Bir tebessüm için bir ömür

Bilgeyi dinlerken bilgeliğe soyunmak mıydı yaptığı bilinmez, ama bilgenin sohbetini, kaçırdığı bölümün eksiği ve fazlasıyla birkaç arkadaşından şu şekilde tamamlıyordu genç adam: “Hayat kısa… Kuşlar uçuyor…” “Günler gelip geçmekteler… Kuşlar gibi uçmaktalar…”

ÖĞRENCİLİĞİ meslek edinen ve belki bundan dolayı genç sayılacak yaştaki adam, konuşan kişinin, mevsime özgü kuşlar gibi her bahar burada bir küçük durak yaptığını, onu daha önceki seneler de gördüklerine işaret eden kalabalık bakışlardan anlamıştı.

Bir soruya cevap verdiği anlaşılıyordu satır arasından. Belki de bir sorun, onun dilinden soruya gerek olmadan kendisine bir soru tevcih edilmişçesine tecessüm ediyordu. Ancak konuşan kendisi olup kendisi değilmiş gibi davranmak, nasıl bir haletin yansıması ise onu canlandırdığı da pekâlâ kesindi. “Bir sohbetin içine nasıl girilir?” diye düşünürken yakaladığı yerden kulağını uzattığında, misafir şöyle devam ediyordu:

Çok küçük hareketlerin altında, çekilmiş çok büyük kılıçlar vardır. Bu, önyargılı veya kastîdir. Bir de öyle olmasa da çekilmiş, kılıç gibi algılanan -belki de hiç olmayan- hareketlerin karşısında sadece kendinden mülhem ile beslenen ve ‘evren-kendi’ arasında ontolojik sorunu devam ettiği için bir adım öne geçip önyargıya bile dönüşemeyen -vahametini göremese de- gölgesini sürekli büyütenler veya gölgesiyle yekvücut olup sağlıklı nefes alamayan ve hayatın içinde yürüyemeyenler...”

Genç adam, “Bilge kişilikten epey uzun bir cümle geldi” dedi içinden. Ancak niye olduğunu bilmeden utanmış oldu aynı zamanda bu sözünden. Anlaşılmayan, düğümlenen veya çok iyi anlaşıldığı için bir sessizliğe ihtiyaç duyulan durumlarda yaşananlara benzer bir sessizlik oldu. Belki de zamana verilen kısa bir araydı bu. “Nasıl olacak ki o?” diye susturdu içindeki bir diğer ses. Çünkü biliyordu, zamanın bizden yana tavır koyarak değiştiği, bize bir pay, bir gömlek biçtiği anlara mahsus bir sessizlikten sonra -konuşan kişiyi- dinleyen herkesin şaşkınlığı başlayacaktı konuşmaya. Yine bu aralıkta, -ilk dinleyenlerde hiç olmayacak kadar bir savunma duygusu ile- hayatı yaşının önüne çoktan geçmiş ve yaşadığı tüm haksızlıkların kendi yerine konuştuğunu hissettirecek bir sahici sima ile karşı karşıya olduğunu da fark etmişti.

Bütün bu şaşkınlıklar onu kendi eliyle tekrar aynı konuya getirmek istiyordu. İsmini bile bilmediği ve “Bilge” dediği bu kişinin ne söze mânâ yüklemek, ne sözüne şahit tutmak, ne de başka bir gayesi olduğunu da çok iyi anlıyordu. Hasbelkader çevresinde bulunan insanlara baktığında yaşadığı mahcubiyeti, onun farklı dünyalarda yaşadığı için bu dünyaya tutunmaya vakti kalmadığını ve bu nedenle çektiği yabancılığı da akla getiriyordu.

Bilgenin sözlerinden ifadeler zihninde tohum gibi açılmaya başlıyordu. Bu arada sessizlik bitmiş, alabilen, bundan üzerine düşeni almıştı ki bilge adamın şu sözleri hayret ve şaşkınlığın sözünün bittiğini haber vermişti (kaldığı yerden devam ile):

“Asıl düşüncesini kırk örtünün altına saklayıp sonra çokça gizlemekten kaynaklı olarak ne istediğini unutmak suretiyle -belki doğrusu unutur gibi yaparak- bir süsleme sanatı icra etmek…
Kırk dereden taşıma su getirip değirmeni yıkama çabasına teşbih sayılabilir mi bu? Değirmene bile vazifesini unutturma çabası ise, evet! İnsan evrenine ilerleyişi güçlenerek devam eden bir enfeksiyon çeşidi de denebilir buna...”

