15 Temmuz itibariyle
siyasî gündemin saniyelerle değiştiği, kimi FETÖ mensubu hain işgalcilerin
gözaltına alındığı, kimi tutuklamaların vuku bulduğu, hain örgütün
müntesiplerinin açığa alındığı, bir dolara vatanını satanların yurtdışına
kaçtığı, milletimin kanıyla, canıyla, hürriyet sevdasıyla mertçe mücadele
ettiği, meydanlarda nöbet tuttuğu şu günlerde, siyasetin nabzını tutan,
alanında tek olan Haber Ajanda(mız) için hazırladığım bu çalışmaya hayattan
memattan, filmden operadan dem vurarak başlamak, olup biteni ciddîye almadığım
intibaını oluşturur mu bilmem…
Efendim,
ciddîye almak şöyle dursun, sağım solum, önüm arkam hain işgalcilerin haberleri
ve sesleriyle, yetmedi zihnimde panzer izleriyle, kurşun yaralarıyla
kuşatıldığından, aklım fikrim her daim teyakkuzda!
“Aman
bir daha kanmayalım, aldanmayalım!” dikkati içindeyken, alıştığımız gazete
manşetleri, işittiğimiz ana haber bültenleri üzerindeki ülfeti kaldırıp bir
parça kültür eksenli değerlendirme ile ezber bozmak diledim. Bozalım ki,
yüreğimizi hoplatan hezeyanlarımız heyecana kalbeylesin! Bozalım ki, taze
tebessümler süslesin yüzlerimizi, tazelenelim. Bozalım ki, şükrünü eda etmeye
güç yetiremeyeceğimiz bu “kurtuluş menkıbemizin” sevinci yüreklerimize su
serpsin!
Hangi
bozukluğu atsak havaya, yere düştüğünde görünen yüzü ya yazı olacaktır yahut
tura. Malûm ifadeyle, her madalyonun bir görünen, bir de ardındaki yüzü vardır.
Bunu pekâlâ hepimiz biliriz ve aynı maharetle bu bilgiyi ihmâl eden de biziz.
Fakat bu ihmâl, işgal gecesi ve sonrasında canını dişine takarak vatanı uğruna
kendini, ailesini feda etmeye amade olarak sokağa çıkanlar için bile isteye bir
ihlâl değil. Kastî bir boş vermişlik hiç değil! Ancak imtihana vesile, idrake
davetiye hükmünde sonuçlar bahşedecek “kader ve kaza”lardır ki, amentümüzü
tazelemeye vesile olacak inşallah! “Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna” iman,
nefislerimize diz çöktürür ya hani, önce eseflensek de sonrasında Rabbimizin
sakladığı hayr ile buluşunca teşekküre durur ya kalbimiz, işte vakit, o
vakittir şimdi!
Öyleyse ihanetin bile üslûbuna ihanet edecek seviyedeki bu hain işgal öncesine biraz göz atalım, sonra tebessüm ederek küçük anekdotlara değsin gözlerimiz. Biraz gülümseyelim. Daha sonra koltuğumuza yaslanıp ihanet ile işgalin pîri FG’nin şizofren eğilimlerini ve illüzyonist reflekslerini analiz etmemizi sağlayacak bir film izleyelim. Ve muhtemel izlediğiniz, fakat teyakkuzda olmak için yeniden seyretmenin yük olmayacağını düşündüğüm bir opera ile ihanetin Batılı versiyonuyla tedbir hissiyatımızı güçlendirelim.
Sıradan hayatın
içine sirayet eden şizofrenik terör ve tedbir
Malûmunuz,
sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş. Etrafımda üflemekten hâsıl olmuş
bir rüzgâr durmadan esiyor. İşte o üfleyişlerden esprili birkaç örnek!
Can
dostum, ağaca tırmanmış erik topluyor. “Aman dikkat, düşeceksin!” diye
gayriihtiyari bir uyarı cümlesi ve hemen ardından mırıltı hâlinde ihtiyatî bir
dua dökülüyor dudaklarımdan: “Hafazanallah!”
Ağacın
tepesinden dostum keyifli bir sesle, “Aman aman, bana paralelci ağzıyla dua
etme! Ben AK gönüllüyüm, düşmem. Beddua edenler düşsün!” diyor. Hım! Hâlbuki
“Hafazanallah!” ne güzel duadır. Alınca böyle bir dua, alana “Âmin” demek
yakışır. Eyvah, paralel örgüte kaptırırmışız bu hakikat tespihini…
Elde
var bir!
