VARLIĞI ile yokluğu anlamlandıran ve arayan insanoğlu, buğulu
cümleler ile başlar masallarına. Söylemeden önce inanmak ister, hayallerinde ve
sözlerinde gizli kabuller yer alır. İnandıkları ve çocukluk düşlerinde peşine
düştükleri anılarını unutur olurlar. Büyüdükçe yaraları kabuk bağlamaya ve
artık çok derinlerde kaybolmaya başlar. Masal anlatmadıkça kendilerine ve
geçmişlerine çok daha yabancı kalırlar. Meşguldürler çünkü. Para kazanmanın,
önemli olmanın, tanınmanın ve dahası modern olmanın altın tozuna bulanan tozu
zamanla gözlerine kaçar, kör olurlar. Yaşamları çocukluk hikâyelerine uzak düştükçe,
gözlerinin kör oluşunu bile hatırlayamaz olurlar.
Rüzgârın etkisiyle hafifçe hareketlenen salıncakta zihnim
harmanlanmakta iken, harfler koşuşuyor yine. Rotası belirlenemeyen bu
koşuşturmaca, sonsuz bir huzur ile gölgesini ruhuma düşürerek ilerlemekte.
Aklımdan geçen binbir insan manzarası arasında kendimi aramaya, sormaya devam
ediyorum…
Mağazada üzerine giydiği kıyafeti eşine göstermek için
çırpınan kadın kadar tanımsızdır insan. Ya da oğlunun ağzından düşecek bir sözü
çerçeveleyip asacak kadar kutsayan bir anne… Henüz kendine uzak ve hayata dair
sahici fikirler geliştirememiş bir gencin durumu mesela… Ya da son model akülü
arabasıyla mağazada yalnız başına alışveriş yapmaya çalışan yaşlı kadın... Yürüyen
merdivenin başında, korkusunu ve senelerin onu yavaşlatan hareketlerini
gizlemek için uzun uzun kenardaki askılara bakan yaşlı çift… Bebek arabasında
anne babasının süslü ve pahalı oyuncağı gözünün önüne takılmış bebeğin etrafı
göremeyip sessizce çığlık atması mesela… Sahibinin üzerine giydirdiği markalı kıyafeti
büyük bir eziyet ile taşıyan altın tasmalı köpeklere ise hiç değinmeyelim.
Varlığın ve yokluğun tek kelime olduğu Hollanda’da
kendimiz olmak ve kendimiz kalmak zorundayız. İnsan olmanın “irade ve akıl
sahibi” olarak özetlenebilmesi zannediyorum mümkün değil. Ahlak, erdem, akletmek
ve daha nice vasıfların bir tende vücut bulması demek insan. Anatomik olarak
aynı yaratılmış olmanın hiçbir değer taşımadığı, sadece insanı rahatlattığı söylenebilir.
Bunun dışında, farkındalıkların gelişmesi, geliştirilmesi, güçlendirilmesi, bu
yolda ciddi çaba içinde bulunulması ise şart!
İnsanın dinî, millî, sosyal ve kültürel dokusuna yabancı
kalınmaması ile başlanabilir. İlk adım geçildikten sonra ilmek ilmek dokunacak,
büyük bir emek ile inşa edilecek yaşamlar bizi beklemekte. Göçün 50. yılının sonrasında
artık değişmeyen tek şey, değişimin ta kendisi. Değişimin karşısında olmak veya
bunu tamamen reddetmek, insanın yaşamasına engel teşkil etmekte. Bütün bu insan
manzaraları ve daha yazamadığım nicesi, buz dağının sadece görünen yüzüdür.
Çeşitli kurum ve kuruluşların bu konuda lokomotifi görev
üstlendiğini görmekteyiz. Bundan önceki kuşakların yaşadığı yer ve mekân
sıkıntıları artık neredeyse mevcut değil. Ciddi bir kültür kuşatması altında
kalmış, yıpranmış, kırılmış, dökülmüş yanlarımız ise ne yazık ki çok.
Devletimizin kurum ve kuruluşları her ne kadar vazife görür olsalar da asıl
unsur “insan”.
Zamanın gerisinde kalmadan yarınını inşa eden, çocukluk anılarına uzak düşmeden bugününü yaşayabilen, kendi özüne ve kültürüne vâkıf, gelişen, geliştiren, ayrıştıran bir nesil hayal ediyorum. Salıncakta rüzgâr ile beraber çocukluk anılarıma doğru seyahat ediyor, zihnimde uçan kelebekleri bugünümüze, hayatımıza davet ediyorum. Anlatacak nice masallar adına yapılacak çok şey var...