Bir stratejinin perde önü: “Türkiye Yüzyılı”

İnanıyoruz ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mottonun gücünün ve bunun reel politik hesapların dışında kitlesel bir yürüyüşü imgeleme etkisinin farkında. Ancak bunun gerçekleşmesi için kamuoyu ile paylaşılacak vizyon belgesinin kendisi kadar bu belgeye dayalı yürütülecek kampanyaların, saha çalışmalarının, enformatik atakların bu maksada hizmet etmesi gerekiyor.

TÜRKİYE Cumhuriyeti Devleti, bin yıldır her yüzyıl Batı ve Doğu dünyasının arasında köprü rolü ve medeniyetlerin kurucu aklı Anadolu toprakları üzerindeki etkin ve güçlü devlet geleneğiyle zaten tüm dünyanın bildiği, önemsediği ve stratejik ortak görmek istediği bir devlettir.

Fakat Türk Devleti, Birinci Dünya Savaşı sonrası üç kıtaya hükmeden Osmanlı Devleti dönemini geride bırakıp işgal edilmiş Anadolu topraklarında bir kez daha etkin ve güçlü devlet olarak varlığını sürdüreceğini tüm dünyaya destansı bir Kurtuluş Savaşı ile göstermiştir.

Yenilikçi Türk Devleti’nin yeni adını Gazi Mustafa Kemal liderliğindeki kadro “Türkiye Cumhuriyeti” koyarak, Türk Devleti’nin Anadolu’daki varlığını korumuş ve dünyanın stratejik ortak görmek istediği eski gücüne tekrar kavuşmak için yeni cumhuriyete hedefler koymuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nın yaraları bile sarılamadan İkinci Dünya Savaşı kopmuş ve iki savaşın da dolaylı veya açıktan galibi olmayı başarmış Amerika Birleşik Devletleri kısa sürede dünyayı “tek kutuplu dünya” yapmak ve bunu yönetmek için küresel ölçekte projeler üretmiş ve uygulamaya başlamıştır.

ABD’nin özellikle NATO paktı marifetiyle düşman ilân ettiği başta Rusya ve Çin olmak üzere Doğu dünyasını “soğuk savaşın düşman hedefleri” seçmesi ve en önemlisi de tarihî rolünü dikkate alarak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kendi safına çekip her alanda bağımlı hâle getirerek adeta “ABD’nin Doğu dünyasının sınırındaki ABD karakolu” işlevinde görme arzusu ve ısrarı, Batı dünyasının yürüttüğü propagandalar ve projelerin sonuçlanması, zamanla Türkiye’yi Batı dünyasına bağımlı ve sadece Batı dünyasının parçası olma kültürünü yerleşik düzen hâline getirmiştir.

Nitekim bu düzeni tehdit eden veya alternatif sunan her çaba ya “komünizm” veya “Siyasal İslâm” etiketiyle itibarsızlaştırıldı veya darbe yoluyla sindirildi. Dolayısıyla Türkiye’de ABD karşıtı örgütlenmeler de çoğaldı. Özellikle “Solculuk” geleneği ve “Asyacılık” gayretleri arttı. “İslâmcılık” etiketiyle hedef gösterilen dindarlık yorumları çoğaldı. Ancak hiçbir ABD karşıtı hareket, kitlesel düzeyde karşılık bulmadı. Türkiye hem devlet, hem toplum nezdinde her yönüyle yüzünü Batı dünyasında sabit tuttu ve adeta Doğu dünyasında nelerin olup bittiğiyle ilgilenmedi.

Bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Türkiye, özellikle son yüz yıldır Asya dünyasına her açıdan yabancı kaldı. Türkiye halkı, Asya dünyasını ya “geri kalmış diktatörler dünyası” veya “dinsiz ideolojilerin cehennemi” olarak bildi.

Hatta Türkiye kendi tarihî hafızasında yekûn tutan Asya coğrafyasındaki geçmişini bile unuttu. Bugün bile Rusya’da, Çin’de, İran’da, Hindistan’da, hatta Türk cumhuriyetlerinde ne olup bittiğini merak eden bir toplum yok karşımızda. Hatta aydın, medyacı, siyasetçi, entelektüel bir çevre dahi bulunmuyor. Yani Asya, Türkiye’nin gündeminde önemli yer işgal etmiyor. Türkiye devlet aklı ve halk görgüsü, kendisinin hâlâ Batı’ya ait olduğu duygusundan emin.

Sadece AK Parti döneminde ABD’nin PKK/PYD terörünü açıktan desteklemesi, AB’nin Türkiye’yi oyalama ve azarlama geleneğinin azgınlaşması, Suriye meselesi ve derken Yunanistan’ın şımarık salvoları toplumda “Batı ne kadar samimî?” sorusunu sorduruyor. Ancak bu farkındalık ve hatta kızgınlık, henüz Batı dünyasına ait olmayı tartışmaya açacak etkide değil. Başka bir ifadeyle, Batı’nın nankörlüğü, Asya sevdasını tetikleyen dozajda değil.

Fakat son yıllarda, özellikle Suriye’de Rusya ile kurulan ittifak ve bunun meyveleri sayılan S-400 hava savunma sisteminin alımı, nükleer santral inşaatı ortaklığı ve ticarî işbirlikler, gözle görülür bir Türkiye-Rusya yakınlaşmasını getirdi. Ayrıca ABD’nin gittikçe hırçınlaşan Türkiye’ye hesap sorma, parmak sallama hâlleri arttıkça, Erdoğan’ın daha yüksek sesle dillendirdiği “Biz Batı’ya mahkûm değiliz! Asya’ya sırf Batı istiyor diye sırtımızı dönecek değiliz. Türkiye, tarihinde olduğu gibi hem Batı, hem de Doğu ile ilişkilerini geliştirebilir ve dengeleyebilir” söylemini halk dikkatle izliyor. Fakat halk bu söylemin Erdoğan’ın siyâsî ömrü ile sınırlı kalacağını düşünüyor. Çünkü halk hem duygusal olarak kendini Batı dünyasına ait hissediyor, hem de Asya’nın ona ne kazandıracağına ilişkin hiçbir fikre ve tanıklığa sahip değil.

Kaldı ki, pandemi sonrası dünyanın girdiği krizlerden Türkiye de fazlasıyla payını alıyor ve 2023 Seçimleri’ne aylar kala iç politikada adeta dünden bugüne tüm fay hatları tek tek kırılıyor. Yani her alanda farklı şiddetlerde siyâsî, sosyal ve kültürel depremler yaşanıyor. Toplum, Başkanlık Sistemi’nin de hızlandırmasıyla, zaten var olan kamplaşma ve rövanş hesaplarına dayalı 2023 Seçimleri sonuçlarına odaklı şekilde karşılıklı suçlamalarla bir sürgit yaşanıyor.