İkinci
üfleme: Atölyemizde, öğrencilerimin doğum günleri şükür dualarıyla kutlanır.
Bahar Çiçekleri minik, masum ellerini açar, ben onlara dua ederim. Onlar da
cıvıldayan kuşlar gibi “Âmin” derler. Buraya kadar her şey tamam! Bir gün yine
böyle bir dua vaktimizde, şefkatimin, sevgimin, umudumun çokluğunda kaybolup
pek çok şey diledim Rabbimizden çiçeklerim ve gelecek zamanları için. Muhtemel
cümlemin içinde, “Rabbim, himmet ile diliyoruz!” ifadesi geçmiş olmalı ki, dua
biter bitmez Doğa’cığım, “Hocam, para mı toplayacağız!” demez mi? Hay aksi!
“Himmet” kelimesini kullandığım doğrudur, ancak “kalbin bütün kuvveti ile
Cenab-ı Hakk’a ve sair mukaddesata yönelmesi; kalp isteği ile gösterilen ciddî
gayret” anlamlarında kullandığımın şerhini, bu kelimeyi paralel örgütün
zimmetine geçirdiği için yapacağımı kırk yıl düşünsem akıl edemezdim.
Buna
onlarca benzer örnek verebilirim. Yüksünmem, can dostuma “Hafazanallah!” demeye
devam eder, bu kutlu, bu mübarek tespihten yine de feragat etmem!
Doğa’cığıma
“himmet” kelimesinin maskeler takıp soygun oturumları düzenleyen ve
topladıkları paralarla “himmet” makamını satan işgalci örgütün kullandığı
biçimde kullanmadığımı izah edebilirim. Hatta bu trajikomik gerçekleri espri
haneme de yazabilirim.
Fakat…
İlk
kez tanıştığım bir hanımlar topluluğunda sorulan bir soruya verdiğim, “Son
asır, tereddütler asrı… 90 yıl önce dilsizleştirildik, şimdi dinsizleştirilmeye
çalışılıyoruz! Yüz yıldır bu coğrafya üzerinde dışarıdan ve içeriden baskılar,
plânlar, sosyal medya ve basın aracılığı ile oluşturulan algı operasyonları ile
yeni neslin tereddüt içinde kıvranması normal…” diye devam eden cevabımın
ardından, ince uzun, gayet şık genç bir hanımın yanıma yaklaşıp, ellerimi
avuçlarının içine alıp, “Allah razı olsun, hâlâ aramızdasınız!” demesine
itirazım var!
Onlar
nerede ve kimler ki ben onların arasındayım? Burası neresi, siz kimsiniz?
“Aranızda?” diye sorunca aldığım cevap şu: “Çok terk eden oldu Cemaat’i, sizin
de nifak grubu AKP (!) ile olduğunuzu duymuştum. Hocamızın ‘Asrın Getirdiği
Tereddütler” kitabına atıf yapınca anladım ki bizimlesiniz!”
Bak sen?! Demek “asır” ve “tereddüt” kelimelerini de kaptırmışız! Yok öyle dava! “Amin, amin de… E yanlış anlamışsın güzel kardeşim! Birincisi, ben atıf yapmam, efeler gibi kiminleysem onunla yan yana durur, onunla olduğumu ima değil, ifade ederim. İkincisi, üzerine basa basa söylediğin o AK Partililer, halkın cebindeki gazete parasına bile tenezzül edip soygun yapanların korkulu rüyası artık. Aranızda değil, uzağınızdayım” der demez, ne olsa beğenirsiniz? Armut dibine düşer… Tembel öğrencinin, “Hocasının eylediğini, söylediğini taklit etmek, araştırmaktan evlâdır” düsturu ile genç kadın, Besmeleyi çekip “Allah be...” diye bedduaya durmasın mı? Maazallah!
Şimdi,
hayata yansıyan bu üç örnekteki kelimeleri bir cümle içinde kullanıp duaya
duralım ve bahsi diğer örneklere geçelim:
Güzel
dostlar, son asrın en büyük tereddüdü FETÖ’nün tezgâhladığı, zihin ve inanç
terörüdür. “Rabbim, himmetimizle hakikatin peşine düştük, Sen muhafaza edensin,
koruyansın, Sen ‘Hafazanallah’ deyip sığındığımızsın, bizi bu çöllerde
mahvettirme! Dinimizi, vatanımızı, bayrağımızı, Reisimizi, AK Gönüllüleri,
milletimizi şer üzere yapılan plân ve tuzaklardan muhafaza buyur!” (Âmin.)
