KİM, neyi, neden, kimle
yapıyor? Kuş kim, taş kimin elinde, tilkiler kimin kafasında? Gördüğümüz ne
kadar gerçek?!
“Bir taşla iki
kuş vurmak” güzel bir deyimdir.
Bir çaba ile pek çok sonuç elde edebilmeyi anlatır. Köylü çocuklar bunu iyi bilir. Bir
taşla üç beş kuş vurmak için toplu halde bulunan kuşlara sinsice yaklaşırsınız,
elinizdeki taşı öyle bir kavis ve açıyla atarsınız ki onlarca kuşa değer,
kuşların bir kısmı yaralanır, bazıları da meydana gelen kargaşada birbirine
çarparak yere düşer. Taşı atan çocuk, kuşların o halini keyifle izler. Çocuk
için oyundur bu.
“Bir taşla iki
kuş vurmak” deyimi, hayatımızda karşı karşıya kaldığımız bazı durumları iyi
açıklayan bir söz kalıbıdır. Bazı olaylar karşısında “Vay be! Adam bir taşla
bir sürü kuş vurdu” dediğimiz olmuştur. Karmaşık durumları analiz ederken de
“Bu adam bir taşla iki kuş vurmak istemiş olamaz mı?” diye sorarız.
Bir taşla üç beş
kuş vurmak için, toplu halde bulunan ve küçük olan kuşlar gereklidir. Serçeler
bu iş için birebirdirler. Serçeler, yerleşim alanı olarak insanlara yakın
yaşarlar, göç etmezler, yerleşiktirler. Bizim oralarda serçelere “köy kuşu”
denmesi de sanırım bu yönlerinden dolayıdır. Zaten serçelerin metropol
kentlerde yaşayabileceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü onları genelde alçaklardan
uçarken, yakın tarla ve ağaçlıklarda gördüm. Bu halleriyle şehirde zor
yaşarlar.
Köyde evlerin
çatılarında, cami bahçesindeki ağaçlarda ve samanlıkların üzerlerinde yüzlerce,
hatta binlerce serçe kuşu olurdu. Siyah veya boz renklidirler. Sırt
bölgelerinde hoş bir kahverengi ile karın bölgelerinde beyaza yakın gri renkler
bulunur.
Karga gibi büyük
kuşlar taşla vurulmaz, ancak tüfekle vurulabilir. “Bir fişekle üç beş karga, keklik,
güvercin” mümkündür. Bunu da
avcılar bilir. Keklik ve güvercin, eti için vurulur. Amcam avcı olduğu için,
çocukluk ve gençlik yaşlarımda keklik, dağ güvercini, çulluk, tavşan gibi bazı
av hayvanlarının etlerini tatmıştım. Kargaların eti yenmez; onlar tarla, sebze
ve meyveleri korumak amacıyla vurulur.
Siyasî, sosyal,
ekonomik olaylar da böyledir. Bazı hedeflere veya bir anda birçok amaca ulaşmak
için daha ciddi, daha büyük araçlara ihtiyaç duyulur. Çünkü küçük bir taş,
büyük bir kuşu öldürmez.
Birbirine değdirmeden kırk
tilkiyi kafasında gezdirenler
“Kafasında kırk
tilki dolaşmak” da güzel bir
deyimdir. İki söz arasında anlam yakınlığı kurarım hep. “Bir taşla pek çok kuş
vurmak” ile “kafasında kırk tilki dolaştırmak”, benzer yetenekli insanların
işidir. Bu deyimin atasözü versiyonu, “Kafasında kırk tilki dolaşıyor,
hiçbirinin kuyruğu diğerine değmiyor” şeklindedir.
