Bir varmış, bir yokmuş

“Su, ateş ve ahlâk, dostluk kurmuşlar. Birlikte gezinirlerken, içlerinden biri kaybolursa nasıl bulabileceklerini merak etmişler. Ateş, suya sormuş: ‘Kaybolursan seni nasıl bulacağız?’ Su, kendinden emin cevap vermiş: ‘Nerede bir şırıltı duyarsanız, ben oradayım.’ Bu cevabın üzerine su, ateşe sormuş: ‘Seni yitirirsek ne yapalım?’ Ateş, sudan daha emin bir ses tonuyla, ‘Bir duman gördüğünüz yerde mutlaka ben varım’ demiş…”

ESKİDEN masalcı ninelerimiz vardı. Kiminin anneannesi, kiminin babaannesi, kiminin de komşu masalcı ninesi, teyzesi olurdu. Dizinin dibine oturur, pürdikkat çocuk aklıyla onları dinlerdik. Ve biz, o masallara inanırdık gerçek olmayacağını bilsek de. Hoşumuza giderdi. Devler, cüceler, canavarlar, ejderhalar, Kafdağı’na çıkmak isteyen kahramanlar, dağlar, ovalar, nehirler aşan yiğitler, prensler, prensesler, inler, cinler, periler bu masalların kahramanlarıydı. Bu masallarda her canlı konuşurdu. Çiçek, böcek, at, tilki, çakal, aslan, deve, taş, çakıl, deniz, dağ dile gelirdi.

Çocukluğumda dinlediğim, okuduğum masallara hayran olduğumu hatırlarım. Hep kahramanların yerine kendimi koyar, masalın içine girerdim. Ağlardım, gülerdim, korkardım. Rahmetli anneannemin (Allah onu cennet bahçelerinde ağırlasın) çocukluğundan beri çok çileli hayatı olmuş, onun hayatı da ayrı bir masal. Masaldan da öte, hani denilir ya, "Hayatımı yazsam roman olur", işte öyle bir hikâyeydi ondan dinlediklerimiz! Acı dolu, hüzün dolu, meşakkatli, çileli; elbette torunları doğana kadar… Sonrası, geçmişi yâd ederek geçip gitti ömrü. Huzur içinde yaşamanın ne olduğunu anladı son nefesini verene kadar.

Ne yaşadıysa, tam bir Anadolu kadını gibi yaşadı. Başka masalların yanında kendi hayat hikâyesini de bir masal gibi anlatırdı erkek kardeşimle bana. Bıkmadan, usanmadan… Sonra diğer iki kız kardeşim de o masallara dâhil oldu. Hayat hikâyesinin etkisini hâlâ hatırladıkça -bu yaşımda da- hissederim.

Yan komşumuz olan bir dede vardı. Ondan da hikâye, masal, tekerleme dinlemeyi çok severdim. Okumayı öğrendiğimde, elime ne geçerse mutlaka okurdum. Komşu dedemizin evinde ilk önce “Leyla ile Mecnun” kitabıyla tanıştım; sonra “Ferhat ile Şirin”, “Aslı ile Kerem” hikâyeleri okudum. Sonra elime nereden geçtiğini bilmiyorum, daha ilkokul üçüncü sınıftayken “Kelile ile Dimne” kitabını okumuştum. Sonra “La Fountaine Masalları” kitabını okudum.

Büyüdükçe çocuk klasikleri, orta ve lise dönemi büyük klasikler derken, masal dinlemeyi bırakıp gerçek hayata adımımızı attık. Sanki iyi halt ettik(!). İyi mi oldu şimdi? “Masallarda kalsaydık keşke” diye şimdi düşünüyorum. Çünkü masalların sonları hep mutlu bitiyordu. Şu yalan dünya üzerinde yaşadığımız gerçek masalın sonunun nasıl geleceği muamma. Nasıl bir ironidir bu?

Kültürümüzde masalların, mesellerin, mânilerin, hikâyelerin, ağıtların yeri çok önemli olmuştur. Köy evlerinde, köy odalarında, sofalarda, hanlarda anlatılırdı masallar. “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlar, her anlatanın başına koyduğu tekerlemelerle devam ederdi.

