Bir siyaset fenomeni: Genel merkez binası

AK Parti’nin veya CHP veyahut da MHP’nin bir mal bunalımına girmeyeceğini, iktidarı olmayı bir yana bırakalım, ANAP gibi siyâsî başarısızlık nedeniyle dahi ülke tarihinden silinen kuruluşların böyle devasa yapılara sahip olmasının halka yaklaşmak konumu mu, yoksa halktan uzaklaşmak pozisyonu mu getirdiğini tartışmanın zamanı gelmedi mi?

TÜRKİYE’nin hukukî plânda ve kavramsal anlamda bir siyâsî parti problemi yaşadığını anlatmaya çalıştığımız “Muhalif” adlı dosyamızın bir tür ikinci bölümü olarak “Genel Merkez Binası” başlıklı çalışmamızı arz edeceğiz.

Bu çalışmayı yaparken herhangi bir siyâsî partiyi gözetmediğimizi, herhangi bir fırkayı yüceltirken herhangi bir diğerini tenkit etmediğimizi, tespitlerimizin bu ülkenin siyaseti üzerine hakkı tavsiye etmek maksadını taşıdığını ifade ile devam edelim.

İnancımız odur ki, insanın yeryüzüyle tanışmasıyla birlikte ikinci tanıştığı şey “tükenmek” eylemidir. Yeryüzünün varlığı, yeryüzünün üzerindekilerin varlığı, yeryüzünün altındakilerin varlığı ve nihayet yeryüzündeki insanın ve icat ettiği, keşfettiği veya kurduğu her şeyin varlığı “tükenmek” eylemi ile geçicilik taşımaktadır. İnsanın tanıştığı üçüncü eylemse, işte bu tükenmek eylemini unutmaktır.

Geçici olmak, fani olmaktır. “Fani” kelimesi, İngilizcedeki “fun” kelimesi ile ilintili değildir. Hele soğutma cihazı olan fan ile hiçbir akrabalığı yoktur. “Fani”, “fena” kelimesinden ileri gelir. “Yokluk” demektir “fena”. Eylem mastarı aldığında “yok olmak” anlamına da gelir.

Yeryüzünde insanlık tarihinin hangi yüz bin yıla dayandığından haberimiz yok. Elimizdeki en ileri veri, Göbeklitepe’deki kalıntılar. Onların da Milât öncesi 12000 yılına ait olduğu belirtiliyor. Sadece buraya dahi bakıldığında, bugünle arasındaki yaklaşık 15 bin yıl boyunca sırf Anadolu yarımadasında bile sayısını bilemediğimiz devlet var olmuş. “Yazının icadı” denilerek bir mantık hatasına sahip isimlendirmeyle ilk yazının bulunuşunu sadece 5 bin yıl öncesine bağlayan sığ akıl, sadece 15 bin ile 5 bin yıl arasındaki 10 bin yılda dahi erişemediği ve sayamadığı bütün bilgiye murdar gözüyle bakmaktadır. Fakat eğer murdar değil de hakikat gözüyle bakmış olsaydı, var olanların her birinin geçtiğini, yeryüzündeki her şeyin geçici olduğunu fark ederdi. Demek ki tükenmek değil, unutmak eylemi ağır bastı.

Ne kadar enteresandır, 7 yüzyıl önce var olanlar bugün toprağın altındadır da o var olanların üzerini örtecek toprağın nereden geldiği hiçbir zaman düşünülmemiştir. Sahi, toprakla kaplı dünya öteki yandan da bir toprak üretim tesisi midir?

İnsanın kendi varlığını ispatlamaya gayret edercesine yükselttiği binaları görüyoruz tarihe bakınca. Bunlar arasında öyleleri var ki, Yunan tarihçi Herodot ile Kireneli Kalimakhos, onları “Dünyanın Yedi Harikası” başlığıyla kaydetmiş “Giza Piramidi, Babil’in Asma Bahçeleri, Olympus’taki Zeus Heykeli, Halikarnas Mozolesi, Rodos Heykeli ve İskenderiye Feneri” isimleriyle. İçlerinden (en önemli parçaları çalınmasına veya bulunamamasına rağmen) gövdesi ayakta duranı sadece Giza Piramidi. Viran olanların tarihleri ise Milât öncesi yaklaşık 300’lü yıllara dayanıyor. 5 bin veya 15 bin yıl değil.

