
AZALMIŞ gücü, tükenmiş kuvveti.
Garip bir durgunluk çökmüş üzerine; hatta ağırbaşlılık. Dalgınca seyrediyor etrafını,
biraz da solgun gibi bakışları. Ya da yorgun; gitme vakti gelmiş gibi. Toparlanmaya
çalışıyor. Muhasebe yapacak belli ki. O deli çağların, o başına buyruk zamanların
doğrusunu, yanlışını, kazandırıp kaybettirdiklerini süzgecinden geçirecek. Hükmü
geçmiş, devranı dönmüş ışıklarının, gümrah zamanlarında etrafa yaydığı coşkuların
yorgunluğunu atacak üzerinden sanırım.
Anadolu
yemenilerinin nakışlarını resmeden, renklerin en canlı tonlarının harman edildiği
o cıvıltılı, aydınlık, bereket fışkıran hâllerini anlatmıştı tabiat biten yaz günlerinde.
Narçiçeğinin yanına sarı, kırmızının köşesine mavinin çatıldığı o renk cümbüşü,
gözünü hangisiyle doyuracağına karar veremeyip her birinden içlere hayat
akıttığı nadide zamanlardı geride kalan.
Güneşin
tepede en çok kaldığı yaz günlerinin ağaca, çiçeğe, ekine, böceğe, geceye ve
gündüze yaşattığı verimli, doğurgan, bir o kadar da hızlı günler geride
kalmıştı. Yaz, her çiçeğe ayrı ayrı renk tozu atmış, her ağacın meyvesine çeşitli
tatların iksirini serpmişti ışıklarıyla. Böceklerin ufacık bedenine kuvvet ilacı,
dallarda şakıyan kuşlara eserlerinin notalarını fısıldamıştı. Arada estirdiği
rüzgârıyla ıhlamurun, yaseminin kokularını havada raks ettirerek sokaklara,
meydanlara ikram etmişti. Gece denize vuran yakamozların üzerine inci tozu serpmiş,
ay ve yıldızlarla semada şölenler düzenlemişti.
Ekinler
toprağın vefasına boyun bükmüş, toprağı ve hakikatini en derinden başaklar anlamıştı
âlemde tevekküllü duruşlarıyla. Çağlayan derelerin, çayların şakırtısından
hüzne kapılan bataklıkların ödülüydü nilüferler. Gün ışığının ikramıyla sergiledikleri
narin duruşları, kokularıyla gönlünü alıyordu durgun suların. Bu zarafete
serenatlar yapan kurbağalar, kendilerine sunulan hediyenin belli ki çok iyi
farkındaydılar.
Akşam
sohbetlerine Ağustosböcekleri armonileri ve ateşböcekleriyse karanlıktaki
ritmik danslarıyla uyum içinde eşlik etmişlerdi. Hafif esen meltem sıcağın
vücutlardaki yorgunluklarına nefes aldırırken, sohbetlere de çaylar demleri
gibi koyulaştıkça keyif yaşatmışlardı.
Sonra
yoruldu yavaş yavaş günler, geceler. Önce ışığı fersizleşti, devamında harareti
azaldı güneşin. Elini bir miktar çekince kâinatın üstünden, her şey boyun
büktü, sessizleşti usulca. Önce renkler küstü gidene, soldu ton ton. Ardından ağaçların
dallarını yere eğdiren meyveler düştü dalından; kâh olgunlaşarak, kâh olgunlaşmadan... Kahkahaların, sohbetlerin,
cıvıltıların doldurduğu sokaklar kendi hâlinde tenhalığa terk edildi yavaştan. Garipsedi
önce bahçe duvarları, verandalar, saksılar... İçerlediler biraz, “Vefasızlık” dediler
ilkin, sonra her geçen gün alıştılar bu soğuk sessizliğe.
Seherle
beraber zikre duran kuşlar da bu terk edişe katıldılar; kafilelerini oluşturdular
türlerinden. Leylek, kırlangıç, gökgüvercini, yaban kazları gitme vaktini sezmiş,
göç yollarını tutuyorlardı artık. Çöp çatarak kurdukları yuvaları ağaç
dallarında, evlerin damlarında, sokaklardaki direklerin üstünde kalakaldı
öylece. Oysa bu göçün yavruları büyümüştü üç beş çalı çırpıdan çatılmış
aşiyanlarında. Denizlerde dalgalar kıyılara vururken ne kumdan kaleler kalmıştı
sahillerde, ne de şen kahkahalar. Ortancalar, begonviller ve şımarık
sarmaşıklar beyaz badanalı duvarlardan çekmişti kollarını küskünce.