Bu
bölümü şu inanmışlıkla bağlayabiliriz artık: Rabbimiz Hz. Âdem’e harfleri ve
kelimeleri ikram etti. Bu ikramın tezahürü ile melekler Hz. Âdem’e secde etti.
Bir şeytan hariç... Ve Âdemoğulları olarak o gün bugündür önce dil, sonra din
ile şereflendik. Öyleyse inandığımız din İslâm’dan, aslî kaynaklarımızdan
süzülmüş her bir kelime mü’minlerindir, benimdir, bizimdir! Kimsenin eylediği,
bu kutlu kelimeleri kirletmeye güç yetiremez, yetirmemeli! Her şeye Kadir olan
Rabbe sığınıp O’ndan bize lütuf olan “din”imizi ve “dil”imizi kaybetmekten yine
O’na sığınalım. Zira dilimiz, dinimizin resmidir; yitirirsek insan
olmaklığımızın sorumluluğu olan ve kulluk vazifelerimizin başında gelen “emr-i
bil maruf, nehy-i anil münker”i de yitiririz. Hafazanallah!
Sonra yakın tarih
ve ihanet makyajları
Rabbe
sığınmış ve birkaç sancılı espriyi aktarmışken, kayıtlara geçmiş bilirkişi
tanımlarından şu anekdotu düşelim ki, yazımızın başlığı ile muhtevası arasında
bağ kurulabilsin: “Şizofreni hastaları, hasta olduklarını düşünemezler.
Etraflarında olup biten her şeyi herkesin kendileri gibi yorumladığına,
anladığına ve algıladığına dair genel bir kabul üzeredirler. Bu durum, tedavi
süreçlerinin ilk döneminde büyük handikaplara yol açabilir…”
Evet,
yazımızın başlığını “Şizofrenik İşgal ve FETÖ’den Paralel İhanet” olarak
belirledik. Genel kabul “paralel yapı” iken, söz konusu organizasyonu
şizofrenik vaka olarak görüp ihaneti paralelden saydım. Çünkü yakın tarihe
dönüp baktığımızda ilk şizofren eğilim, FETÖ’nün kat ettiği yolculukta öncelikle
“dindarmış” gibi zannedilmesinde-zannettirmelerinde(!), yani bunu empoze
edebilme maharetlerinde yatıyordu. Üst akıl tarafından iyi yetiştirilmiş bir
illüzyonist edası ile içimizdenmiş gibi yaparak zihinlerimizi etkiliyorlardı.
Hain FG partiler arası raks ediyor, müntesipleri dinliyor ve FG’nin aldığı her
kararında hikmet arıyorlardı. Girdikleri ortamı kendileştirip örgütün kadrosunu
da bu inanmışlıkla genişletiyorlardı.
Ya
bizler? İyi niyet cenderesi içinde sıkışıp kalmış kabullerimizle sessiz ve imtinalı
eleştiriler ile aklımıza yatmayanı, bir yatan kulp bulup tutarak teselliye
gidiyorduk. Çok sahiciydiler! (Değil mi?) Öyle ki, onların şizofrenik
eğilimleri uzun yıllar toplumu da şizofrenik bir kabule sevk etmişti. (Çünkü
onlara inanmıştık!) Şizofren akıl cüretkârdır, kendinden başka otorite tanımaz!
Bu perspektiften değerlendirme ihtiyacı duymayarak, inanç ve zihin terörünü 40
yıldır içimizde barındırdık.
Dershaneler
olayı, Gezi vakası ve 17-25 Aralık olaylarına kadar da bu inanmışlığımız su
yüzüne çıkmayacak kadar derindi. Ki o vakte kadar, 12 Eylül 1980 sonrası
başlayan, 1990’lı yıllara kadar “hizmet ehli bir cemaat” görünümünü koruyan
(yahut ABD’ye satılıncaya kadar öyle olan) Fethullahçı oluşum, 1993 itibariyle
gözle görülür ve fakat iyi niyet algısına sahip bizlerin fark edemediği hızlı
bir değişime uğramıştı. Ta ki 2009-2010 yılları arasında Oslo görüşmelerinin
Emniyet İstihbarat’a sızdırılmasına kadar...