Siyâsî partilerin genel merkez, il teşkilatı, ilçe teşkilatı ve bazı kasabalarda belde teşkilatı gibi temsil binalarına ihtiyaçları oluyor. Bunlar genellikle kiralanarak, üyelerin aidat ve bağışları ile toplanan paralarla teşekkül ettiriliyor. Son yıllarda bu binalara bir de seçim ofisleri eklendi. Mevsimlik temsil binaları gibi…

Bina inşâ etmenin altında yatan siyâsî hezeyanlar

Daha sonra söz konusu “Dünyanın Yedi Harikası” başlığı çeşitli başka eserlerle güncellendi. Hatta yeni listeler oluşturuldu. Bir yapay yedi harika, bir de doğal yedi harika filan saptandı. Meselâ Çin Seddi veya Roma’daki Kolezyum hep revaçta tutuldu. Ki bu eserler Milât’tan sonra inşâ edildiler. Örneğin bu ikisi, yaklaşık bin beş yüz ilâ iki bin yıllık eserler ve kısmen ayaktalar. Fakat yapıldıkları tarihle aynı maksada haiz değiller. Turistik birer değer olarak mevcutlar. Yine bu listelere eklenenlerden Nanjing Porselen Kulesi, 15’inci yüzyılda inşâ edilmiş olmasına rağmen şu an mevcut bile değil.

Buradan da anlaşılıyor ki, her yapının bir ömrü var. Peki, bir binaya sahip olma iştahı nereden geliyor? Binanın üstlendiği sembol değer ne ifade ediyor?

Doğrusu büyük bir bina, ömrünü tamamladığında büyük bir çöküşü, büyük bir tükenmişliği göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor. Turist düşüncesiyle, “O tarihlerde bu binaları nasıl yapmışlar?” diyebileceğimiz eserler mevcut. Fakat her biri ibret taşıyan birer vesika. Ne o binalar, ne o binaları yapanlar, ne de o binaların içinde yaşananlar kalıyor yeryüzünde. Bu anlamda Rum Sûresi’nin birkaç ayeti derhâl beynimizin bir yönünden hücuma kalkıyor:

Rum, 7-10: “Onlar dünya hayatının ancak dış yönünü bilirler. Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler. Onlar, kendi nefisleri hakkında hiç düşünmediler mi? Hem Allah, gökler ile yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yaratmıştır. Şüphesiz insanların birçoğu Rablerine kavuşacaklarını inkâr ediyorlar. Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetliydiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah’ın ayetlerini yalanladıkları ve onlarla alay etmekte oldukları için kötülük işleyenin sonu daha da kötü oldu.”

Rum, 42“De ki, ‘Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın’. Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi.”

Gerçeğin ta kendisi bu şekildeyken, yeryüzünü imar etme yarışında insan nefsi hakkında hiç düşünmedi. “Onlar bir ümmettiler, gelip geçtiler” (Bakara, 141), peki, ya biz gelip geçeceğimizi ne kadar hesap ediyoruz?

Yeryüzünü çokça imar ettik. Binalarla doldurduk. Her bina, bir varlığı temsil etmek için ortaya konuldu. Babil zigguratları da, Rodos Heykeli de, Giza Piramidi de, Çin Seddi de, Ayasofya da, Kisra’nın mabedi de, Empire State de, Buckingham Sarayı da, CN Kulesi de, Burc El-Khalifa da birer sembol. Nasıl Babil zigguratlarından hiçbiri kalmamışsa Empire State de kalmayacak. Nasıl Zeus Tapınağı kalmamışsa Buckingham Sarayı da kalmayacak. Nasıl Halikarnas Mozelyumu kalmamışsa CN Kulesi de kalmayacak. Bizzat sahibi olduğunu beyan ederek Kâbe’ye yıkılmayı gösteren kudret, bu binalara sahip olduklarını iddia edenlere tükenmekten başka bir şey göstermedi. Buna rağmen insan, sembolün peşine düştü, iz bırakmak istedi.