Lunaparklardaki
pervasız ışıklar yıldızlara hadsiz nispetlerinden vazgeçmiş, adrenalinin zerk
edildiği janjanlı, uçuk kaçık, korkuların bir bilet parasına satıldığı tüm
mekanik heyecanlar “uçan kadın”ın eteklerine, atlıkarıncanın sırtına terk
edilmişti bir sonraki yaz için.
Çocukların
dizleri ve dirsekleri ruhsuz betonların gaddar ve aldırmaz darbelerinden azat
olmuş hâlde tabiat parça parça üstündekileri atarken insanlar gönüllerine düşen
her parçadan anlamlar giyiniyordu.
Cami
avlularında şadırvanlardan besmeleyle dökülüp şahadetle yüzlere çarpılan suların
muslukları kapanmıştı. Namaz öncesi muhabbetlerde altmış yetmiş yıllık
hayatlardan biraz sitem, birçok pişmanlık serzenişi dinlemişti servi ve çınar
ağaçları. Ezan-ı Muhammedînin yatsı vakti için Hicaz, bazen de Hüzzam mâkâmındaki
sesi artık kulaklara dokunmak için betonların ruhsuz duvarlarını zorlayacaktı.
Ufuk
çizgisindeki kızılın maviyle harman olmuş hâlinden denize düşen yansımalar, güneşin
ayak sürüyerek ve nazlı bir edayla süzülüşünden sonra kurşun rengini giyinen gökyüzü,
aksi bir ihtiyarın bazen homurdanan, bazen de duygulanan ruh hâline bürünmüştü.
Güçsüz dizleri, titreyen elleri gibiydi güneşin bulutlar arasından akıttığı
fersiz ışıkları.
Bu
bir nekâhat dönemiydi hızın ve hazzın yorgun düşürdüğü zamanlar için. Belki bir
idrak mevsimi... Anlatılmak isteneni kavramanın derin sükûneti... Bir gelinin
avucunda solan kınanın hüznü dökülüyordu şimdi bu yarım küreye. Şiirler yine
yazılıyor fakat kelimeler mısralarda üşüyor, şairlerin harflerinin renkleri ton
ton soluyordu. Ve sarı ile kızıla yenilmişti bütün renkler. Hükmünü tüketen
kırmızı, mor, eflatun ve yeşil efkârın tadına bakıyordu geride bıraktığı her
yeni günle. Hüzün çöküyordu toprağa, suya, ağaca... Hazin bir savrulmayla
dökülüyordu her şey ayaklar altına. Zirvenin inişi, başlangıcın sondan bir
önceki durağına varıyordu bu yolculuk. Bu eksiliş İlâhî kadere teslimiyet, el
bağlayış; varlıktan yokluğa, yokluktan dirilişe giden gerçeğin âlemdeki pratiğini
yapıyordu.
Bu
mevsim gönüllere sırların sızdığı bir gizem büyütür yüreğinde. Bedenler çekilir
aradan; kalpler dolaşır artık savrulan bir yaprağın ardında. Lügatlere bakılıp cümlelere
eklenen kelimelerin, mânâlarını içselleştirme hâlleri gibidir hisler. Sükût
içinde derin yolculukların, duraklarda gönül mabetlerinin ziyaret edildiği seferlerdendir.
Eli boş dönen de olur, gönlü sarhoş dönen de bu yoldan. Fakat bu eksilişlerde kendini
biriktirenler her daim kârına ulaşanlar hanesindedir.
Kâinat
en güçlü tiradını okuyor şimdi insanlığa. Rabbin ayetlerinin kelâmdan yükselerek
rengin, ışığın, sesin eşliğiyle her bitişten bir başlangıç doğacağının, gidenin
yerine başka bir şeyin mutlaka ikâme edileceğinin seyrini yaşatırken, duyma, görme
ve hissetme gayretinde olan her kul, şimdi tefekkürün dinginliğinde, zahirden
azade bâtına meylederek ruhlarına derin sondajlar yapıyor.
Bu
azalış bir tükeniş değil, varoluşa hazırlığın arefesi elbette. Hangi hazan yaza
ulaşmadı, hangi kış bahar olmadı ki? Hangi göçenin yerine yeni bir ruh hayat
bulmadı ki? Toprak bir tohum için sinesine rahmet merhemi sürüp yeşertmedi mi içine
serpilenleri? Yeni sürgünler vermedi mi kuru dallar? Azalan ırmaklar, dereler,
çaylar baharda çağlayıp taşmadı mı?
“Yokluk”
kavramı varlığı yaratandan münezzehtir. Yenilenme vardır her kayboluşta.
Solarak renk bulmak, kuruyarak tazelenmek, batarak doğmak gibi… Kaybolmaz
kâinatta ne bir cisim, ne bir iz, işte gördüğün her kabir, yeniden doğmak için gün
bekleyen bir ana rahmidir!