Demem
o ki, değişim ve dönüşümünü gözler önünde sergileyen bir oluşum vardı ve
bizler, tam 40 yıl sonra ayıkıp bir paralel ihanetin çözümlemesi için düğmeye
basılışını izliyorduk. Öyleyse bugün FETÖ olarak tanımlanan bu ihanet örgütünün
toplum içinde şizofrenik mikroplar olarak yuvalanışını 40 yıllık bir uyuklama
dönemi olarak geçirmişsek, Pensilvanya güdümlü şizofrenik örgüt, Türk toplumu
üzerinde müthiş bir psikolojik ve zihinsel “yansıma” modeli ile algı
operasyonunda illüzyonist refleksleriyle başarılı olmuştu.
Bizim
inanmışlığımız (kandırılışımız) için, “Kendilerini normal addeden şizofrenlerin
sağlıklı toplum üzerinde uyguladıkları plânlı, programlı ve çok başarılı
davranış motifleri ile toplumu şizofrenleştirme gayretlerinden hâsıl olan bir
durumdur” diyebiliriz. Yani bizler de “akletmek” mükellefiyetimiz cihetinden
bakılınca pek masum değiliz.
Şizofreni,
aslında tastamam tedavi edilebilir bir hastalık olmamakla birlikte, hastanın
durumunu kabul etmesi ve tedaviye gönüllü olması durumunda hayata uyum
sağlaması mümkün bir rahatsızlık. Hasbelkader bu rahatsızlığa duçar olanları ve
tıbbî kontrol ile hayata tutunanları tenzih ederek bu hastalığın bir başka
boyutuna daha değinmek istiyorum. İlerleyen satırlarda detaylarına temas
edeceğim “The Solist” (Virtüöz) isimli filmi izlediğinizde sizlerde
göreceksiniz ki, şizofreniye yakalanmış akıllar ya Tanrı’ya kafa tutar yahut
idollerini ve rol modellerini sık sık değiştirir ve yeni tanrılar edinerek
halüsinasyonlardan mülhem hayatlarında soluk alırlar. Aslında belli etkenlerle
ölçü ve muvazenesini yitiren akıl, kendinden başka bir otorite tanımaz. Yaratıcı
bir otoritedir ve O’na da meydan okuyarak ortak (şirk) koşabilir. Ve bu tür
akıllar şirk üzere olduklarından, bunların “müşrik” olduklarını söyleyebiliriz.
Onlara, olması gereken doğruyu, gerçeği, hakikati anlatmak kolay değildir. Bu
perspektiften hareketle yakın tarihten günümüze FETÖ seyrine şöyle kısaca
bakalım…
Onlardan değildim! Hiç olmadım! Fakat onların okullarından birinde görev yapıyordum. Yıl 1992… Cemaat, genel itibarla DYP’li idi. İstanbul’da gayet mazbut bir özel okul yaptırılıyordu ve ben, inşaatından itibaren hasbelkader işe alınmıştım. Mazbut bir bina... Mazbut eşyalar, araç ve gereçler ile hazırlanmıştı okul. Bir yıllık eğitim-öğretim sonrasında Ali Coşkun isimli bir vatandaşın 1992’de bağışladığı arazi üzerine, “Bulunduğu semtin ilk gökdeleni” diyebileceğim bir bina, bir yıl içinde yükseliverdi. Bu, İstanbul’da inşa edilen ve açılan ikinci kolejdi. Konforlu, şık, masraftan kaçınılmamış bir özel öğretim kurumu… 1995 seçimlerinde Ali Coşkun ANAP Milletvekili, örgüt de ANAP’lı oluvermişti. Gülen, artık Tansu Çiller’le değil, Mesut Yılmaz’la görüşüyordu.
Ben,
bu değişim ve gelişimi “Cemaat, arkasını bir siyasî partiye dayadı” diye
yorumlamıştım o genç aklımla. Fakat anlamlandıramadığım bir zenginlik hâsıl
oluvermişti çalıştığım kurumda. Meselâ çalışan öğretmenlerin arabaları artmıştı
otoparkta. Kırmızı halılar, son model arabalar, fıskiyeli, şelaleli
yemekhaneler...
Fakat
aynı dönemde Bosna-Sırp Savaşı’ndan kaçan mültecî Boşnaklar ağırlanıyordu
okulun yatakhanesinde. Ve bizler siyasî zikzaklardan çok, bu vicdanlarımızı
titreten savaş gerçeğine ve zulmün İstanbul’a yansıyan izdüşümüne
odaklanmıştık. (İlk makyaj!)