Sembol bırakmak düşüncesi, altyapısında siyâsî bir otoriter plân taşır. Bu siyâsî otoriter plânları biz ideolojiler olarak görüyoruz. Zigguratların da, Karnak tapınaklarının da, bütün sarayların da, Empire State veya Komünist Kongre binasının da inşasının fikirsel altyapısında bu plân mevcuttur. ABD’nin bütün devlet kuruluşlarının logo sembolleri, binanın önden görünen yüzüdür. Beyaz Saray da, Temsilciler Meclisi de, bakanlıkları da… Hatta ABD Savunma Bakanlığı, üstten görünümü olan beşgen yapısıyla bütün dünyada “Pentagon” diye anılır. Yine ABD’de yeni dünya düzeninin başlangıcı, 11 Eylül 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin uğradığı saldırıdır ve konunun başlığı, “İkiz Kulelere saldırı” şeklinde atılır daima. Yapımından sadece 30 yıl sonra o sembol binalar da yeryüzünde kalacağı ömrü tamamlamıştır.

Türkiye’de siyâsî partilerin genel merkezleri

Bina sembolizmini eleştirirken, söz konusu sembol fikriyatının altyapısında siyâsî heyecan ve hezeyanların olduğundan söz ettik. Buradan hareketle, Türkiye’deki siyâsî partilerin genel merkezleri hakkında yormayacak bir değerlendirme yapmak, dosyamızın odağı.

29 Ekim 1923 yani Cumhuriyet’in ilân tarihinden itibaren Türkiye’de 378 siyâsî parti kurulmuş. Bugün, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra bütün partilerin kapatılmasının ardından açılmış 131 siyâsî parti faal. Kimi ismini değiştirmiş, kimi başka partiyle birleşmiş. Ama bir şekilde varlığını devam ettiren 131 fırka… Kapatılanlar olmasaydı bu sayı belki daha fazla, belki daha az da olabilirdi.

Cumhuriyet’in ilk siyâsî partisi olan Halk Fırkası’ndan itibaren her bir oluşum, ülkenin yönetimi hususunda geliştirdiği fikir hareketlerini tartışmak ve bu yönde politikalar üretmek için bir çatının altına başını sokmayı ihtiyaç görmüş. Tıpkı bütün dünyadaki muadilleri gibi… Bunun için de elbette finansmana gerek duyulmuş. Bunun, Siyâsî Partiler Kanunu’nda belirtilen ölçülere göre ancak üyelerin aidat ve bağışları ile sağlanabileceği kaydedilmiş.

Siyâsî partilerin genel merkez, il teşkilatı, ilçe teşkilatı ve bazı kasabalarda belde teşkilatı gibi temsil binalarına ihtiyaçları oluyor. Bunlar genellikle kiralanarak, üyelerin aidat ve bağışları ile toplanan paralarla teşekkül ettiriliyor. Son yıllarda bu binalara bir de seçim ofisleri eklendi. Mevsimlik temsil binaları gibi… Çokça broşürün bulunduğu, önüne ve içine poster ve bayrakların asıldığı, içine bir çay ocağının kurulduğu geçici ofisler…

Neresinden bakılırsa bakılsın, broşür finansmanı, flama finansmanı, çay finansmanı, şeker finansmanı, kâğıt bardak finansmanı, ahşap kaşık finansmanı, köpük tabak finansmanı, poster finansmanı, banner finansmanı, reklâm finansmanı, elektrik finansmanı, su finansmanı, doğalgaz veya yakıt finansmanı, taşıt finansmanı, giydirme (personel ve taşıt açısından) finansmanı ve kira finansmanı derken bir siyâsî partinin finansman problemi olan ya da partiye bir de finans külfeti getirecek insan kaynağıyla işi olmaz, olamaz. Sistem bunu gerektiriyor. Peki, biri çıkıp da “Siz bunların hiçbir tarafına karışmayın, hatta genel merkez binasını kiradan bile kurtarırım” derse ne olur? Hatta bu kişi, “Bir bina satın almak da neymiş, ben o binayı en baştan yaptırırım” dese?


Sembol bırakmak düşüncesi, altyapısında siyâsî bir otoriter plân taşır. Bu siyâsî otoriter plânları biz ideolojiler olarak görüyoruz. Zigguratların da, Karnak tapınaklarının da, bütün sarayların da, Empire State veya Komünist Kongre binasının da inşasının fikirsel altyapısında bu plân mevcuttur. ABD’nin bütün devlet kuruluşlarının logo sembolleri, binanın önden görünen yüzüdür.

