Ayasofya’nın dört
minaresinden de okunan ezanları duydu ya, “Falanca
sözleşmeyi kaldırmalı”, “Filanca kadroları temizlemeli”, “Haklarımızı
alamıyoruz, bu duruma bir el atılmalı” gibi “malayani”, evet, hem de son
derece “malayani” sözlerden artık hayâ etmelidir.
Zira
bundan böyle her gün 15 Temmuz, her karar Ayasofya’dır!