ÖĞRENCİLİĞİ meslek edinen ve belki bundan dolayı genç
sayılacak yaştaki adam, konuşan kişinin, mevsime özgü kuşlar
gibi her bahar burada bir küçük durak yaptığını, onu daha önceki seneler de
gördüklerine işaret eden kalabalık bakışlardan anlamıştı.
Bir soruya cevap verdiği anlaşılıyordu satır arasından.
Belki de bir sorun, onun dilinden soruya gerek olmadan kendisine bir soru
tevcih edilmişçesine tecessüm ediyordu. Ancak konuşan kendisi olup kendisi
değilmiş gibi davranmak, nasıl bir haletin yansıması ise onu canlandırdığı da
pekâlâ kesindi. “Bir sohbetin içine nasıl girilir?” diye düşünürken yakaladığı
yerden kulağını uzattığında, misafir şöyle devam ediyordu:
“Çok küçük hareketlerin altında, çekilmiş çok büyük kılıçlar vardır. Bu,
önyargılı veya kastîdir. Bir de öyle olmasa da çekilmiş, kılıç gibi
algılanan -belki de hiç olmayan- hareketlerin karşısında sadece kendinden
mülhem ile beslenen ve ‘evren-kendi’ arasında ontolojik sorunu devam ettiği
için bir adım öne geçip önyargıya bile dönüşemeyen -vahametini göremese de-
gölgesini sürekli büyütenler veya gölgesiyle yekvücut olup sağlıklı nefes
alamayan ve hayatın içinde yürüyemeyenler...”
Genç adam, “Bilge
kişilikten epey uzun bir cümle geldi” dedi içinden. Ancak niye olduğunu bilmeden
utanmış oldu aynı zamanda bu sözünden. Anlaşılmayan, düğümlenen veya çok iyi
anlaşıldığı için bir sessizliğe ihtiyaç duyulan durumlarda yaşananlara benzer
bir sessizlik oldu. Belki de zamana verilen kısa bir araydı bu. “Nasıl olacak ki o?” diye susturdu
içindeki bir diğer ses. Çünkü biliyordu, zamanın bizden yana tavır koyarak değiştiği,
bize bir pay, bir gömlek biçtiği anlara mahsus bir sessizlikten sonra -konuşan
kişiyi- dinleyen herkesin şaşkınlığı başlayacaktı konuşmaya. Yine bu aralıkta,
-ilk dinleyenlerde hiç olmayacak kadar bir savunma duygusu ile- hayatı yaşının
önüne çoktan geçmiş ve yaşadığı tüm haksızlıkların kendi yerine konuştuğunu
hissettirecek bir sahici sima ile karşı karşıya olduğunu da fark etmişti.
Bütün bu şaşkınlıklar onu
kendi eliyle tekrar aynı konuya getirmek istiyordu. İsmini bile bilmediği ve “Bilge”
dediği bu kişinin ne söze mânâ yüklemek, ne sözüne şahit tutmak, ne de başka
bir gayesi olduğunu da çok iyi anlıyordu. Hasbelkader çevresinde bulunan
insanlara baktığında yaşadığı mahcubiyeti, onun farklı dünyalarda yaşadığı için
bu dünyaya tutunmaya vakti kalmadığını ve bu nedenle çektiği yabancılığı da
akla getiriyordu.
Bilgenin sözlerinden
ifadeler zihninde tohum gibi açılmaya başlıyordu. Bu arada sessizlik bitmiş,
alabilen, bundan üzerine düşeni almıştı ki bilge adamın şu sözleri hayret ve
şaşkınlığın sözünün bittiğini haber vermişti (kaldığı yerden devam ile):
“Asıl düşüncesini kırk örtünün altına
saklayıp sonra çokça gizlemekten kaynaklı olarak ne istediğini unutmak
suretiyle -belki doğrusu unutur gibi yaparak- bir süsleme sanatı icra etmek…
Kırk dereden taşıma su getirip değirmeni yıkama
çabasına teşbih sayılabilir mi bu? Değirmene bile vazifesini unutturma çabası
ise, evet! İnsan evrenine ilerleyişi güçlenerek devam eden bir enfeksiyon
çeşidi de denebilir buna...”