ANAP’tan YRP’ye Türkiye’nin genel merkez binası serüveni

Türkiye’de kendisine bir tapusu, kendisine ait iskân ruhsatı olan ilk siyâsî parti elbette Cumhuriyet Halk Partisi. Bilindiği gibi 1980 öncesindeki diğer darbelerde tek kapatılmayan veya kapatılamayan siyâsî parti de CHP. Fakat 1980 Darbesi ile CHP, kendisine ait bir genel merkez binası olan tek siyâsî parti olarak bu mal varlığının sıkıntısını özellikle o darbe günlerinde yaşamış olabilir. Konu hakkında ne konuşulduğuna hâkim değiliz, olamayız. Fakat o günün kapatılan CHP yöneticileri ile daha sonra SODEP ile Halkçı Parti’nin birleşmesiyle yapılan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den dönüşerek Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ismini alan partinin ilk yöneticilerinin bu konuyu problemli bir şekilde konuştuklarını düşünmek oldukça mümkün.

1983’te kurulan ve 1980 Darbesi’nden sonra Türkiye’nin hükümet yetkisini tek başına alan Anavatan Partisi (ANAP), ülkemizde kendi genel merkez binasına sahip olan ikinci parti. Bu çerçevede ANAP, herhangi bir binayı mülk edinmiş değil, ayrıca kendisine bina yaptırmış da bir parti. Ankara’da “Balgat” gibi bir kültürün de ortaya çıkmasına neden olan ANAP’ın genel merkez binasında, Erkan Mumcu yönetimindeki ANAP’ın Mehmet Ağar yönetimindeki Doğru Yol Partisi ile yeniden kurulan Demokrat Parti bünyesinde birleşmesi nedeniyle yapılan anlaşma neticesinde Demokrat Parti bulunuyor. Altılı Masa’nın en küçük ortağı olarak görülen DP, bugün Türkiye’nin ilk modern siyâsî parti genel merkezi olarak yapılan binasına sahip.

1980 Darbesi’nden sonra CHP’nin Atatürk’ün kurduğu parti olmadığı düşüncesiyle CHP Genel Başkanlığı yapmış olmasına rağmen CHP’den ayrılarak Demokratik Sol Parti’yi kuran Bülent Ecevit, Beşevler Anıttepe mevkiindeki DSP Genel Merkez binasını partinin bakiyesine katan isim de olmuştu. Partinin yaptırdığı bir bina değil burası.

Partinin bakiyesi olan bir diğer genel merkez binası, Refah Partisi’nin Balgat’taki genel merkezi idi. Bu binanın çok enteresan bir hikâyesi var. Çünkü 28 Şubat post-modern darbe sürecinin tek kapatılan siyâsî partisi olan RP, 28 Şubat’ın ceberut ilkesizlikleri ve Yargı’nın bu partiye karşı toptan tavrı nedeniyle parti binasından dahi olmuştu. Refah Partisi’nden sonra kurulan Fazilet Partisi bu binadan siyaset yapamadı, bu binayı kullanamadı. Fazilet Partisi, Ankara Maltepe-Demirtepe mevkiindeki kiralık bir binada faaliyetlerini yürüttü. Daha sonra tıpkı RP’yi kapatan gerekçeler FP için de uygulandı ve Anayasa Mahkemesi, 28 Şubat’ın bin yıl devam etmesi için elinden geleni yaparcasına FP’nin de siyâsî hayatına son verdi. RP’nin genel merkez binası ise hâlâ muallâktaydı. Bina hakkındaki hukukî süreç, parti ve Erbakan Ailesinin müdâhil olduğu dâvâ ile yürütülüyordu. Fazilet Partisi’nin ardından Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Recai Kutan’a kurdurduğu ve daha sonra da Genel Başkanlığını aldığı Saadet Partisi kuruldu. Erbakan’ın üzerindeki siyâsî yasak kalkıp da Saadet Partisi’nin başına geçtikten sonra bina hakkındaki problemler de çözüldü ve Saadet Partisi, RP’nin eski genel merkez binasına yerleşti. Fakat SP’de iç çekişmeler mevcuttu. Partinin Genel Başkanlığına seçilen Numan Kurtulmuş ve yönetimindeki ekibin sert ve kavga derecesine çıkan tartışmalarla yönetimden çekilmesinin ardından SP’de yeniden Recai Kutan, daha sonra Mustafa Kamalak ve bugünkü yönetime de liderlik eden Temel Karamollaoğlu dönemleri gerçekleşti. Karamollaoğlu’nun parti idaresini ele aldığı ilk aylarda, merhum Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan, “Yeniden Refah Partisi” (YRP) ismiyle yeni bir siyâsî partinin Kurucu Genel Başkanı oldu. Ankara Balgat’taki Erbakan Ailesinin evine yakın bir noktada teşekkül eden parti, herhangi bir genel merkez binasına taşınmadı fakat ilginç bir yol izledi. Erbakan Ailesinin de ortağı olduğu bilinen ETAŞ adlı şirket, Saadet Partisi’nin bir kira borcunu ödemediği gerekçesiyle SP hakkında haciz işlemi başlattı. SP yöneticileri buna karşı dâvâ açarak kirayı ödediklerini beyan etseler de dâvâyı kaybettiler. Sonrasında, merhum Necmettin Erbakan’ın odası dışındaki tüm binayı tahliye eden SP binadan ayrılırken, yerine ise YRP geçti. SP ise Ankara Kâzım Karabekir mevkiinde yeni bir binayı satın aldı. (Kirayı ödeyemezken bina satın almak ciddî bir hamle.)

