Bir söz, bin mânâ

Kelimeler ile haşır neşir olurken konuştuğumuz her sözü ilmek ilmek işleyeceğiz. Öyle ki, kelimelerden duvarlar inşâ edeceğiz. Önce kalplerimizi, sonra sözlerimizin içini dolduracağız.

KELİME bazen maddeleşiyor sanki. Kelime kırar, keser, acıtır ve neredeyse öldürür insanı. Kelimelerin ağırlığından nefesimi almakta zorluk çektiğim zamanlarım var benim. İfade edersen karşındakine, yük biraz hafifler sanki. Ama edemezsen, o zaman o yük bin mânâ ile aşılmaz bir hâl alır.

Düşüncemizi veya derdimizi en güzel kelimeleri kullanarak ifade edebilmek ne zarif bir mertebedir. Kırmadan, dökmeden, incitmeden, kelimenin ardında tamamlanmamış boşluklar bırakıp o boşlukları dolduran kişide bir endişe bırakmadan ve en mühim olanı da ağzımızdan çıkan birkaç söz ile vebal almadan konuşabilmek ve konuştuklarının arkasında her daim dimdik durabilmek ne sağlam bir karakterdir.

Nedir söze bu derece güç veren peki? Söylerken yüz ifadelerimizdeki sertlik mi? Yoksa karşılıklı konuşmada takındığımız üslûp mu? Ya da sözü söyleyen kişinin ekonomik-etnik durumu mu? Veya binbir tecrübe ile elde edilmiş yerli yerinde bir tavır mı? Ne dersiniz, hangisi daha anlam katar bir söze, insana ve hatta insanlığa?

Söz, tek başına cansız bir şeyken söylenen kişi ile bir anlam kazanır. Adeta can gelir ona. Onu söyleyen kişinin ruhundan izler taşır. Bundandır bazen aynı kelimeleri bir başkasından duyduğumuzda oluşan ruhî yakınlık. Bazen saatler sürse anlatamadığını bir başkasına tek bir söz ile anlatabilirsin. O zaman demek oluyor ki, sadece sözdeki anlam yetmiyor anlaşılmaya; bazen onu daha da mânâlı kılan bir hissiyat gerekiyor. Hatta aynı kelimenin bir değil, binbir mânâsı olabiliyor.

Kelimelerle gönül inşâ edebileceğimiz zamanlardayız. Gönül inşâ edebilir veya gönül yıkabiliriz. Ülkemiz adına sosyal ve siyâsî anlamda her türlü zorluğu ancak yürekten söylenen ve davranışlarımız ile de desteklenen sözlerimiz ile atlatabiliriz. Çünkü insan olarak adeta buna muhtacız. Görünmek ve göstermek adına değil, bir yerlerde bizimle aynı hissiyatı paylaştığını göreceğimiz sözlere muhtacız.

Bazen dilimizde bir düğüm olup anlatamadıklarımızı bir yerde bir söz, bir yazı görünce hafifleriz. İşte kelimelerin mucizesi budur. Bazen görerek, bazen işiterek, bazen de okuyarak iç dünyamızı keşfeder ve o zaman biliriz ki, bu dünyada yalnız değiliz ve bir yerlerde bizim gibi düşünen, düşündüğünü ifadeye dökebilenler var.

Yalnız olmadığımızı en çok da dua ederken hissederiz. Tüm günahlarımız ve hatalarımızla bizi her şeye rağmen bir işiten ve gören var. Her hâlimizi kayda geçirenler var. Tedirgin olup endişe etmeye gerek bile yok. Çünkü ölümden sonraki hayatın varlığına iman etmişler için bir hesap günü var.

Dua ederken en çok da nazımızın bir tek O’na geçeceğini hissederek tüm çaresizliğimiz ile bir sığınma talebiyle yakarışta bulunmak ve kalbimizden geçenleri kelimelere dökmek dışında başka ne huzur verir ki bize? İnsanın en aciz kaldığı durumlarda bile elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra sadece Yaratan’a havale etmenin vereceği içsel huzur, kendini ifade edebilmişlik, inananlar için en güzel kurtuluş yoludur.

Sözün de ağırlığı vardır. Kişi bazen söylediği sözlerin ağırlığını taşıyamaz. Yani ahde vefa gösteremez. Dolayısıyla insana vefa göstermeyen, Rabbine verdiği söze de vefasızlık etmiş olur. Ki bu söz tâ Bezm-i Elest’te verdiğimiz söze kadar dayanmaktadır. Bu, insanın tek yönlü bir varlık olmadığının temel göstergesidir. Maddî ve manevî, duygusal, fiziksel ve sosyal daha birçok yönü olan insanın sosyal ve duygusal iletişiminin türlü boyutunu ihtiva eder. Bazen kısa ifadeler, bazen duygusal sözler ve bazen de hissiyata dayanan binbir mânâlı kelimelerden geçer insan. Bu arayışı ömrü boyunca sürüp gider.

Sözün en mânâlı hâli nedir? Şiirin en mânâlı hâli yoktur; şiire anlam kazandıran binbir his vardır. Misâl, şiir onu yazana değil, okuyana aittir. Çünkü şiir, okuyan kişinin adını bir türlü veremediği duyguların kelimelere ahenkle yansımasıdır; en süslü ama en açık hâli, en derin ama en anlaşılır hâli ile şiir, kelimelerin adeta doruk noktasını yaşadığı yer değil midir?

Sözü söyleyebilmek kadar, onu dinlemek de ayrı marifettir. Öyle aktarmıştır Ubeydullah Ahrar Hazretleri. Der ki, “Dil kalbe bakar, kalp ruha teveccüh eder, ruh taraf-ı İlâhiyeye… Bu yoldan gelen söz, arifin dilinden hikmet olarak dökülür. Nasibi olanların kulağından kalbine ulaşır”. Dolayısıyla bu her daim böyledir. Sözü söylemek kadar dinlemek, dinlemek kadar da onu kalbe ulaştırabilmek bir nasip meselesidir.

Sanırım bu yüzden Mevlâna, kıymetli eseri Mesnevi’ye “Bişnev” (Dinle) hitabıyla başlar. Dinleyeyim, ama neyi? “Dinle neyden duy neler söyler sana/ Derdi vardır ayrılıklardan yana” beyti ile dinlemenin insanın kendini bulmasında bir araç olarak verilmesi ilgi çekicidir. Demek ki kâinatta yer alan anlam, zaman zaman dinlemekten geçiyor. Kendini, tabiatı, söyleneni ve en mühim olanı da Yaratan’ın bize emrettiklerini… Dolayısıyla kelimeler ile haşır neşir olurken konuştuğumuz her sözü ilmek ilmek işleyeceğiz. Öyle ki, kelimelerden duvarlar inşâ edeceğiz. Önce kalplerimizi, sonra sözlerimizin içini dolduracağız.

İsmet Özel’den mısralarla, sözlerimize son kıymetini de yine şiir ile verelim: “Sana durlanmış kelimeler getireceğim/ Pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler/ Kelimeler, bazısı tüyden, bazısı demir/ Seni çünkü dimdik tutacak bilirim/ Kabzenin, çekicin ve divitin/ Tutulduğu yerden parlayan şiir.”