Pire yağı doksan okka

“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken; ben bağda üzüm bekler, derde odun yükler iken; bir varmış, bir yokmuş… Masalın yalanı mı olurmuş? O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan. Bu da mı yalan? Derken, sabahleyin erken, keçiler koyunları tıraş ederken, tahtakurusu saz çalar, sıçan cirit atar iken, çıkmış bir koca karı ortaya. En sonunda açmış ağzını, yummuş gözünü. Bir lâf etmiş, bir laf etmiş, bakalım ne lâflar etmiş...”

“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lâle sümbül biçerek, soğuk sular içerek, ayla ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki ne göreyim? Gide gide bir arpa boyu gitmemiş miyim? Natal matal martaval, işte size duyulmadık bir masal!

Masal masal mat atar, iki tilki ot satar. Bindim deve boynuna, gittim Halep yoluna. Halep yolu gül pazar, içinde tilki gezer. Tilki beni korkuttu, kulağını burkuttu. Çık çıkalım çardağa, ok atalım ördeğe, ördek başını kaldırmış, velvelesini saldırmış. Velvelesi dizinde, gönlü vezir kızında. Vezir kızı bal kaynatır, içinde kaş oynatır. Bir varmış, bir yokmuş...”

“Bir varmış, bir yokmuş. Var varanın, söz sürenin, destursuz bağa girenin, habersiz bal yiyenin… Bir at aldım dur diye, bir tekme vurdu ‘Geri dur!’ diye. Paşa Camisi’nin minaresini belime soktum borudur diye. Kaplumbağayı havaya savurdum arıdır diye. Bir varmış, bir yokmuş...”

“Harda hurda, eşeği yedirdik kurda. Altmış tarla buğday yedim, karnım doymadı; denizi çorba ettim, gemiyi kepçe ettim, yedim, içtim, yüzüm gülmedi. Yediler yemiş, parayla biter her iş. Akdeniz'in martısı, Karadeniz haritası, zeytinyağının tortusu, hoştur pilavın yoğurtlusu. Akdeniz yağ olsa, Karadeniz bal olsa, karnımızın bir tarafını doldurmaz. Ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız.

Evimizin önünde bir ağaç vardı, kırk kişi tuttum, yondurdum. Kırk kişi tuttum, oydurdum. Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum. Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı. Karşıya baktım, dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, kolum gibi dolmalar, budum gibi sarmalar… Ye! Yemez misin? Hani de görmez misin? Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı. Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum. Dereden geçerken kurbağalar ‘Vırak vırak’ diyorlar. Neyse, orada yattık. Sabah oldu, baktım çizmeler yok. Oradan bunları aramaya gittim. İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım. Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar. Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi, çifti elime aldım, sürdüm ektim. Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğumda, ama adam yutuyor. ‘Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?’ derken, öteden bir çakal geldi. Orağı bu çakala attım. Orağın sapı, çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarıda.

Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti… Ekinin hepsi biçildi. ‘Bunu neyle toplarız, neyle toplarız?’ derken, öteden bir kasırga koptu, ekin topladı, harman etti. Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum. Altmış okka bir yanına vurdum, ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene. Değirmene yaklaşınca susadım. Oradaki pınara indim. Pınardan ağzım ile içtim, gözüm istedi, gözüm ile içtim, kulağım istedi. Kafamı kestim, pınarın içine attım. Oradan değirmene vardım. Değirmenci, ‘Ama onu şimdi çakal yer’ dedi. Oradan kalktım, geldim. Baktım ki çakal, kulağımın ucundan tutmuş. Çakala bir yumruk attım, yumruğum çakalın karnına girdi. İçini karıştırdım, kusur kusur ediyor. Çektim çıkardım, bir kâğıt… Okudum: ‘Bir yanı yalan, bir yanı dolan...’ Aşağıdan birden, ‘Tutun be, vurun be!’ diye bir patırdı koptu. ‘Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!’ dedim.