Ve
derken mısır patlağı gibi artmıştı okullar ve dershaneler… 1994 sonunda STV
açılmıştı. (Algı operasyonu, o gün bugündür 22 yıllık bir maziye sahipmiş
meğer!) Uzatmayayım efendim, çok merhâleli, koalisyonlu bir dört yıl
sonrasında, 1999 genel seçimleri arefesinde, beni ve benim gibi düşünenleri
şaşkına çeviren bir talimat gelmişti. “Oylar Bülent Ecevit liderliğindeki
DSP’ye verilecek!” Verildi de...
Ve
13 Şubat 1999’da, Kürdistan İşçi Partisi Lideri Abdullah Öcalan tutuklanarak
Bülent Ecevit kahraman ilan edildi. Dönemin Cemaat’i, bugünün FETÖ’sü, DSP’yi
desteklemekle ne iyi etmişti! (Bir başka makyaj...)
Bu
tutuklamanın hemen ardından Mart ayında, FG, ülkenin mazisinden ideasına,
davasından inancına ne varsa (meğer) satmak için niyet ederek çekip Pensilvanya’ya göç ediverdi. Yoksa
kendisi göç etmeyip göç mü ettirildi? Üst aklın kuklası FG, PKK’nın lideri
Apo’ya karşılık mı göçürüldü? Madalyonun görünen yüzünde seyrettiğimiz, PKK
lideri Apo’nun derdest edilerek terör belâsının belinin kırılmasıydı. Bu büyük
bir hamleydi ve milleti hipnotize edecek kadar alımlı bir makyajdı. Terör son
bulacaktı çünkü...
Fakat
işin aslı öyle değildi. Madalyonun öteki yüzünü o vakitler görememiştik. Apo
Yassıada’ya kapatılmış, Feto Pensilvanya’ya göçürülerek yeni ve uzaktan
kumandalı, üstelik yüzyıllardır İslâm’ın sancaktarlığını yapmış, milletimizin
üzerinde inanç terörü ve PKK ile işbirliği, başka İslâmî referanslı terör
örgütlerinin oluşturulması, kamu kurumlarının işgali, devletin finans
kaynaklarının tasarrufunu ele geçirme gibi daha pek çok alanda hain işgallerine
zemin hazırlayacaklardı.
Görünürde
Apo yoktu ama Pensilvanya’da yeni ve çok daha işlevsel etkiler yaratabilecek
bir Feto vardı. Üstelik terör literatüründen değil, din terminolojisinden
hareket edilecekti ve bu oluşumla mücadele edilmeyecek, dağ bayır
saklanılmayacak, konfor içinde olacaklar ve hatta onlar için alan sağlanacaktı.
Çünkü din, bizim yumuşak karnımızdı.
Tüm
bunları kurgulayan üst aklın dünyaya tamahı da şizofreniktir. Putları para olan
bu üst akıl, mühendislik hesaplarıyla liderler yaratabilir. Çünkü şirk,
şizofrenik bir özgüvendir.
Müslüman
coğrafyamızın topraklarını, insanını ve dinini hedef alan bir örgütlenmenin
startı işte tam o vakitte, 1999’da verilmişti! FG gelecek zamanlarda pek çok
girişimde bulunacaktı ve yer yerinden oynayacaktı. Onlar kollarını kaldırdı,
iki ağaç için alanlara döküldüler, fakat devletimiz ve milletimiz bu oyuna
gelmedi. Meğer o vakitler benim “Cemaat sırtını bir partiye dayadı!” zannım,
“Cemaat dinini, vatanını, milletini ABD’ye sattı!” şeklinde evrim geçirmiş ve
fakat ben/biz ayıkamamışım(z).
FG,
1990-1999 yılları arasında Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent
Ecevit, Abraham Foxman, Morton Abromowitz, Papa II. John Paul gibi tanınmış din
ve devlet adamlarıyla yaptığı görüşmelerle dikkat çekiyor, “dinler arası
diyalog” yedi düvelde umut yeşertiyordu. Durumdan vazife çıkaran FG’nin bu cengâver
yaklaşımını kimse sorgulamıyordu. Neden? Bu görevi ona kimler tevdi etmişlerdi?
Nereden almıştı bu yetkiyi? Himayesindeki cemaat mi vermişti bu cesareti ona,
yoksa dış mihraklı bir üst aklın elinde miydi ipleri? Sormadık!
Musevî ve İsevî din adamaları ile kurulacak dinler arası diyaloğun Maide Sûresi 51. Ayet-i kerimesine mugayyir olduğunu hatırladık mı? “Ey insanlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır! Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.”