2023 yılının Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olması sebebiyle yapılacak kutlamalar, mevcut dünya konjonktürü ve de iç politikadaki fay hatlarının kırılmasının da payıyla, belli ki millî birlik ve dirlik içinde değil, aksine siyâsî kamplaşmaları derinleştirecek şekilde yaşanacak.

Oysa Cumhuriyet’in 100’üncü yılını mevcut sorunlarımıza ve siyâsî tercih farklarımıza rağmen birlik, dirlik, heyecan ve neşe içinde Cumhuriyeti değerleriyle beraber kutlamak ve Türkiye’nin gelecek yüzyılda dünya tarafından konuşulmasını gururla izleyecek bir “millî projeksiyon” etrafında kenetlenmek ne iyi olur.

 

2023 yılının Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olması sebebiyle yapılacak kutlamalar, mevcut dünya konjonktürü ve de iç politikadaki fay hatlarının kırılmasının da payıyla, belli ki millî birlik ve dirlik içinde değil, aksine siyâsî kamplaşmaları derinleştirecek şekilde yaşanacak.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamuoyunun dikkatine sunduğu “Türkiye Yüzyılı” mottosu, aslında doğru anlatılır, siyaset üstü vizyonuna tanık ettirilir ve en önemlisi “Oylar tercihimizdir, ancak Cumhuriyet geleceğimizdir” mutabakatını sağlayacak bir iklim oluşturursa, işte o zaman 2023 yılı “Milletin yüzü: Cumhuriyet” tadında olur.

İnanıyoruz ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mottonun gücünün ve bunun reel politik hesapların dışında kitlesel bir yürüyüşü imgeleme etkisinin farkında. Ancak bunun gerçekleşmesi için kamuoyu ile paylaşılacak vizyon belgesinin kendisi kadar bu belgeye dayalı yürütülecek kampanyaların, saha çalışmalarının, enformatik atakların bu maksada hizmet etmesi gerekiyor. Çünkü bu motto ve yol haritası masa başında ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun, sahaya indiğinde üç büyük handikapla, fay hattı ile yüzleşmek durumunda kalacak. Bunlardan en derin olanı, bölünmüş sosyolojidir.    

Özellikle 1923 yılından bu yana bitmek tükenmek bilenmeyen iki karşıt zihniyet ve sosyoloji, 2023 Seçimleri’ni kendileri için “ölüm kalım” meselesine çevirmiş görünüyor. 1923’ten bu tarafa varlığını yaşatan bu bölünmüş sosyoloji, 2023 yılında öyle bir hesaplaşma ve rövanş peşinde ki “Ne kadar Batılı, ne kadar Doğulu olacağız?” sorusunda bile yüz yıllık hıncını ortaya koymakta kararlı.

Dolayısıyla bu bölünmüş sosyoloji duruyorken ve 2023 için keskin pozisyonlar alınmışken, Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” mottosunun neye işaret ettiğini ve neyi kastettiğini anlamak güçleşecektir. Çünkü bu ilân hem iç politikada devlet ve milletin el ele kendini gelecek yüzyıla birlik ve dirlik içinde taşıma kararı aldığını iddia ediyor -veya temenni ediyor-, hem de dünyadaki gelişmeler sebebiyle Batı ve Doğu dünyasının Türkiye’nin etkin ve güçlü özelliğini kabullendiğini ileri sürüyor -veya öngörüyor-.

“Türkiye Yüzyılı Vizyon Belgesi” öyle bir siyâsî ve ekonomik iklimde söylemleştirilecek ki, muhalefet hemen şu eleştiri devreye alacaktır: “‘Türkiye Yüzyılı’, tipik bir enformasyon atağı ve seçim zekâsına yöneltilmiş süslü bir propaganda mottosudur. Yani ‘Türkiye Yüzyılı’ ifadesi, aslında krizler içinde boğulan topluma bir moral motivasyon hediyesi ve de dünyada köşeye sıkıştırılmış devletin bağışıklık sistemine bir ideolojik vitamin takviyesi telaşıdır...”

Çünkü Millet İttifakı’na göre hem dış, hem iç politikada öldürücü sonuç verecek hızda kan kaybediliyorken nasıl olur da bir “Türkiye Yüzyılı” iddia edilebilir ki? Doğrusu seçmenin de bu aralar psikolojik durum eğrisi, bu mottoyu “ikna edici ve harekete getirici” bulmasını zorlaştırıyor.

Dolayısıyla Sayın Erdoğan’ın bu ilânın ve mottonun altını vizyon belgesindeki “güçlü milliyetçi söylem” ile yetinmeyip, sahada bölünmüş sosyolojiye “milli iknalar serisi” uygulamak durumunda. Üstelik Erdoğan’ın bu iddiasının altını doldurması için bu mottonun Cumhuriyet’in 100’üncü yılındaki anlam ve bağlamını somutlaştırması, halkın buna hazırlığını göstermesi ve en önemlisi de bu iddiasının dünya ölçeğindeki kabul ve kredibilitesini ispatlaması icap ediyor. Hatta kendisinden çok dünyaya bu mottoyu söyletecek uluslararası enformatik atlas çıkarması gerekiyor.

Doğrusu, kimse bu kadar iddialı bir söylemin ve mottonun sadece yapılan havalimanları, hastaneler, ulaşım yolları, bazı reformlar gibi “icraatın içinden” listesi ile doldurulacağına ihtimâl vermiyor. Çünkü bir hükümetin icraatlarını dünyaya “Türkiye Yüzyılı” etiketiyle ilân etmesi, en hafif tabirle “politik hayâl” olur. Böylesi bir ilân ve mottonun altının doldurulması için hem dünyayı, hem de Türk halkını ikna edecek çok sahici, etkileyici, takdir edici örnekler, ispatlar, projeler ve bir yol haritasının ortaya konulması gerekiyor. Aksi hâlde mesele sadece mottonun içinin boş olmasıyla sonuçlanmaz; seçim kaybetmenin sebebini de Erdoğan kendi elleriyle inşâ etmiş olur.

