Bir tiradın cümlelerinden

Hangi hazan yaza ulaşmadı, hangi kış bahar olmadı ki? Hangi göçenin yerine yeni bir ruh hayat bulmadı ki? Toprak bir tohum için sinesine rahmet merhemi sürüp yeşertmedi mi içine serpilenleri? Yeni sürgünler vermedi mi kuru dallar? Azalan ırmaklar, dereler, çaylar baharda çağlayıp taşmadı mı?

AZALMIŞ gücü, tükenmiş kuvveti. Garip bir durgunluk çökmüş üzerine; hatta ağırbaşlılık. Dalgınca seyrediyor etrafını, biraz da solgun gibi bakışları. Ya da yorgun; gitme vakti gelmiş gibi. Toparlanmaya çalışıyor. Muhasebe yapacak belli ki. O deli çağların, o başına buyruk zamanların doğrusunu, yanlışını, kazandırıp kaybettirdiklerini süzgecinden geçirecek. Hükmü geçmiş, devranı dönmüş ışıklarının, gümrah zamanlarında etrafa yaydığı coşkuların yorgunluğunu atacak üzerinden sanırım.

Anadolu yemenilerinin nakışlarını resmeden, renklerin en canlı tonlarının harman edildiği o cıvıltılı, aydınlık, bereket fışkıran hâllerini anlatmıştı tabiat biten yaz günlerinde. Narçiçeğinin yanına sarı, kırmızının köşesine mavinin çatıldığı o renk cümbüşü, gözünü hangisiyle doyuracağına karar veremeyip her birinden içlere hayat akıttığı nadide zamanlardı geride kalan.

Güneşin tepede en çok kaldığı yaz günlerinin ağaca, çiçeğe, ekine, böceğe, geceye ve gündüze yaşattığı verimli, doğurgan, bir o kadar da hızlı günler geride kalmıştı. Yaz, her çiçeğe ayrı ayrı renk tozu atmış, her ağacın meyvesine çeşitli tatların iksirini serpmişti ışıklarıyla. Böceklerin ufacık bedenine kuvvet ilacı, dallarda şakıyan kuşlara eserlerinin notalarını fısıldamıştı. Arada estirdiği rüzgârıyla ıhlamurun, yaseminin kokularını havada raks ettirerek sokaklara, meydanlara ikram etmişti. Gece denize vuran yakamozların üzerine inci tozu serpmiş, ay ve yıldızlarla semada şölenler düzenlemişti.

Ekinler toprağın vefasına boyun bükmüş, toprağı ve hakikatini en derinden başaklar anlamıştı âlemde tevekküllü duruşlarıyla. Çağlayan derelerin, çayların şakırtısından hüzne kapılan bataklıkların ödülüydü nilüferler. Gün ışığının ikramıyla sergiledikleri narin duruşları, kokularıyla gönlünü alıyordu durgun suların. Bu zarafete serenatlar yapan kurbağalar, kendilerine sunulan hediyenin belli ki çok iyi farkındaydılar.

Akşam sohbetlerine Ağustosböcekleri armonileri ve ateşböcekleriyse karanlıktaki ritmik danslarıyla uyum içinde eşlik etmişlerdi. Hafif esen meltem sıcağın vücutlardaki yorgunluklarına nefes aldırırken, sohbetlere de çaylar demleri gibi koyulaştıkça keyif yaşatmışlardı.

Sonra yoruldu yavaş yavaş günler, geceler. Önce ışığı fersizleşti, devamında harareti azaldı güneşin. Elini bir miktar çekince kâinatın üstünden, her şey boyun büktü, sessizleşti usulca. Önce renkler küstü gidene, soldu ton ton. Ardından ağaçların dallarını yere eğdiren meyveler düştü dalından; kâh olgunlaşarak,  kâh olgunlaşmadan... Kahkahaların, sohbetlerin, cıvıltıların doldurduğu sokaklar kendi hâlinde tenhalığa terk edildi yavaştan. Garipsedi önce bahçe duvarları, verandalar, saksılar... İçerlediler biraz, “Vefasızlık” dediler ilkin, sonra her geçen gün alıştılar bu soğuk sessizliğe.

Seherle beraber zikre duran kuşlar da bu terk edişe katıldılar; kafilelerini oluşturdular türlerinden. Leylek, kırlangıç, gökgüvercini, yaban kazları gitme vaktini sezmiş, göç yollarını tutuyorlardı artık. Çöp çatarak kurdukları yuvaları ağaç dallarında, evlerin damlarında, sokaklardaki direklerin üstünde kalakaldı öylece. Oysa bu göçün yavruları büyümüştü üç beş çalı çırpıdan çatılmış aşiyanlarında. Denizlerde dalgalar kıyılara vururken ne kumdan kaleler kalmıştı sahillerde, ne de şen kahkahalar. Ortancalar, begonviller ve şımarık sarmaşıklar beyaz badanalı duvarlardan çekmişti kollarını küskünce.