Bilgenin sözlerinden
insana bakış açısının çok farklı olduğu belliydi. Lâkin insanı bu kadar seven
ve insanı bu kadar öne çıkaran bir düşüncenin yine insanı bu şekilde tasvir
edişinin altında sadece yaşadığı hayâl
kırıklıkları olmamalıydı. Burada başka bir şey var ama ne? İç
sorgulamalarını artık susturamıyordu genç adam. Söylenenlerin altında yer alan
derin çizgilere olan merakı şiddetle artarken, bir yandan da hiçbir detayını
kaçırmaması gerektiğini -artık- daha iyi bildiği sohbette bilge devam ediyordu:
“Bir
çizgiye sahip olup o çizgide yürümek ile bir ipte yürümek istemediğini, yol
yarılanıp ipi kendi eliyle incelttiğinde anlamak arasındaki en büyük fark,
sahici bir duruştur. Arada kalmak ile ortayı bulmak, terazi satmak ile
dengeyi bulmak arasında bilebilsek ne çok fark var, değil mi? Gel ki, bir
ipte yürüyemeyen, ipi kırk yerinden boyamaya başlamaz mı? Hem görünmez sandığın
içine görünmez sandığımız her şey kolaylıkla sığmaz mı?”
Son cümlelerden sonra
bilgenin yaşadıklarının bir kuşak çatışması
olmadığını da anlıyordu. O hâlde ne olabilirdi? Bu arada nereden duyduğunu
veya hangi kitapta okuduğunu hatırlayamadığı cümleleri toparlamaya çalışıyordu:
“Örneklerine önceki
devirlerde daha çok rastladığımız insanlar kendini gerçekten kendi yapan
değerler ile büyürdü. ‘Büyürdü’ derken, amaç elbette büyümek değil, kendi
gölgesinden/beninden/vehminden uzakta yetişmek demekti. Ve yine tam olarak
insana dair bir beslenme ve beslendikçe kendini bulma, tanıma ve yüklerinden
soyutlanma söz konusu idi. Ancak şimdi insanlar daha ziyade bütün vaktini kendisinin
veya -içinde insana ait olmayan ve kendileştirdiği- heyulasının heykelini
yontarak büyümeyi amaç edinip muhterisliğin kalesini koruma yeminleri ediyorlar...”
Kendisine yetecek kadarını
hatırlayabildiği birkaç cümlenin parantezini kapamaya çalışırken, “Bu kadar
kalabalık insan ve kalabalık düşünce arasında ve bu kadar karanlık ortamda bunları
nasıl ayırt edeceğiz?” sorusuyla baş başa kalmıştı. Galiba iyiyi gelişigüzel
değil, doğru mekân ve zamanda en doğru şekilde kullanarak… Ve en başta iyinin
hukukunu, gücü nispetinde koruyarak… Ancak gözü, aklı, idraki ve kalbi
kapatmadan ve de tecessüse düşmeden...
Bilgeyi dinlerken bilgeliğe soyunmak mıydı yaptığı
bilinmez, ama bilgenin sohbetini, kaçırdığı bölümün eksiği ve fazlasıyla birkaç
arkadaşından şu şekilde tamamlıyordu genç adam: “Hayat kısa… Kuşlar uçuyor…” “Günler gelip geçmekteler… Kuşlar
gibi uçmaktalar…”
Eğer doğruya doğru şekilde yürümek bize zor
geliyor veya hakikat hoşumuza gidenle uyuşmuyorsa, hayat, en az yukarıdaki iki veciz
söz arasındaki farkı -hakkıyla- anlamak kadar zorlaşır bizler için. Meselâ
ikinci söz düşmeli bahtımıza. Neden mi? Ya da herkese göre bu değişebilir mi?
Değişmeli mi, yoksa değişmemeli mi?
En azından baktığımız yerden
doğruya odaklanabiliyorsak, insan da, onu insan olarak ayakta tutan kale de kıyamda
kalmış olur. Ömür gülü solsa da kalmış olur yüzünde bir tebessüm.
Vesselâm…