“Kırk tilki” denmiş, tavşan değil, inek değil, kurt ya da çakal
değil. Çünkü “tilki”, hayvanlar
âleminin kurnaz üyesidir. Kurnazlığını kötü işler için kullanan insanlara
“Tilkilik yapma!” denir. Dünya üzerinde “tilki” lakaplı meşhur pek çok insan
vardır. Tilkilerin bütün derdi de sonuçta tavuktur. Bir çırpıda üç beş tavuk
yani… “Tilkinin kırk hikâyesi
var, kırkı da tavuk üstüne” sözünü hepimiz biliriz. Tilkinin kurnazlığına dair
sanırım pek çok kültürde özlü sözler vardır. Mesela “Jı rovi fenektır tune jı eyarê wi pırtır
tune” cümlesi Kürtçedir. Anlamı şöyleymiş: “Tilkiden kurnazı yok, derisinden de
çok yoktur.”
“Gerektiğinde aslan postundan
çıkıp tilki postuna bürünmesini biliyorum” şeklinde de Napolyon Bonaparte atfedilen bir söz var.
Herkesin derdi,
bir hareketle çok sonuç elde etmek. Oyunların çoğunda da benzer mantık var.
Çocukların misket oyunu gibi bilardo da öyledir. Tecrübeli bir bilardo
oyuncusu, isteka ile topa vururken masadaki topların nasıl yer değiştireceğini,
kaç taşın ceplere gireceğini planlayarak atışını yapar. Satranç da öyledir.
Satrançta attığınız bir adım, sonraki onlarca hareketi belirler veya etkiler.
“Matruşka
bebekler”, her şeyin ilk görünüşteki gibi basit olmadığını anlatan bir
oyuncaktır. 1890’larda, ilk olarak Rusya’da bir çocuk eğitim atölyesinde imal
edildiğini bildiğimiz Matruşka bebekler, o zaman sadece oyuncak olarak
düşünülmüş olsa da düşünce ve siyasî hayatımıza “Matruşka” kavramını hediye
etmiş oldu. O zamanlar bir kadın ismi olan Matrioska,
şimdi aynı zamanda her anlamda “iç içe geçmiş olma” halini de anlatan bir
kelimedir.
Bir çaba ile çok
sonuç elde etmek, sadece “kötü” durumlar için değil, iyi haller için de
geçerlidir. Tarlasına buğday eken çiftçinin tek amacı un elde etmek değildir.
Hasad sonunda saman, buğday, kepek ve tohum elde edilir, ekilmiş tarladan
kuşlar, hayvanlar, böcekler nasiplenir ve ekimden harmana kadar pek çok insan,
emeğini ortaya koyarak para kazanır.
Sosyal, siyasî ve
ekonomik olaylar, hatta günlük pek çok gelişme böyledir. Her şey iç içedir ve
ilk anda göründüğü gibi yalın veya basit değildir. Bazen hangi olayı kimin
başlattığını, hangi hadisenin kimin zararına veya faydasına olduğunu, bir sözün
kaç niyetle söylendiğini, bir taşın neden atıldığını bilmek kolay değildir.
Onun için, alnında tecrübe kırışımları olan büyükler ve bilge kişiler, sıra
dışı olaylarla karşılaştıkları zaman hemen karar vermezler, “İşin sonunu bir görelim evlat!” derler. Öylesine söylenen bir söz
değildir bu. Onlarca yıllık tecrübenin yoğurduğu bir sözdür.
İşin sonunu doğru
görmek için, bilgi ve tecrübenin yanı sıra pek çok yetenek gerekir. Sabır,
bunlardan biridir. Kasaba kahvesinde haberleri izlerken köylü amcanın ağzından
dökülen “İşin sonunu bir görelim evlat!” sözü ile strateji danışmanı veya
istihbarat uzmanının “Bir olayın
sonuçları kime yaradıysa, olayın arkasında o vardır” sözü
hemen hemen aynıdır. Üstelik kahvedeki amcanın sözü daha yalındır.