Öyleyse soralım: Erdoğan bu ilân ve mottoyla sadece slogan atmıyorsa, “Türkiye Yüzyılı” ifadesinin altını nelerle dolduracak, hangi örneklerle ispatlayacak ve bunu bizzat dünyaya söyletecek hangi gerekçeleri sıralayacak? Yani bunun arkası ne zaman ve nasıl gelecek?

Kuşkusuz biz Sayın Erdoğan’ın aklını ve kalbini okuyamayız. Ancak dünyayı okuyabiliyor, halkın vicdanına kulak verebiliyor ve böylesi bir ilânın ne kadar gerçekçi olup olmadığı noktasında fikir beyan edecek kadar iç ve dış politikadaki gelişmeleri takip ediyoruz. Kamusal alanda bu ilânı, daha doğrusu iddiayı müzakere edecek birikime sahip bir devlet aklı ve halk vicdanı var. Ayrıca bu ifadeyi dünyanın farklı dillerine çevirip uluslararası ölçekte propagandaya dönüştürdüğümüzde dünyanın nasıl karşılayacağını da izlemek gerekiyor.

Dolayısıyla bu ilânın tek hedefi seçim atmosferinde dış politikadaki başarı iddiası üzerinden bir iç politika oluşturma kampanyası yürütmekse, bu, Başkan Erdoğan’ın hayatındaki en büyük enformatik hatası olur. Eğer Erdoğan, bununla 2023 Seçimleri’nden tekrar “Başkan” olarak çıkarsa, atacağı adımların üstünde yol alacağı zemini ve hedefi şimdiden ilân ediyorsa, o zaman Erdoğan bize bu mottonun altlığını ve yol haritasını seçim öncesi göstermek ve ikna etmek zorunda. Çünkü 2023 Seçimleri’ne giriş iklimi bu zorunluluğa işaret edecek kadar karmaşık ve riskli bir süreç taşıyor.

Üstelik bu motto, ancak Türkiye dışındaki devletlerin ve halkların kabulü oranında etkin ve güçlü bir motto kalabilir. Aksi hâlde bu tarz ilânlar “tipik milliyetçi masallar” olarak kara propagandaya malzeme edilir. Bu bağlamda “Türkiye Yüzyılı” ilânının masal mı, gerçek mi olduğunun bizce sağlamasını yapacak ve Erdoğan’ın da açıklığa kavuşturması gereken üç büyük ölçülü soru(n) var önünde.

1923’ten bu tarafa varlığını yaşatan bölünmüş sosyoloji, 2023 yılında öyle bir hesaplaşma ve rövanş peşinde ki “Ne kadar Batılı, ne kadar Doğulu olacağız?” sorusunda bile yüz yıllık hıncını ortaya koymakta kararlı.

Bir başka pekiştirici hatırlatmayla tekrarlarsak, Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” mottosunun alt açılımı olarak, hangi dili, slogan demetini, çağrı hükmünde söylemleştirdiği hedefleri, millî mutabakata arz ettiği değerleri ve seçimi kazanmaya dönük enformatik atak özelliği taşıyan “vizyon belgesi” açıklarsa açıklasın; Erdoğan, önünde duran üç büyük handikap, fay hattı, dalga kıran sosyoloji bulacak.

Birincisi: Bölünmüş sosyolojiden nasıl “Türkiye Yüzyılı” çıkacak?

İkincisi: Asya’yı unutmuş bir millet, bu ilândaki dünya rolünü nasıl oynayacak?

Üçüncüsü: Türkiye, hangi etkin ve güçlü özelliğiyle bunu dünyaya söyletecek?

Kuşkusuz Erdoğan “Büyük, güçlü, etkin, bağımsız Türkiye” söylemini “Dünya, önümüzdeki yüzyıl Türkiye’yi konuşacak!” motivasyonuyla örtüştürerek seçimi kazandıracak “yüksek siyaset atakları” kullanacaktır.  Rakiplerini “Millî meselelere kayıtsız siyasetçiler” tuzağına düşürücü enformatik yemler atacaktır. Devlet aklıyla toplum vicdanını buluşturucu “Şanlı tarih, muhteşem yükseliş!” temposunda milliyetçi ufuklar çizecektir.

Ancak sayın Erdoğan, hangi içerik ve fonksiyonda Cumhuriyet’in 100’üncü yılını kutlayacağımız 2023 yılı sonrasına ilişkin projeksiyon tutarsa tutsun, önünde fiilen duran üç büyük fay hattındaki kırılmanın sarsıntısı üzerine bu idealizmi tahkim etmekte zorlanacaktır.

Siyasal, ekonomik, kültürel kamplaşmanın derinleştiği ve 2023 Seçimleri’ni “bölünmüş sosyolojinin rövanş yılı” ilân etmiş ittifaklı cepheleşme dururken; NATO ve Şanghay İş Birliği Örgütü arasında makasa alınmış bir dış politika serancamı kırılganlaşmışken; Başkanlık sisteminden Parlamenter sisteme dönüşü “Batı eksenine dönüş” diye ilân eden politik bloklar iktidar değişimini “hesaplaşma kazanı” tasviriyle kodlamışken; Erdoğan’ın, partiler ve siyaset üstü “millî ufuk” çizmesi ve “Erdoğan’a oy vermesem de Türkiye Yüzyılı çağrısına katkı koyacağım!” dedirtmesi çok zor. Bu zorluğu kolaylaştırması için de konu edeceğimiz üç eşiği, fay hattını hesaba katarak yol haritasını ortaya koymak durumunda.

Şimdi bu sağlamayı yapacağımız üç önemli ölçülü soru(n)lara, fay hatlarına yakından bakalım. Bakalım, “Türkiye Yüzyılı” tarihî masal mı, reel politik gerçeklik mi?

Kuşkusuz Erdoğan’ının ilân ettiği bu mottonun çağrıştırdığı ideallerin, hayâllerin ve vizyon belgesinde yer alan kampanya dilinin, kamu farkındalığına sunulmasında ve enforme edilmesinden sorumlu adreslerin büyük ihtimâlle uykuları kaçmıştır. Çünkü çok büyük bir iddia var ortada.

Bölünmüş sosyolojiden “Türkiye Yüzyılı” çıkar mı?