Lunaparklardaki pervasız ışıklar yıldızlara hadsiz nispetlerinden vazgeçmiş, adrenalinin zerk edildiği janjanlı, uçuk kaçık, korkuların bir bilet parasına satıldığı tüm mekanik heyecanlar “uçan kadın”ın eteklerine, atlıkarıncanın sırtına terk edilmişti bir sonraki yaz için.

Çocukların dizleri ve dirsekleri ruhsuz betonların gaddar ve aldırmaz darbelerinden azat olmuş hâlde tabiat parça parça üstündekileri atarken insanlar gönüllerine düşen her parçadan anlamlar giyiniyordu.

Cami avlularında şadırvanlardan besmeleyle dökülüp şahadetle yüzlere çarpılan suların muslukları kapanmıştı. Namaz öncesi muhabbetlerde altmış yetmiş yıllık hayatlardan biraz sitem, birçok pişmanlık serzenişi dinlemişti servi ve çınar ağaçları. Ezan-ı Muhammedînin yatsı vakti için Hicaz, bazen de Hüzzam mâkâmındaki sesi artık kulaklara dokunmak için betonların ruhsuz duvarlarını zorlayacaktı.

Ufuk çizgisindeki kızılın maviyle harman olmuş hâlinden denize düşen yansımalar, güneşin ayak sürüyerek ve nazlı bir edayla süzülüşünden sonra kurşun rengini giyinen gökyüzü, aksi bir ihtiyarın bazen homurdanan, bazen de duygulanan ruh hâline bürünmüştü. Güçsüz dizleri, titreyen elleri gibiydi güneşin bulutlar arasından akıttığı fersiz ışıkları.

Bu bir nekâhat dönemiydi hızın ve hazzın yorgun düşürdüğü zamanlar için. Belki bir idrak mevsimi... Anlatılmak isteneni kavramanın derin sükûneti... Bir gelinin avucunda solan kınanın hüznü dökülüyordu şimdi bu yarım küreye. Şiirler yine yazılıyor fakat kelimeler mısralarda üşüyor, şairlerin harflerinin renkleri ton ton soluyordu. Ve sarı ile kızıla yenilmişti bütün renkler. Hükmünü tüketen kırmızı, mor, eflatun ve yeşil efkârın tadına bakıyordu geride bıraktığı her yeni günle. Hüzün çöküyordu toprağa, suya, ağaca... Hazin bir savrulmayla dökülüyordu her şey ayaklar altına. Zirvenin inişi, başlangıcın sondan bir önceki durağına varıyordu bu yolculuk. Bu eksiliş İlâhî kadere teslimiyet, el bağlayış; varlıktan yokluğa, yokluktan dirilişe giden gerçeğin âlemdeki pratiğini yapıyordu.

Bu mevsim gönüllere sırların sızdığı bir gizem büyütür yüreğinde. Bedenler çekilir aradan; kalpler dolaşır artık savrulan bir yaprağın ardında. Lügatlere bakılıp cümlelere eklenen kelimelerin, mânâlarını içselleştirme hâlleri gibidir hisler. Sükût içinde derin yolculukların, duraklarda gönül mabetlerinin ziyaret edildiği seferlerdendir. Eli boş dönen de olur, gönlü sarhoş dönen de bu yoldan. Fakat bu eksilişlerde kendini biriktirenler her daim kârına ulaşanlar hanesindedir.

Kâinat en güçlü tiradını okuyor şimdi insanlığa. Rabbin ayetlerinin kelâmdan yükselerek rengin, ışığın, sesin eşliğiyle her bitişten bir başlangıç doğacağının, gidenin yerine başka bir şeyin mutlaka ikâme edileceğinin seyrini yaşatırken, duyma, görme ve hissetme gayretinde olan her kul, şimdi tefekkürün dinginliğinde, zahirden azade bâtına meylederek ruhlarına derin sondajlar yapıyor.

Bu azalış bir tükeniş değil, varoluşa hazırlığın arefesi elbette. Hangi hazan yaza ulaşmadı, hangi kış bahar olmadı ki? Hangi göçenin yerine yeni bir ruh hayat bulmadı ki? Toprak bir tohum için sinesine rahmet merhemi sürüp yeşertmedi mi içine serpilenleri? Yeni sürgünler vermedi mi kuru dallar? Azalan ırmaklar, dereler, çaylar baharda çağlayıp taşmadı mı?

“Yokluk” kavramı varlığı yaratandan münezzehtir. Yenilenme vardır her kayboluşta. Solarak renk bulmak, kuruyarak tazelenmek, batarak doğmak gibi… Kaybolmaz kâinatta ne bir cisim, ne bir iz, işte gördüğün her kabir, yeniden doğmak için gün bekleyen bir ana rahmidir!