İki kalktım, bir hopladım. Seksen ayak merdiveni birden atladım. Baktım, beş yüz atlı asker… ‘Nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Silbasanoğlu Hasan'ı aramaya’ dediler. Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne'ye, Silbasanoğlu Hasan'ı tuttuk. Meğer o da bir pireymiş. Bindim pireye, vardım Tire'ye. Gel! Gelmez misin? Yol bilmez misin? Bu işlere sen gülmez misin? Tuttum pirenin irisini, çadır yaptım derisini. Altmış adam altında sığınmadık mı? Tuttum pirenin eşini, neler getirdi başıma! On sekiz bin mandaya çektirdim leşini. Tuttum pirenin ağını, çektim çıkardım yağını. Doksan okka tartmadık mı? Tuttum pirenin beyini, sırtına kurduk düğünü. Altmış batman bağırsak yağını gidip pazarda satmadık mı? Pireye vurdum palanı, altından çektim kolanı. Dinleyin ağalar benim koca yalanı! Pireye vurdum palanı, kırdı kaçtı kolanı. Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?”


“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Develer top oynarken eski hamam içinde… Yüzünde elli duvak… Adamdan azma, dişleri kazma… Tozu dumana kattı, bir fiske attım. Başladı feryada, koştular imdada. Kendini şaşırdım, Kafdağı’ndan aşırdım...

Metel metel mengi çatal, iki sıçan kıç atar. Bindim uzun boyuna, çıktım Halep yoluna. Halep yolu sarp pazar, içinde maymun gezer. Maymun beni korkuttu, kulağımı sarkıttı. Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günahmış...”

“Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın deli kulları pek çokmuş. Bizden daha delisi hiç yokmuş. Çok demesi pek günahmış. Azdan çoktan, hoppala hoptan… Sana bir mintan yaptırayım çerden çöpten. İlikleri karpuz kabuğundan, düğmeleri turptan... Zaman, o zaman idi. Bit bineğim, pire yedeğim idi. Darı topuzum, çavdar kalkanım idi. Bir tüfeğim var idi; ayran ile doldurur, şerbet ile ateşlerdim. Çıkardım dağlar başına. ‘Broy, broy!’ der, gezerdim. Yetmiş karga ayağa kalkardı ‘Ağa geliyor’ diye. Bre ağalar, bre beyler! Eliften beye çıktım, seyirttim, köye çıktım. Çobandan kaymak yedim, ağadan değnek yedim. Değneği kuşa verdim. Kuş bana kanat verdi. Çaldım kanadı yere, uçtum gittim göklere. Baktım bir has bahçe. İçinde sular akar. Oturmuş çeşme başına, iki güzel bana bakar. Büyüğüne selâm verdim, küçüğüne tutuldum...

Sofrasında mum olayım, bahçesinde gül olayım. Var varadan, sür süreden… Manisa'dan, Tire'den… Şimdiki hâl buradan… Soğan sarımsak ağacı, baklava başlar tacı. Kalaycı oldum, kalayladım kapları, hep kırıldı tavaların sapları. Müezzin olsan minareye çıkmalı, kayyum olsan kandilleri yakmalı, kadı olsan el hatırı yıkmalı. İşim başımdan aşkın! Gezerken şaşkın şaşkın, dediler ‘Abdal, bu gece burada kal! Alalım sana bir ahu hilâl’. Acele ile ettiler nikâh. Zülüfleri tel tel, kaşları siyah… ‘Ay ay’ der, ‘Vay vay’ der, kalkar. Böyle cadılar çok evler yıkar. Vardım çattım kılavuza: ‘Ne yaptın bana? Ne yaptım ki sana?’

Başımda külâh… Kurtardı Allah. Duman çökmüş karşıki dağın başına. İs bulaşmış bacıların eline. Başlayalım şu masalın başına!

Zaman, zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer top oynarken eski hamam içinde… Hamamcının tası yok, hamamın kubbesi yok. İçinde bir kadın gördüm, peştamalın ortası yok. Çarşıda bir tazı gezer, boynunda tasması yok. Tasmacıya dedim: ‘Bir tasma yapar mısın? Üç beş para kapar mısın?’ Tasmacı dedi: ‘Hay hay! Tasmayı da yaparım, parayı da kaparım.’