Bütün Türkiye şunun farkında:

Erdoğan giderse, büyük bir siyâsî rövanş dönemi başlayacak. Ayrıca “Cumhuriyet” etrafında büyük bir fırtına koparılacak ve “Cumhuriyet tekrar Atatürk’e iade edilmiştir” diliyle yüz yıldır süren sosyolojik bölünme tekrar derin bölünmeye yönelecek. Millet ve Cumhur İttifakı ister istemez bu sosyolojik kamplaşmanın cephelerine hızla dönüşmüş durumda. O nedenle “Türkiye Yüzyılı” ilânı toplumsal mutabakata ulaşamayabilir ve siyaset üstü bir kabule dönmeyebilir. Çünkü sosyolojik bölünme zemini dışında üçüncü bir yol ve sosyoloji bulmadan bu ilân/motto sadece “politik kampanya sembolü” kalacaktır.

Peki, bu bölünmüş sosyoloji tablosu nedir?

Birinci Dünya Savaşı’nda topyekûn saldırı altında kalan Osmanlı Devleti ve halkı, büyük bir varoluş mücadelesine girdi. Ancak Birinci Savaş aynı zamanda dünyadaki büyük değişim ve gelişimlerin de taşıyıcısı olduğundan, Osmanlı Devleti ve halkı sadece özgürlük savaşı değil, bir de yeni dünya düzeninde yer almak noktasında çok ciddî gelecek kararları olmak zorundaydı.

Nitekim Osmanlı Devleti içinde asker, bürokrasi, medya, aydın, iş dünyası kendi içinde çözüm arayışlarına girdi ve büyük tartışmaların yanı sıra farklı seçenekler de ortaya çıktı. Halk arasında da çözüm ve yeni dünya düzeniyle ilgili tercihler konusunda farklı yönelişler ve örgütlenmeler oldu. Bir yandan özgürlük savaşı sürüyor, öte yandan gelecek senaryoları noktasında tartışmaların biri bitiyor, öteki başlıyordu. Öyle ki, zamanla ciddî anlamda kitlesel ve sosyolojik ölçekte halkta bölünme ve ayrışmalar başladı. Osmanlı Devleti içinde de askerler, bürokrasi, medya, aydınlar ve iş dünyasında seçenekler ve gelecek senaryoları noktasında tartışmalar zamanla bölünme ve karşıtlıklara savruldu.

Dolayısıyla Osmanlı, Anadolu’da varoluş mücadelesi verirken sadece savaş koşulları içinde bir askerî direnişle gelecek kurma gayretindeyken, aynı zamanda değişen ve gelişen dünyadaki yerini almak adına -teşbih yerindeyse- gelecek trenini kaçırmamak için çok ciddi bir “dünya görüşü, toplum modeli” noktasında da radikal hayatî kararlar almak zorunda kaldı.

Örneğin Osmanlı devlet sistemi içinde bazı gruplar ve halkın arasında bazı kesimler şu fikri/tezi ileri sürdüler:

“Yeni bir dünya kuruluyor. Biz bu dünyanın parçası olmak istiyorsak artık ne Osmanlı Devleti ne de onun dönemindeki Osmanlı toplumuyla bir bağımız kalmalı. Çünkü hem devlet sistemi hem toplum modeli olarak Osmanlı çöktü. Ayrıca modern dünyaya eşlik etmek için Osmanlı döneminin bize ve geleceğimize verebileceği bir şey de kalmadı. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın galipleriyle uzlaşalım, en az zararla kurtulalım. Geleceğin dünyasına kabulümüz için Osmanlı Devleti ve o dönemin toplumuyla her açıdan bir bağımızın kalmadığını ilân edelim. Her şeyi yeniden inşâ edelim ve bunu Batı dünyasıyla birlikte yapalım…”

Bu fikre/teze karşıt olarak devlet ve toplum içinde bir başka kesim şu anlayışı seslendirildi:

“Osmanlı Devleti eski gücüne kavuşabilir. Osmanlı Devleti reforme edilirken halk da yeni dünyaya ayak uyduracak şekilde eğitilirse biz bu süreci atlatabiliriz. Osmanlı ile bağı koparmak durumu hem imkânsız, hem de kimlik ve gelecek krizi yaşatır bir durum ortaya çıkarır. Modernleşmek, yeni dünyaya ayak uydurmak için Osmanlı’dan vazgeçmeye yönelmeyelim…”

Hatta bu tartışmalarda, “Savaşın galipleriyle uzlaşalım, gerekirse o ülkelerin yönetimi altında mandacılık tercihiyle o ülkelerin birer eyaleti gibi yaşayalım” fikrini ileri sürenler bile çıktı.

 

Kuşkusuz Erdoğan gibi bir büyük devlet adamı, tüm bu şüpheli ve mesafeli analizleri dikkate alarak bir “çılgın proje” hazırlığı içindedir. Ancak seçim çok yakında ve çılgın projelerin takvimi ile reel politikanın refleksleri arasında “seçim kaybettiren gerilimler” yaşanmaktadır. Öyleyse Erdoğan’ın söz konusu mottoyu dünyaya, özelde Asya dünyasına benimsetmesi ve hatta söylettirmesi gerekir.

Bu tartışmalar süredururken, büyük imkânsızlıklar içinde Millî Mücadele sürüyor, savaşın galipleri işgallerini derinleştiriyordu.

Osmanlı Devleti’nin kalbi olan saray işgal altında ve çaresizlik içinde iken bir yandan el altından halkı örgütlemek adına sarayın yaveri Mustafa Kemal gibi birçok aktörü devlet adına görevlendiriyor, fakat zamanla, öte yandan mağlûp devlet olması sebebiyle galip devletlerden daha büyük zarar görmemek için yer yer örgütlenmesini istediği halkı ve Mustafa Kemal Paşa’yı engelleyici tutumlarda olduğunu işgal kuvvetlerine göstermek durumunda kalıyordu.

İşte bu süreçte iç içe giren tartışmalar ve işgal darbeleri çoğalırken, sarayın iradesi ile örgütlenmeye başlamış halkın arasındaki uyumlu etkinleşme zayıfladıkça, bugün bile işin aslını bilemediğimiz bir sürü strateji ve taktik alıp başını giderken, finalde Mustafa Kemal Paşa liderliğinde örgütlenen Millî Mücadele, büyük bir feda ve kahramanlık örneği gösterdi ve nihayetinde 1923 yılında “Türkiye Cumhuriyeti” ismiyle Anadolu toprakları sınırlarında bir devlet kuruldu.

Kuşkusuz bu devleti Osmanlı Devleti ve halkı kurdu. Fakat yüz yıldır tartışılan onca şey bir tarafa, 1923 yılındaki “yeni isimle yeniden devlet” kararını yine Osmanlı Devleti ve halkı verdi.