Devam
edelim…
FG,
Pensilvanya’ya transfer (!) olmadan önce davalıktı. Kiminle? Cumhuriyet
Gazetesi ve Hikmet Çetinkaya ile... Davayı kazandı ve 150 milyonluk hak ettiği
tazminatı Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’na bağışladı. (Nasıl makyaj
ama...)
Sonra
AK Parti kuruldu. FG ve cemaati, 2002-2012 yılları arasında tam 10 yıl AK
Partili oldu. Ve işte bu dönem, Amerika, Büyük Britanya, Avrupa ülkeleri,
elbirliği ile iplerini çekerek oynattıkları kukla FG’ye ihanet plânını hayata
geçirme emrini verdi. Sükûn, barışçıl fakat bir o kadar derin süreç başlamıştı.
Mikroplar yuvalandı, yayıldı ve devlet kurumlarında yetkili makamlar ele
geçirilerek işgalin altyapısı hazırlandı.
Okulları
ülke sınırlarını aştı, 105 ülkeye yayıldı. Çalınan sorularla “en başarılı”
dershaneler, en yetkili memurluk makamları artık onlarındı.
Bu
arada güzelce uyutuluyorduk! Bize ninniler söyleyip saf akıllarımızı uyutacak
masallar anlatılıyordu çünkü. Hatırlayınız, Türkçe Olimpiyatları’nda şarkılar,
türküler ezberlemiş kıtalar ötesi çocukları TV ekranlarından izleyip nemli
gözlerle bir medeniyet tasavvuru kuran bizler değil miydik? Kendi hastalıklı
inanışlarını algı operasyonları ve İslâmî maskeleri ile bağışlayın ama çoğumuz etkilenmiyor
muyduk?
Yakın
tarihimize bakmaya devam edelim…
Yine
2013 yılında seçilmişlere darbe girişiminde bulunan ve AK Parti’den vazgeçerek
2014 Mart ayına kadar CHP ile yarenliğini sürdüren de FETÖ idi. Derken bir de
baktık ki, tek çatı altında toplanmış, farklı renklere haiz bukalemun misâli,
siyasî mecrada hareket alanı oluşturan ve başına Ekmeleddin İhsanoğlu’nun (Sahi
o nerelerde şimdi?) getirildiği “Çatı” çözümünü desteklemişlerdi.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için tutunmadık dal, uygulamadık çözüm kalmamıştı ve
“göklerden gelen karar” bu şizofren örgütü, ipi çekilesi zamanlara
sürüklemişti.
Müsterihti
FETÖ ve de ihanet akdi yaptıkları ülkeler; zira yedek bir formülleri daima
vardır ve uygulamaya koymak, onlar için bir ateri oyunu kadar kolay ve eğlencelidir.
İşte
bu yüksek özgüven ile yeni kukla Meral Akşener’e görevi tevdi edildi! Akşener
meydan okudu medyanın karşında. Yüzbinleri yürütecekti. Ve FETÖ, denemediği
yöntem, işbirliği yapmadığı siyasî parti kalmamacasına tüm kozlarını oynamaya
ant içmişti. Belliydi...
Hastalıklı
emellerine vasıl olmak için doğruyu yanlış, yanlışı doğru ile takas eden ve
bunu hak, hakkaniyet ve haklılık çerçevesine yerleştiren akıl, şizofren bir
uygulamadan başka bir şey değildi. Derken bir gece vakti bu necip millet,
vatanının işgaline şahit edildi. Ne fazilet, ne merhamet kalmıştı FETÖ’nün
imamları “1 USD”lik sözleşmeyi cüzdanlarına yerleştirdikten sonra…
Üslûpları,
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın vahyettiği Kur’an’dan, taktikleri Vatikan’dan
aldılar ve aslını neslini satmışlığın zirvesine ulaştılar! Yoksa nasıl silah
doğrultabilir insan kendi vatanında, silahsız, elinde al bayrağımız olan
milletimize? Doğu’yu küçümseyip Batılı olmanın şımarıklığıyla aslını inkâr eden
satılmışlar, şarjöre mermi sürmekten imtina etmediler! Çünkü “Onlar biz(den)
değil, bizi yok etmeyeli ant içmiş hainler”di…
Genel
kabulleri ve teamülleri yıkılan şizofren teröristler, muhtemel cinnetin
eşiğinde kıvranıp yeni plânlar yapıyorlardır şimdi.