Masal masal maliki… Oğlu uşağı on iki… İki sıçan çatladı, damdan dama atladı. Biri boz, biri kara; bindim bozun boynuna. Çıktım Halep yoluna. Halep yolu ne gezer? İçinde çarşı pazar… Varalım görelim çarşıda. Kim alır? Kim satar?”

İşte böyle devam eder tekerlemeler! Bu masal da daha burada bitmez!

Hikâye ve kıssaya dair

Bunların birkaçını ben de duymamıştım. Yazarken o kadar eğlendim ki, umarım siz değerli okuyucularımız da benim eğlendiğim kadar eğlenirsiniz. Kendim gerilere giderken, sizi de çocukluğunuza götürmüşümdür diye düşünüyorum.

Burada masal anlatmadım, masallara giriş olan tekerlemelerden birkaç örneği paylaşmak istedim. Sanırım artık masal dinleme çağımız geçmiş, sizleri de masallarla oyalamayayım. Herkes kendi masalını, kendi hikâyesini yaşıyor zaten. Benim yaşımda ve benden büyük ağabeyi, ablası olanlar eminim bunları çok iyi hatırlarlar. Zamane çocukları ne yazık ki bunlardan mahrum kalmıştır. Ne anlatacak masalcı nine kaldı, ne de oturup onu sabırla dinleyecek çocuk. Şimdi bir tıkla internet üzerinden öyle masallar anlatılıyor ki… Akla hayâle gelmeyen teknolojik masallar…

Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan şair-yazar Talat Ülker'in Nisan 2012 tarihli "Aşk Tene Düşerse" isimli deneme kitabında, bizi eski zamanlara götüren hem mistik, hem tasavvufî, hem de öğüt veren kıssadan hisselerle dolu hikâyeler yer alır. Hepsinde bir mesel, bir öğüt, düşündüren, sorgulatan kıssadan hisseler vardır. Kitabın giriş bölümü olan “Mukaddime”de şunları anlatır bize:

“Kıssa, mesel, menkıbe ve hikâye, bizim medeniyetimizin anlatı (tahkiye) geleneğinin en kadim ve en hoş ürünleri; derin kavramları, aşkın1 değerleri, mistik algıları anlaşılır kılma çabasının en özel araçlarıdır. Hint medeniyetinin ‘Parçatanra’ öyküleri, bu anlatı geleneğinin öncüsü olarak bilinir. Bu küçük öyküleri, ‘Beydaba’ adlı bilginin anlatıları olan ‘Kelile ve Dimne’ izler. Bu geleneğin başlattığı ‘kıssadan hisse’ kurgulu öyküler, mutasavvıfların iltifatıyla İslâm mistik düşüncesinin en önemli anlatım yöntemleri arasına yerleşir.

‘Bostan ve Gülistan’ ile ‘Mesnevî’ bu geleneğin sanat abideleri olarak söz mülküne dikilince, Şark, kısa öykülerin coğrafyası oluvermiştir. Mevlâna'nın Mesnevî'ye ayrılıklardan şikâyet eden Ney'in hikâyesiyle başlaması, bizim geleneğimizin ‘derin ve girift’ olguları bir öykünün temsil kabiliyetiyle anlatma tercihinin yansıması olarak görülebilir.

Bütün anlatılar için bir genelleme yapılamasa bile, bizim geleneğimizde hikâye ve kıssalar, varlık aynasına düşen tecellileri ‘şerh etme’ gayretinin ürünleri sayılabilir. Her öyküde mesafelerin hüznü, gönlün ezikliği ve ayrılığın şikâyeti mevcuttur. Şikâyet, ‘ayrılıktandır’. Şikâyeti olanın, mutlaka anlatılacak bir öyküsü vardır. Her medeniyetin hayatı ve insanı yorumlama ve tanımlama tarzı, bir diğerinden farklıdır. Edebiyat bilimi farklı izahlar yapabilir ama bana öyle gelmemektedir ki, roman Batı'nın, hikâye bizim medeniyetimizin anlatısıdır.