Sonuçta 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilân edildi. İşgal kuvvetleri Anadolu topraklarından çekildiler. Ancak değişen ve gelişen yeni dünya düzeninde yer almak konusundaki tartışmalar ve seçenekler, gelecek senaryolarına ilişkin örgütlenmeler daha da arttı. Yani askerî işgale son veren irade, şimdi de dünyadaki gelişmeleri yakalamak ve dünyadan kopmadan değişimle beraber modern bir ülke olmayı tartışmaya başladı.

Kurtuluş Savaşı döneminde birlik, dirlik, kardeşlik üzere mücadele veren halk, işgal kuvvetleri çekilince kendi arasında öyle tartışmalara girişti ki sonuçta “bölünmüş sosyoloji” dediğimiz, yüz yıldır siyasal ve sosyokültürel fay hatları içeren bir toplumsal doku oluştu.

Nitekim 1923 sonrası bu bölünmüş sosyolojinin ilk tohumlarını eken taraflar, her fikir ve tez, kendini yeni kurulan devlete dayatmak ve hatta devletin ideolojisi ve tercihleri noktasında adeta devleti sahiplenmek ve yönetmek istedi. O nedenle 1923 tarihi ile Atatürk’ün vefat ettiği 1938 yılı arasındaki on beş yıl boyunca Anadolu topraklarında, tarihinde olmadığı derinlik ve çapta fikir, proje, ideal, yöneliş ve dünya görüşü, yaşam tarzları hakkında tartışmalar sürüp durdu.

Mustafa Kemal Atatürk, 1923-1938 yılları arasında iki konuyla uğraşmak zorunda kaldı: Yeni kurulan devletin dünya düzeninde bağımsız, güçlü ve etkin bir devlet olması ve gelecekle ilgili tartışan ideolojiler, modeller, yaşam tarzlarının yanı sıra bunlara dayalı örgütlenmeler arasında denge kurmak ve o denge içinde kendi tercihleriyle yeni devleti geleceğe doğru yönlendirmek…

Bugün bile Atatürk’ün hangi sosyoloji tarafında durarak denge gözettiği konusunda tartışmalar durulmuş değil. Çünkü 1923-1938 dönemine ilişkin çok ciddî bir bilgi ve hafıza kirliliği oluşturuldu bu ülkede.

Zaten Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılı arasında yapıp ettiklerinden muradı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve toplumuna ilişkin gelecek kurgusu yüz yıldır tartışılmakta ve “Hangi Atatürk?” dedirtecek kadar toplumun ve devletin içinde farklı algı, yorum ve kurgu içinde çeşitlendirilmektedir.

Cumhuriyet’in 100’üncü yılına girerken, yüz yıldır 1923-1938 arasında neler olup bittiği, yeni devlet sisteminin ve toplum modelinin şekillenmesinde kimlerin etkili olduğu tartışılırken, finalde de bugün yaşadığımız devlet ve toplum modelinin istenen ideal olup olmadığı noktasında hem devlet içindeki asker, medya, iş insanı ve aydın, hem de halk arasındaki örgütlenmeler hâlâ söz konusu tartışmaları sürdürüyor ve sosyolojik bölünme ölçeğinde birbirini suçluyor.

Nitekim bu tartışmalar 1923 yılından beri durulmadığı için, 2023 yılı Cumhuriyet’in sadece 100’üncü yılı değil, aynı zamanda “Cumhuriyet’in kimlik yüzü hangisi?” tartışmalarının en hararetli yapılacağı yıl olacak gibi.

Örneğin, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi hâlâ mevcut bir parti olarak 2023 yılındaki başkanlık seçiminin önemini anlatırken, “2023 yılı Cumhuriyet’in ve onun değerlerinin tekrar hayat bulacağını ve mevcut AK Parti iktidarının Cumhuriyet’ten ve de onun değerlerinden toplumu uzaklaştıran bir iktidar olduğunu, hatta Erdoğan’ın Cumhuriyet rejimini değiştirmeye niyetli olarak ‘siyasal İslâmcı’ etiketiyle hareket ettiğini” her fırsatta dillendiriyor ve 2023 yılını bir “Cumhuriyet rövanşı” kurgusuyla hesaplaşma yılı olarak görebiliyor. Bugün Erdoğan’ın seçim kaybetmesi durumunda dindar-muhafazakâr kesimin akıbeti veya Erdoğan’ın devam etmesi durumunda muhalif sosyolojinin akıbeti konusunda “politik komplolar” havada uçuşuyor.

Doğal olarak bu siyasal iklimde bu bölünmüş sosyolojiyi tekrar suiistimal etmek, toplumu “Osmanlı-Cumhuriyet” karşıtlığında dönüp dönüp örgütlemek çok da zor olmuyor. Bu o kadar derin bir sosyolojik bölünme ki 15 Temmuz gecesinde bir darbe teşebbüsü yaşanmasına rağmen bu sosyolojik bölünme sebebiyle, darbe bile karşılıklı suçlamalara engel olmadı. 15 Temmuz gecesine “tiyatro” deme rahatlığı gösteren bölünme sosyolojisi refleksine hepimiz tanık olduk.

Erdoğan giderse, büyük bir siyâsî rövanş dönemi başlayacak. Ayrıca “Cumhuriyet” etrafında büyük bir fırtına koparılacak ve “Cumhuriyet tekrar Atatürk’e iade edilmiştir” diliyle yüz yıldır süren sosyolojik bölünme tekrar derin bölünmeye yönelecek.

Şimdi, bu sosyolojik bölünme duruyorken ve Millet İttifakı ile Cumhur İttifakı tercihlerinde siyasallaşıyorken “Türkiye Yüzyılı” mottosunun karşılık bulup bulmayacağı veya ne kadar kitlesel bir enerjiyle sahipleneceğini sormamız gerekiyor. Üstelik ilk defa oy kullanacak milyonlarca gencin bu mottodan anlayacağı ve eşlik edeceği yol haritası ortaya henüz konulmamışken, dijital dünyanın getirdiği yeni ilişki türleri dikkate alındığında bu ilânın enformasyon ayağında hiçbir kıpırdanma yokken nasıl olacak da bu motto bir devlet aklıyla millet vicdanını bir ufukta buluşturacak?

Bunlar hayatî sorulardır. Aksi hâlde bu ilân/motto bir “ajans marifeti” etiketiyle kayıtlara geçecek ve tamamen “simülasyon denemesi” etkisinde kalacaktır.