Saplantı
hâlinde, yüzyıllık plânlarının 40 yılı heba oldu. Fakat durmayacak,
durulmayacaklar! Önümüzdeki 7 yıl, bu coğrafyanın sınırlarını yeniden cetvelle
çizme hayâllerini suya düşürmemek için farklı yöntemler deneyecekler. Rabbim
fırsat vermesin! Çünkü onlar için bu ülke bir korkulu rüya, bir kâbus! Bölüp
parçaladıkları, bir avuca sığdırdıkları küçük lokma hâline getirdikleri
Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından sonra imzalanan antlaşmaların miadı dolmak
üzereyken, silkelenerek kendine gelmeye, şanlı geçmişindeki dirayete rücû
etmeye başlamıştı. Bu ülke durdurulmalıydı. Üstelik akıl onlardaydı, para
onlarda…
Şizofren bir çello
virtüözü
Evet,
bunca şizofrenik vakadan ve kabulden söz etmişken, şizofrenlerin kendilerine
biçtikleri rol ve yetkilere temas etmişken, siyasî olmamakla birlikte şizofren
bir çello virtüözünün hayatını konu alan “Virtüöz” adlı bir film üzerinden
birkaç cümle kurarak, kısaca şizofren bir aklın hayata yansıyan yüzüne dikkat
çekelim şimdi!
Los
Angeles’de bir park... Parkta, Ludwig van Beethoven’in heybetli taştan heykeli…
Heykelin dibinde bir evsiz adam… 40’lı yaşlarda... O, Nathaniel Ayers… İki
telli eski bir kemanı inletiyor. Yanı başında bir alışveriş arabası ve içi
etraftan topladığı çöplerle dolu… Yoksul ama mahir; kirli ama nazik…
Taparcasına
âşık Beethoven’in eserlerine. Küçük yaşlardan itibaren onun sonatlarını çello
ile etüt ederek, 1905 yılında, New York’ta kurulan Juilliard Konservatuarı’na
girmeyi başarmış Siyahî bir gençtir Nathaniel. Fakat öyle hırslı ve öyle
yetinmesizdir ki, bir süre sonra hırsı, algılarını ipotek altına alır.
Halüsinasyonlar görür ve büyük çabalarla girdiği konservatuarın ikincisi
sınıfındayken okulu bırakmak zorunda kalır. O artık bir şizofrendir ve müzik
dâhisi Nathaniel Ayers, hastalığının ilerlemesi üzerine evsiz barksız kalarak
Los Angeles sokaklarına düşer.
Ayers’i
şizofreniye vardıran süreç, filmin içinde saklı. Anlatmayacağım, fakat
Ayers’in, Beethoven’in eserlerine hayranlığının ileri seviyeye ulaşmasının ve
sağlığını tehdit etmesinin ana gerekçesi, hayranlık ile yetinemeyişindendir.
Eğer yetinseydi, dünyaca ünlü bir konservatuarda dâhi bir müzisyen ve
dinleyenleri hayrete düşürecek bir çello virtüözü olarak orkestrada yıllarca
çalabilecekti. Fakat o, hayran olmanın ötesinde bir şeye yeltenmişti.
Beethoven’in eserlerini şahane biçimde icra etmekle yetinmeyerek, Beethoven
olmak istiyordu. Yapılmışı yaşamak değil de yapan olmak isteği, tüm düşünce
sistemine hâkim olarak Tanrı’ya kızgınlığa dönüşüyor, Ayers olmaktan ve
kendisine sunulan tüm imkânlardan fazlasına göz koyuyor, Beethoven olarak
yaratılmadığına yanıyor, Tanrı’yla olan bu kavgası onu virtüöz konumundan
şizofren bir evsiz konumuna sürüklüyordu…
İşgal teröristlerinin başı FG’nin ruh hâlini yakalayabileceğiniz “The Soloist” (Virtüöz) isimli müzikal tınılarla süslenmiş bu filmi izlediğinizde, elindeki Beethoven’ın biblosuna tapınma noktasında hayranlıkla bakan Ayers’i göreceksiniz…
FG’nin
merak ettiğimiz düşlerini bir varsayım niteliğinde karelerle yakaladığınızda,
Ayers’i FG, elindeki Beethoven biblosunu da Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan kabul ederek izlemeniz, şizofren terörist başının düşlerine
eriştirebilir sizi. Ve bu enstantane, bir o kadar keyiflendirebilir de...