Bilgenin sözlerinden insana bakış açısının çok farklı olduğu belliydi. Lâkin insanı bu kadar seven ve insanı bu kadar öne çıkaran bir düşüncenin yine insanı bu şekilde tasvir edişinin altında sadece yaşadığı hayâl kırıklıkları olmamalıydı. Burada başka bir şey var ama ne? İç sorgulamalarını artık susturamıyordu genç adam. Söylenenlerin altında yer alan derin çizgilere olan merakı şiddetle artarken, bir yandan da hiçbir detayını kaçırmaması gerektiğini -artık- daha iyi bildiği sohbette bilge devam ediyordu:

“Bir çizgiye sahip olup o çizgide yürümek ile bir ipte yürümek istemediğini, yol yarılanıp ipi kendi eliyle incelttiğinde anlamak arasındaki en büyük fark, sahici bir duruştur. Arada kalmak ile ortayı bulmak, terazi satmak ile dengeyi bulmak arasında bilebilsek ne çok fark var, değil mi? Gel ki, bir ipte yürüyemeyen, ipi kırk yerinden boyamaya başlamaz mı? Hem görünmez sandığın içine görünmez sandığımız her şey kolaylıkla sığmaz mı?”

Son cümlelerden sonra bilgenin yaşadıklarının bir kuşak çatışması olmadığını da anlıyordu. O hâlde ne olabilirdi? Bu arada nereden duyduğunu veya hangi kitapta okuduğunu hatırlayamadığı cümleleri toparlamaya çalışıyordu:

“Örneklerine önceki devirlerde daha çok rastladığımız insanlar kendini gerçekten kendi yapan değerler ile büyürdü. ‘Büyürdü’ derken, amaç elbette büyümek değil, kendi gölgesinden/beninden/vehminden uzakta yetişmek demekti. Ve yine tam olarak insana dair bir beslenme ve beslendikçe kendini bulma, tanıma ve yüklerinden soyutlanma söz konusu idi. Ancak şimdi insanlar daha ziyade bütün vaktini kendisinin veya -içinde insana ait olmayan ve kendileştirdiği- heyulasının heykelini yontarak büyümeyi amaç edinip muhterisliğin kalesini koruma yeminleri ediyorlar...”

Kendisine yetecek kadarını hatırlayabildiği birkaç cümlenin parantezini kapamaya çalışırken, “Bu kadar kalabalık insan ve kalabalık düşünce arasında ve bu kadar karanlık ortamda bunları nasıl ayırt edeceğiz?” sorusuyla baş başa kalmıştı. Galiba iyiyi gelişigüzel değil, doğru mekân ve zamanda en doğru şekilde kullanarak… Ve en başta iyinin hukukunu, gücü nispetinde koruyarak… Ancak gözü, aklı, idraki ve kalbi kapatmadan ve de tecessüse düşmeden...

Bilgeyi dinlerken bilgeliğe soyunmak mıydı yaptığı bilinmez, ama bilgenin sohbetini, kaçırdığı bölümün eksiği ve fazlasıyla birkaç arkadaşından şu şekilde tamamlıyordu genç adam: “Hayat kısa… Kuşlar uçuyor…” “Günler gelip geçmekteler… Kuşlar gibi uçmaktalar…”
Eğer doğruya doğru şekilde yürümek bize zor geliyor veya hakikat hoşumuza gidenle uyuşmuyorsa, hayat, en az yukarıdaki iki veciz söz arasındaki farkı -hakkıyla- anlamak kadar zorlaşır bizler için. Meselâ ikinci söz düşmeli bahtımıza. Neden mi? Ya da herkese göre bu değişebilir mi? Değişmeli mi, yoksa değişmemeli mi? 

En azından baktığımız yerden doğruya odaklanabiliyorsak, insan da, onu insan olarak ayakta tutan kale de kıyamda kalmış olur. Ömür gülü solsa da kalmış olur yüzünde bir tebessüm.

Vesselâm…