Peki, tüm bu gözlemleri devlet aklı, yirmi yıllık iktidar tecrübesi görmüyor veya tespit etmiyor mu? Kuşkusuz görüyor ve biliyor. O zaman bu mottonun bir arka plânı, bir mutfak hazırlığı vardır. Fakat henüz görünür kılma aşamasına gelmemiştir. Erdoğan’ın tecrübesi ve iyi bir taktisyen olması sebebiyle mutlaka kamuoyu ile paylaşacağı ve vizyon belgesinin sahadaki yol haritasını içeren bir yol haritası mevcuttur.

Asya’daki gelişmeler er ya da geç Türkiye’nin kapısını çalacak. Belki de Erdoğan, bizi bekleyen Asya dünyasının farkındalığı için bu mottoyu Batı dünyasından çok Asya merkezli etkinleştirecektir. Ancak toplum bu kapıyı açacak mı?

“Türkiye Yüzyılı” mottosunun sahadaki yol haritasından kastımız “ardışık sloganlar”, “çeşitlendirilmiş motivasyon söylemleri”, “kampanya sözlüğü”, “idealler demeti” ve “seçim propagandası ayraçları” değildir.

Örneğin “güçlü” sıfatıyla uyarlanmış “Güçlü ülke, Güçlü Aile, Güçlü Ekonomi, Güçlü Savunma” bir yol haritası unsuru değildir veya “Dünya Türkiye’siz gelecek kuramaz!”, “Türkiye yoksa, Barış yoktur!” gibi yüksek perdeden söylemler de değildir. Bunlar bir liderin göstereceği hedeflerdir sadece.

Mottonun yol haritasından kastımız, bu motto ile duygusal, düşünsel bağ kurmayacak sosyoloji nasıl koordine edilecek? Cumhur İttifakı’na oy vermeyen kesimlerin bile heyecanla destek vereceği yani siyâsî hislerinin üstünde katkı koymayı kabulleneceği “millî mutabakat projeksiyonu” hangi somut kampanyalarla ve diyaloglarla sağlanacak? Ayrıca Türkiye dışındaki dünyaya bu nasıl söylettirilecek?

Örneğin Asya ülkeleri kendi geleceklerinde Türkiye için ne düşünürlerse düşünsünler, Türk toplumu Asya dünyasında ne olup bittiğini merak dahi etmiyorsa, bu motto nasıl uluslararası yüze kavuşacak? Dünyanın önümüzdeki yüzyılda Türkiye’yi konuşacağı söylemi Asya ülkelerinin de ciddi bir Türkiye gündemi olduğu iddiasını taşımaktadır. Peki Asya hafızası yok olmuş ve Asya hakkında merakı çok az olan bir toplum, dünyanın doğu cephesinden mottoya inancı ne kadar ikna edici bulacak?

Türkiye Asya’yı unutmuşken, Asya, Türkiye Yüzyılı’na hazır mı?

Erdoğan iktidarı döneminde Batı dünyasıyla yaşananları muhalefet “Erdoğan, Batı’dan bizi koparacak” dilini yirmi yıldır terk etmedi. ABD’nin açıktan PYD/PKK terörünü desteklemesi, 15 Temmuz’la ilgisi, Yunanistan’ı kışkırtması bile toplumda “Batı’dan kopalım!” gibi bir his uyandırmıyor. Hatta dünyadaki gelişmelerin Asya’yı güçlendiren senaryolarıyla toplum ilgilenmiyor. Fakat Erdoğan’ın Asya dünyasıyla ilgili attığı adımlar ve Batı dünyasına yönelik geliştirdiği alternatif yollar bizde şu soruyu uyandırıyor:

Türkiye Yüzyılı” demek “Dünya, Türkiye ismiyle yeni bir ajanda açtı ve gelecek senaryolarının hepsinde Türkiye’yi hesaba katacak” iddiası taşımaktadır. Peki Batı ülkelerinin çoğu “Erdoğan’sız Türkiye” için örgütlenmişken ve “Türkiye Batı’dan kopuyor!” şüphesini yayıyorken; Asya dünyası hakkında da toplum bir iletişim, ilişki dağarcağına sahip değilken; bu mottoyu devlet ve toplum kimlerle, nerede ve nasıl sahiplenerek etkinleştirecek?”

Bu tarz kritik sorular, söz konusu mottoya bir eleştiri veya vizyon belgesinin zaaflarına değinmek değildir; tam aksine, mottonun ve belgenin devlete ve topluma yüklediği sorumlulukların yerine gelmesi için zemin ve imkânların tespitine yönelik haklı hatırlatmalardır. 

Acaba Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” vizyonunda Asya’yı devlet aklında tutmanın yanı sıra toplumun da dikkatini Asya’ya çekmek var mı?

Çünkü 2023 yılında Cumhuriyet kutlamalarının yanı sıra 1923’ten bu yana durum değerlendirmesi ve gelecek senaryoları etrafında tartışmalar olacak ve özellikle NATO, AB, BM merkezli olarak Türkiye’ye yaşatılan süreçler tek tek masaya yatırılacak gibi...

Çünkü “geçici” olduğu ileri sürülse bile, tüm Türkiye NATO’ya “olağan şüpheli” diye bakıyor. AB artık toplum nezdinde “oyalama lunaparkı” gibi. BM ise “helvası yenilmiş pakt” tadında. Dolayısıyla 2023 Seçimleri’nde çok ciddî bir “Ne kadar Batı?” tartışması yapmak için zemin müsait gibi. Hatta toplum garipsese bile “Yeniden Asya!” talepleri çoğalacaktır.

Özellikle ABD-Türkiye ilişkileri kapsamında başta PKK/PYD terör örgütlerine açıktan verilen destek, 15 Temmuz gecesinde ABD’nin rolü ve FETÖ terör örgütüyle ilişkisi, Yunanistan’ı silahlandırarak Türkiye karşıtlığında pozisyonlandırması, ABD yönetiminin açıktan Türkiye’ye yaptığı siyâsî ve ekonomik operasyonlar sebebiyle 2023 yılında ciddî bir ABD karşıtı ses de yükselecektir.

Türkiye’nin kapısını çalacak olan yeni konjonktür, dünyadaki gelişmelerin dayattığı yeni seçenekler, yönelişler, özellikle başta Suriye meselesi olmak üzere Türkiye-Rusya ilişkileriyle aralanan ve Çin’deki gelişmelerle daha da açılan Asya kapısı, Şangay İşbirliği Örgütü gibi alternatif küresel zeminler, 2023 yılında “Batı’yı gözden geçirelim ve Asya seçeneğini masaya alalım!” iklimini oluşturacak gibi. Hatta dünyadaki gelişmelerin Asya ekseninde aldığı riskler-fırsatlar dokusu, 2023 yılında enine boyuna ele alınıp tartışılmak durumundadır. Tüm bunların anlamı şudur: Asya’daki gelişmeler er ya da geç Türkiye’nin kapısını çalacak. Belki de Erdoğan bizi bekleyen Asya dünyasının farkındalığı için bu mottoyu Batı dünyasından çok Asya merkezli etkinleştirecektir? Ancak toplum bu kapıyı açacak mı?