Hikâye, bir sözü, bir haberi nakil ve rivayet eylemek, bir nesneye benzemek, bir kimseyi işinde yahut sözünde taklit etmek, bir kimseden bir söz nakletmek gibi anlamları taşır içinde. Destan, masal, efsane, kıssa, menkıbe, lâtife, fıkra, esatir, tarih, hurafe, siyer, maktel gibi yakın anlamlıları vardır kültürümüzde. Bizim medeniyetimizde hikâyeden çok rağbet görmüş anlatı türü kıssadır. Kıssa, ‘bir haberi nakletme, bir olayı anlatma’ demektir. Anlatılan hikâye ve olaya da ‘kıssa’ denilir. Kelimenin kökeninde ‘kesmek, kısaltmak, izlemek ve izi takip etmek’ anlamları da vardır. İz takip etmek dış yolculukları hatırlatsa da, insanın asıl yolculukları, kendi içine doğrudur. Bizim kültürümüzün kıssaları, tarihî süreç içerisinde tasavvufla zenginleşmiş, Hz. Peygamber’in, sahabenin ve evliyanın meziyet ve faziletlerini anlatan menkıbelerle çeşitlenmiştir.”

Kitapta o kadar güzel hikâyeler ve yazarın o kadar değerli yorumları var ki, onları buraya aktarmak için sayfalar gerekli. Birkaç örnekle bazılarını paylaşmaya çalışayım.

Sayfa 177’deki "Gönül Gözü" başlıklı yazısına şöyle başlar:

“Su, ateş ve ahlâk, dostluk kurmuşlar. Birlikte gezinirlerken, içlerinden biri kaybolursa nasıl bulabileceklerini merak etmişler. Ateş, suya sormuş: ‘Kaybolursan seni nasıl bulacağız?’ Su, kendinden emin cevap vermiş: ‘Nerede bir şırıltı duyarsanız, ben oradayım.’ Bu cevabın üzerine su, ateşe sormuş: ‘Seni yitirirsek ne yapalım?’ Ateş, sudan daha emin bir ses tonuyla, ‘Bir duman gördüğünüz yerde mutlaka ben varım’ demiş. Su ile ateş, ahlâka bakmışlar. Ahlâk, mahcup bir şekilde bükmüş boynunu: ‘Beni sakın kaybetmeyin! Çünkü beni kaybederseniz, bir daha kesinlikle bulamazsınız!’”

Hayat böyle işte! Kaybedildiğinde aranıp bulunacak şeyler de var, ama en hazin olanı, kaybettiğimizde bir daha bulmamızın, yerine başka bir şey koymamızın mümkün olmadığı olgular.

Kitabın aynı başlık altındaki 180-183’üncü sayfalarındaki anlatıda şunlar yer almaktadır:

“Bizim kültürümüz her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bilmeyi öğütler bize. Kapımızı çalan dilenciye hürmetle muamele etmek demektir bu. Yolumuza çıkan sarhoşa ‘Ehl-i hâl olabilir’ diye ayık muamelesi yapma lüzumunu hissetmektir. Delilerin çoğunu ‘Tekin adam değil’ diyerek şımartmamız bundan işte! Bu durum, bizim kültürümüzde diğer Müslüman kültürlerden daha özgün, daha farklı bir bakış açısı oluşturmuştur. Bu bakış açısının eseri olan Hızır öyküleri, canlı ya da cansız varlığa ‘özge bir bakış’ ile bakmak anlamına yorulabilmelidir. Önce onlardan biri:

Bir padişah, Hızır'ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellâllar çağırttı. ‘Kim bana Hızır'ı gösterirse, onu armağanlara boğacağım’ dedi. Bir fakir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki, ‘Hanım, ben padişaha Hızır'ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan, size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır'ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz’.

Adamın karısı kanaatkâr biriydi: ‘Efendi, biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten!’ Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip Hızır'ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır'ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp her şeyi itiraf etti: ‘Benim aslında Hızır'ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. ‘Hızır'ı bulacağım’ diye sizden dünyalık almak istedim’

Padişah buna çok kızdı: ‘Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?’

Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah, yanında bulunan üç veziriyle görüş alışverişinde bulundu. Birinci vezire sordu: ‘Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?’ ‘Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım’ dedi vezir. Bu sırada peyda olan nûrânî bir genç, vezirin sözleri üzerine şöyle dedi: ‘Kullü şey'in yerciu ilâ aslihi.’

Padişah, ikinci vezirine sordu: ‘Bu adama ne ceza verelim?’ ‘Hükümdarım, bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım’ dedi ikincisi. Biraz önce ansızın ortaya çıkan genç, yine, ‘Kullü şey'in yerci'u ilâ aslihi’ dedi.

Padişah, üçüncü vezire sordu: ‘Ey vezirim, sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?’ ‘Padişahım, bana göre bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç işledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Dahası, çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli’ dedi son vezir. Nûrânî genç, yine söze karıştı: ‘Kullü şey'in yerci'u ilâ aslihi.’

Bu defa padişah, nur yüzlü gence yöneldi: ‘Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o lâf ne demektir?’ Genç cevap verdi: ‘Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengele asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirinin babası yorgancı idi. Yorgan, yastık ve yatak yüzlerine yün, pamuk dolduruyordu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirininse babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz, ‘Herkes aslına çeker’ demektir. Vezir istersen, işte vezir! Hızır istersen, iste Hızır! Bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm.’

Padişah olanı biteni anlayıncaya kadar nur yüzlü genç kayıplara karıştı. Halk hikâyelerinde, büyük aşkların tamamında Hızır'ın duası vardır. Çocuğu olmayanlara bir elma takdim eder öykülerde Hızır. Âşıklara rüyalarında bade içirir. Elinin ayasından, âşık olacağı kişinin suretini gösterir. Darda kaldıklarında yardımlarına koşar. Bazen şifa dağıtır, bazen belâları defeder. Halk inanışında Hızır her daim aramızdadır. Camide, yanımızda saf tutan belki de odur. Yolda giderken arabamıza el kaldırandır belki de. Kapımıza gelen dilenci, adres soran yabancı, ayakkabımızı boyayan çocuk, sokağımızı süpüren çöpçü, simit satan ihtiyar... Her geceyi ‘Kadir’, her gördüğünü ‘Hızır’ bilme irfanını getirir bu algı...”

Buna benzer anlatılar ve hikâyeler sürüp gitmektedir kitap boyunca.

Bu kitabı, yazarın kendisinden geçen sene imzalı olarak almıştım. Okuyup bitirdikten sonra kendisine şu sözleri söylemiştim: “Bu kitabı gençlerin okuması, yeni baskısının mutlaka çıkması gerek!”

Evet, bu kitabın önümüzdeki zamanlarda ikinci baskısı da yapılacakmış. Hayırlara vesile olsun ve çok okuru olsun inşallah!

Çocukların ve gençlerin eski hikâyeleri, kıssaları, menkıbeleri, meselleri okumaları gerek. Aslında hikâyeler ve masallar eskimiyor; zaman içinde üstüne yeni yeni hikâyeler, masallar ekleyip zamanda yolculuğa çıkıyoruz. Fakat farkında değiliz. Zamanın getirdikleri kültürel kodlarımızla oynuyor. Dejenere olmuş birçok şeyle karşı karşıyayız. Biz masallarımızı, hikâyelerimizi, kıssalarımızı unutmayalım, unutturmayalım! “Bir varmış, bir yokmuş” desek de, varla yok arası kendimizi kaybetmeyelim. Sonra uyutuyorlar bizi yalandan masallarla. Kanmayalım! Biz büyüdüysek de, geriden gelen nesillere iyi masallar anlatalım sonu mutlulukla biten.

Gökten üç elma düşmüş: Biri yazanın, biri okuyanın, biri de okuyup düşünenin...


1 Aşkın: Eski dilde karşılığı "müteâli"dir. Yüce, yüksek, deneyüstü. (“Tecrübe ile elde edilen bilginin sınırlarını aşan” anlamında kullanılan bir felsefî terim.)