Tam burada aklıma “Karaman’ın
koyunu, sonra çıkar oyunu” sözü geldi. Sözün ortaya çıkışına dair üç dört ayrı
rivayet var. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın web sitesinde yer alan iki
hikâyeden biri şöyle: Karamanoğulları
Beyliği, Moğollarla sık sık savaş halindedir. Moğollar, Karamanoğulları Beyliği
üzerine sefer düzenlerler ve Beylik sınırında gecelerler. Tam bu sırada
Karamanoğulları Beyliği askerleri, koyun postlarını üzerlerine giyer ve
bazıları boyunlarına çan takarak bir koyun sürüsü havası verirler. Bu şekilde
tam teçhizatlı olarak düşman üzerine doğru varırlar. Moğol askerleri, akşam
eğlencesinde olup, gelenin gerçek bir koyun sürüsü olduğunu zannederek
aldırmazlar. Gelen Karamanoğulları askerleri, ayağa kalkıp postları sıyırarak
Moğol askerleri bozguna uğratırlar. Karamaoğulları’ndan canlarını kurtaran Moğollar,
memleketlerine vardıkları zaman “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu”
demişler.
“Bu
işin altından bir Çapanoğlu çıkmasın” sözü de benzer anlamda kullanılan bir
sözdür.
İnce bakış,
tefrik ve hissediş
Hepimiz biliriz dünya
işlerinin çetrefilli ve girift olduğunu. Biliriz de bunca arifliğimize,
stratejistliğimize, bilgeliğimize ve tecrübeye rağmen gerginlik içeren sıra
dışı olaylarla karşılaştığımızda çoğu kez “tek sebep” üzerinden düşünür,
aklımıza ilk gelen kanaate göre taraf olur, o tek sebebe göre plan yapar ve yol
almaya çalışırız. Böyle anlarda feraset ve hikmet yönümüz, aceleciliğimizin
altında kalır, ezilir. Birilerinin “Bir taşla iki kuş” vurmak istemiş
olabileceğini ya da “Kuyruklarını birbirine değdirmeden kırk tilkiyi kafasında
gezdiren” birinin planlarıyla karşı karşıya olabileceğimizi aklımıza
getirmeyiz.
Kitleleri
etkileyen tuhaf olaylar karşısında en çok ihtiyaç duymamız gerekense “feraset”
olmalıdır. Feraseti “ince bakış, doğru kavrayış, yanlış-doğruyu tefrik, ileriyi
hissediş ve kararlılık” olarak tanımlayabiliriz. Feraset; bilgi, tecrübe,
sabır, istişare, samimiyet ve özgür bir zihin ile mümkün olur. Bunları
başarabilenin his ve ilhamı kuvvetlenir. Ani gelişen olaylar karşısında
atılacak adıma ne geç kalınmalı, ne de acele edilmelidir; etraflıca
düşünülmeli, ihtimaller gözden geçirilmeli, hızlı istişare edilmeli ve her
kademede karar-eylem kontrolü yapılmalıdır.
Feraset
en çok da iletişim çağında gerekli. Çünkü iletişim çağında -bilginin hızlı
yayılması anlamına geldiği için- haber ve bilgi üzerinden yapılan
manipülasyonların sayısı artıyor ve yöntemleri gelişiyor, hızlanıyor, karmaşık
hale geliyor. Malcolm X’in dediği gibi, “Dikkatli olmazsanız gazeteler,
mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar”.
Bir taşla vurulan üç beş kuştan biri olmayalım. Hele hele vuran hiç olmayalım. Düşünürken ve analiz ederken “feraset”, davet ederken ve anlatırken “hikmet” şart. Başka hiçbir şey olmasa, feraset ve hikmet, toplumları sulha, selamete, kardeşliğe götürür ve acele etmekten kaynaklanan pek çok hatayı önler, bazı kavgaları veya savaşları baştan engeller. Türkiye ve Ortadoğu’da son dönem yaşananlara bir de bu açıdan bakmakta fayda var. Kim, neyi, neden, kiminle yapıyor, kuş kim, taş kimin elinde, tilkiler kimin kafasında?