 

“Türkiye Yüzyılı” aslında bir şemsiye motto. Bu şemsiyenin açılmasını sağlayacak “şemsiye telleri” gibi birçok proje, kampanya ve işbirliği gerekmektedir.

Kuşkusuz Asya konusu “kapıyı çalan davetli misafir” karakterinde olsa da, Türkiye’de “Asya” başlığı ve hedefi içinde dillendirilecek her şeyde bir sancı, önyargı ve manipülasyon olacaktır. Çünkü 1923 yılından 2023 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemi ve vatandaş olarak halk, “tartışmaya kapalı” niteliğindeki her alanda “Batılı olmak”, “Yönümüz Batı”, “Batı kadar olmak” dilini, hedefini ve idealini yüz yıldır ısrarla sürdürdü. Hatta “Batıcı” kalmak noktasında 100 yıldır bu irade ve yönelişte hiçbir zaman yön değiştirecek ölçekte bir tartışma içine girmedi. Hatta ve hatta Asya merkezli seçeneklere ve davetkâr tartışmalar açanlara itibar etmedi. Batı dışında hiçbir yöne, bölgeye, seçeneğe yönelmedi. Nitekim toplum, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana asla Asya dünyasına ilgi duymadı.

Durum bu iken, Türkiye, Asya’sız mı yüz yıl ilânı yapacak yoksa kastedilen “Biz Asya’yı önemsemesek de, Asya Türkiye’ye mecbur!” mu denilecek? Yok eğer motto “Hem Batı hem Doğu Türkiye ile ilgilenmeye mecbur” fikrini taşıyorsa, bu mecburiyetin ve ilginin gerekçeleri nelerdir?

Neden bu kadar ısrarla “Asya” vurgusu yapıyoruz? Çünkü Asya’ya sosyolojik olarak ilgisiz bir topluma “Asya, Türkiye Yüzyılı’nın farkında ve çabasında” farkındalığı nasıl anlatılacak? Örneğin 2023 yılında son yüzyılda görmediğimiz kadar Asya dünyasından misafirlere, iş birliklerine ve hatta turist patlamasına mı tanık olacağız? Kaldı ki Millet İttifakı’nın seçim dönemindeki en önemli suçlamalarından biri “Erdoğan bizi Batı dünyasından kopardı ve Asya’ya teslim etme yolunda!” temposu hazırlığı varken, motto, hangi sosyoloji üzere yükselecek?!

Kuşkusuz Sayın Erdoğan gibi bir büyük devlet adamı, tüm bu şüpheli ve mesafeli analizleri dikkate alarak mottonun altını doldurmak adına bir “çılgın proje” hazırlığı içindedir. Ayrıca gelecek yüzyıla ilişkin açıklayacağı başta vizyon belgesi olmak üzere tüm açılımların, söylemlerin mutlaka kitle psikolojisi, küresel farkındalık, millî mutabakat dili gibi “hesaplı-kitaplı” bir hazırlığı baştan yapılarak bu mottoyu ilân ettiği inancı AK Parti seçmeninde de vardır.

Ancak seçim çok yakında ve çılgın projelerin takvimi ile reel politikanın refleksleri arasında “seçim kaybettiren gerilimler” yaşanmaktadır. Öyleyse Erdoğan’ın söz konusu mottoyu dünyaya, özelde Asya dünyasına benimsetmesi ve hatta söylettirmesi gerekir. Bunun için de ortak çıkar ve stratejik ittifaklar üzerinden somut hedefler göstermesi icap ediyor.

Çünkü, dünya nüfusunun üçte ikisi Asya kıtasında yaşıyorken, dünyada yenilenen özellikle ekonomik dengeler Asya kıtası içinde güçleniyorken, Anadolu topraklarında var olan bin yıllık Türk Devleti ve onun toplumunun hafızasının kökleri Asya kıtasından geliyorken, Batı dünyası yükselişten duraklama dönemine geçmişken, Batı dünyasındaki tüm ülkeler her alanda Asya kıtasında yatırım-girişim-paylaşım kavgası içindeyken, “Türkiye Yüzyılı”nı Asya’yı unutarak gerçekleştirmek imkânsız.

Mottonun “Asya Yüzü” belki de vizyon belgesinin en çok merak edilen kategorisi ve yönü olacaktır.

15 Temmuz gecesine “tiyatro” deme rahatlığı gösteren bölünme sosyolojisi refleksine hepimiz tanık olduk.

“Türkiye Yüzyılı” aslında bir şemsiye motto

Haydi diyelim: “Türkiye Yüzyılı” mottosunun bölünmüş sosyolojiye rağmen kitlesel ölçekte benimsendiğini düşünelim. Asya farkındalığının bu mottonun enerjisi kılındığını görmüş olalım. Peki, bu mottoyu ülke dışında dünya ülkelerine ve halklarına nasıl söyleteceğiz? Gerçekten dünya Türkiye’nin önümüzdeki yüzyıldaki rolünün, etkisinin, gücünün farkında mı? Hatta “Erdoğan’sız Türkiye” hesabını yapanlar bunu başarırsa bu mottonun ömrü Erdoğan’ın siyâsî ömrü ile özdeşleşmeden bir millî motto kalacak mı?

Sanırım, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mottoyu daha çok dış politikadaki başarılar ve tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçişin getirdiği gelecek senaryoları bağlamında öngörerek kullanmayı tercih edecek. Çünkü son yıllarda iç politikadaki daralma ve seçmen nezdinde oluşan naif ilişkiler sebebiyle pergelin merkezini daha çok dış politika kadrajına oturtmak niyetinde. Hatta Erdoğan’ın devam etmesini isteyen ülke liderleri de bu mottoya destek verecekleri için Erdoğan bir bakıma ilk defa seçmeni dış politika başarısı üzerinden konsolide etme çabasına girişmiş gibi. Kuşkusuz bu da bir strateji ve tercih…

Ancak bu mottonun sahicilik derecesi ve samimiyet rengi ancak Türkiye dışından, hatta Türk vatandaşı olmayan halklar tarafından dillendirilmesi gereken bir motto.