İnternet
ortamında zahmetsizce ulaşabileceğiniz, DVD’sini film marketlerden temin
edebileceğiniz bu gerçek hikâyeden hareketle çekilmiş filmi ailece izlerken,
FETÖ’nün elebaşı FG’nin Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan’a nasıl hayran olduğunu,
Reisimizin yerine göz koymanın hırsında nasıl boğulduğunu, bir o kadar onu
yaratan Rabbe nasıl kızgın olduğunu seyrederek şizofrenik Deccal’in ahvâlini
keyifle analiz edebilirsiniz. İyi gelecektir…
Hainler,
başarısız oldukları bu işgal girişimlerinden sonra durmak bilmeyen Deccal’in
müritleri olarak üzerimize bir kâbus gibi çökmeyi, toplum psikolojisini tarumar
etmeyi hâlâ vazife bildiklerinden sosyal medyada sinsi ve aşikâr ataklarına
devam ederlerken, bizler huzurla filmimizi izleyelim ve üzerimizde yaptıkları
hesapların kendilerine fatura edilmesini sağlayalım.
El-netice:
İhanet!
Geniş
sahne olabildiğince loş… Kalın ve ağır perdelerle dekore edilmiş… Ölgün ışık
altında siyahlar giymiş Hamlet, ihanet acısı ve intikam halüsinasyonları ile
oradan oraya savruluyor. Amcası Claudius, Hamlet’in, Danimarka’nın kralı olan
babasını iktidar hırsı ile öldürmüştür çünkü. Çünkü bununla yetinmeyip yeğeni
Hamlet’in dul kalan annesi Gertrude ile de evlenmiştir.
Aman
Allah’ım, iktidar hırsından mülhem bir cinayet! Dayanılmaz!
Babası
bir hayalet olarak sahnenin gerisinden metal zırha bürünmüş olarak görünüyor.
İntikam çağrısı var repliklerinde. Hamlet cinnetin eşiğinde kıvranırken, siyah
pelerininin savruluşları intikam duygusunu körüklüyor.
Şarkılar
söyleyen güzel bir kız süzülüyor perdeler arasından. Adı “Ophelia”… Hamlet’e
âşık... Üstelik katil amcanın kızı; yani Hamlet’in kuzeni… Bir kalbe ihanetin
ağır tortusu düşmüşse, o kalbe aşk giremiyor belli ki. Hele bir de kalbin tam
ortasında intikam ateşi hırsla yanıyorsa, aşk da yanıp kül oluyor demek ki…
Hamlet,
Ophelia’yı reddediyor; sokaklarda şarkılar söyleyip dolaşması bundan. Aşk dolu
bir kalp kırılınca, akıl dirayetini yitiriyor. Delicesine seven Ophelia, kabul
görmeyen sevdasının acısıyla deliriyor. Kalbi kırgın, aklı yitik güzel kız,
nehrin sularına bırakıyor narin bedenini; gönlü olmayınca, ölüme gönüllü
oluyor.
Ophelia’nın
mezarı kazılırken dolaşıyor Hamlet’in ayaklarına kral babasının soytarısı
Yorick’in kafatası. Varlığını sorguluyor Hamlet trajik bir retorikle: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!/ Düşüncemizin
katlanması mı güzel/ Zalim kaderin yumruklarına, oklarına karşı,/ Yoksa diretip
belâ denizlerine ‘Dur, yeter!’ demesi mi?”
İhanet,
her dilde “ihanet”!
“Tanrı size bir yüz vermiş, siz neden ikinciye sahip olmak
istiyorsunuz?” diye soran Shakespeare’nin Hamlet’inde “olmak” meselesini
çözememiş hain insanların ahvâli çok güçlü imgelerle seyirciye sunuluyor.
Batılı yazar, bir kuru kafa ile dünyanın faniliğine dikkat
çekerek, insan olmanın şuurunu -dinî prensipler olsun ya da olmasın- düşünen ve
hisseden bir varlık olan insana “insan olmak”lığı hatırlatıyor. Hamlet’i
izlerken, son ve en güzel din İslâm’ı kendine maske yapan ve her sözüne Vahy-i
İlâhî’den ibareler katan işgalci teröristler başı Deccal FG’nin insan olma
vasfını çoktan yitirişine bu düşünceyi bir şerh olarak kabul edebilirsiniz.
Rabbimiz kalplerimizi, milletimizi ve vatanımızı FETÖ’den
muhafaza buyursun! (Âmin.)