“Türkiye Yüzyılı” eğer Türkiye’nin tek taraflı dünyaya ilân edeceği bir aşk değilse, hatta dünya keyifle ve destekle bu mottoya sahip çıkacaksa, o zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan bu mottonun omurgasını en fazla “Dışişleri Bakanlığı”na emanet edecektir. Ve belki de ilk defa millet, Türkiye’nin dünyada yapıp ettiklerine tanık olacaktır. 

Özellikle Cumhur İttifakı da bu mottoya sahip çıkacaktır. MHP, bu mottoyu kendi geleneğinin sloganı bildiğinden ayrıca memnun kalacaktır. Ancak bir seçim var ve bu memnuniyetin seçim kazandıracak bir rüzgâra ihtiyacı var. Bu rüzgâr, aziz milletin bu mottoyu anlaması ve ona sahip çıkmasıdır.

 

Kuşkusuz Erdoğan “Büyük, güçlü, etkin, bağımsız Türkiye” söylemini “Dünya, önümüzdeki yüzyıl Türkiye’yi konuşacak!” motivasyonuyla örtüştürerek seçimi kazandıracak “yüksek siyaset atakları” kullanacaktır. Rakiplerini “Millî meselelere kayıtsız siyasetçiler” tuzağına düşürücü enformatik yemler atacaktır. Devlet aklıyla toplum vicdanını buluşturucu “Şanlı tarih, muhteşem yükseliş!” temposunda milliyetçi ufuklar çizecektir.

“Türkiye Yüzyılı” aslında bir şemsiye motto. Bu şemsiyenin açılmasını sağlayacak “şemsiye telleri” gibi birçok proje, kampanya ve işbirliği gerekmektedir. Hatta bu şemsiye açılışını sadece Dışişlerine, bakanlıklara, İletişim Başkanlığı’na bırakmadan, milletçe, resmî ve sivil kurum ve de kuruluşlarıyla zenginleştirmek icap eder.

Ancak Millet ve Cumhur ittifaklarının siyâsî gerilimi getirdiği iklimde, ekonomik daralmanın günlük hayatı kriz dalgasına tuttuğu sosyolojide, Osmanlıcı-Cumhuriyetçi kültürünün en kışkırtılmış seçmen dokusu tavan yapmışken, “Türkiye Yüzyılı” dilinin geniş kitlelerce kullanılmasında ciddi zorluklar giderilmeden hangi motivasyonla ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan başka ülkelerin vatandaşına hangi iletişim ağı üzerinden “Türkiye Yüzyılı” dedirtebileceğiz? Sanırım tüm bu soruların cevabı hazırlanmış olmalı ki, motto ilân edildi. Aslında birçok cümlemizin sonunda soru işareti olması, cevaplandırılması amaçlı sorgular değil; hazırlığı tamamlanmış olması gereken kategorilere, parkurlara işaret ediyoruz.

Yok, eğer mottonun yol haritasını hazırlamaktan sorumlu adresler, zaten uykusuz gecelerin sonunda bu mottoya karar vermişlerse ve lidere söyletmişlerse eğer, o zaman keyifle koltuklarımıza kurulalım ve perdeye yansıyacak “Türkiye Yüzyılı” vizyonunu izleyelim!

Sonuç

Evet… Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, bölünmüş sosyoloji, Asya yabancılığı ve çok kutuplu konjonktürde bu mottoyu nasıl bir yol haritasıyla besleyeceği noktasında tüm hazırlıklarını tamamlamış olmalı ki, cesurca ve keyifle bu ilânda bulundu ve de keyifle vizyon belgesini açıklayacak.

Türkiye’yi yirmi yıldır yöneten ve dünya siyasetindeki tecrübesiyle birçok konuda stratejik hamle yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inanıyoruz ki, “Türkiye Yüzyılı” eksenindeki tüm açıklamaları kimsenin itiraz edemeyeceği hedefleri, millî jargonları, politik kuşatıcılık dilini taşıyor olacaktır. Ancak bu motto sadece 29 Ekim’de bir kutlama konuşması metni değilse -ki değildir- o zaman bunun sosyolojisi, millî refleksleri ve en önemlisi dünyaya bunu söyletmenin enformatik ve diplomatik ön çalışmalarının hepsi ciddi mesafe almış olmalıdır.

Değilse… Cumhuriyet’in 100’üncü yılı anısına böylesi bir hediyenin süslenmiş kutu kısmının heyecan verici, içini açınca sadece son yirmi yıldaki büyük projelerden oluşmuş bir hükûmet icraat lansmanı ile sınırlı kalması, bir hayâl kırıklığı yaşamaya sebep olabilir.

Oysa 2023 Seçimleri ya hayâl kırıklığı sebebiyle iktidarın değiştiği ya da tüm yaşanmışlıklara rağmen güçlü ve gerçekçi yeni hayâllerin heyecanı oluşursa “Durmak yok, yola devam!” kararının alındığı seçimler olacaktır.

“Türkiye Yüzyılı” dili, ülkesini seven herkesin ruhunu okşar. Milleti yüceltici her ufuk ve dil, toplumsal mutabakata çağrı etkisi yapar. Ancak 2023 Seçimleri’ne Türkiye’nin giriş tarzı ve dünyadaki gelişmelerin Türkiye üzerinde yürüttüğü operasyonlar dikkate alındığında, “Güçlü Liderle Türkiye Yüzyılı” söylemi, söz konusu ettiğimiz fay hatları hesaba katılmadan yürütülürse; korkarız ki, sadece Cumhur İttifakı’nı seçim sahasında ve sadece kendi seçmenini konsolide edecek bir “ittifak jargonu” etkisi ile başlar ve sonlanır.

Kuşkusuz Erdoğan’ının ilân ettiği bu mottonun çağrıştırdığı ideallerin, hayâllerin ve vizyon belgesinde yer alan kampanya dilinin, kamu farkındalığına sunulmasında ve enforme edilmesinden sorumlu adreslerin büyük ihtimâlle uykuları kaçmıştır. Çünkü çok büyük bir iddia var ortada.

Yok, eğer mottonun yol haritasını hazırlamaktan sorumlu adresler, zaten uykusuz gecelerin sonunda bu mottoya karar vermişlerse ve lidere söyletmişlerse eğer, o zaman keyifle koltuklarımıza kurulalım ve perdeye yansıyacak “Türkiye Yüzyılı” vizyonunu izleyelim!