Sadece Refah Partisi Genel Merkez binasının Millî Görüş hareketi bakımından hazin geçen bu hikâyesi bile bütün dünyada olduğu Türkiye’de de siyasetin “Parayı veren düdüğü çalar” çizgisinde nasıl yürüdüğünü gösteren trajik bir gösterge.

Sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın en beğenilen siyâsî parti genel merkezlerinden bir tanesi ise Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait. Mimar Ahmet Vefik Alp’e çizdirilen ve onun gözetiminde bir müteahhit firmaya yaptırılan Ankara Balgat’taki MHP Genel Merkezi gerçekten göz kamaştırıcı. 2002 yılında tamamlanan bina için yapılan harcama, liradan altı sıfır atılmadan evvel 10 trilyon lirayı aşmıştı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin birden çok genel merkezi oldu. Yani sahibi olarak, kiralık değil. Ankara Rüzgarlı’daki son genel merkez binasını satan CHP, Mayıs 2006’da bugün Söğütözü mevkiindeki yeni binasına geçti. Merhum Deniz Baykal döneminde yaptırılan ve mimarî anlamda çok gösterişli bulunan genel merkez, 8 bin 700 metrekarelik arsa üzerine kurulu ve 27 bin 400 metrekare kullanım alanına sahip. Doğuş Grubu tarafından yapılan yeni genel merkez binası, 3’ü zemin altında olmak üzere toplam 20 kattan oluşuyor. Bir konferans salonunun yanı sıra bir de eğitim salonu yer alıyor. Binada parti tarihinin sergilendiği bir de müze yer alıyor. Parti Meclisi ve Merkez Yönetim Kurulu toplantıları ile basın toplantılarında kullanılacak üç ayrı salon da mevcut. Genel Başkanlık makamı ise 12’nci katta. Yapımı için harcanan miktar, 2006 yılında 25 milyon Yeni Türk lirası.

Gelelim iktidarda bulunan AK Parti’nin binasına…

35 milyon Yeni Türk lirasına mâl olan AK Parti Genel Merkez binası, “akıllı bina” olarak tasarlandı ve yapımına 2006’da başlanarak 13 ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. Genel Başkanlık makamı en üst katta yer alan bina 37 bin 500 metrekare kapalı alana sahip. Otopark ve teknik mekânlar da 15 bin metrekarelik yer kaplıyor. 4’ü zemin altı, 10’u zemin üstü olmak üzere, zemin ile birlikte 15 kattan oluşuyor. Binada konferans salonu ve yemek salonunun yanı sıra yönetim kurulu ve merkez karar kurul salonları bulunuyor.


Peki, birer otorite sembolü olarak kendi binalarını satın alma ve hatta inşâ etme yoluna giden siyâsî partilerin, iktidarda da olsa, muhalefette de olsa para sahiplerine karşı gebe kalmak gibi problemlerinin olmadığını kim söyleyebilir?

Genel merkez binaları siyaseti aksiyon, fikir ve projeye değil, finans ağlarına mahkûm ediyor

Dosyanın bir noktasında, siyâsî partilerin finansman problemi yaşadıklarından bahsetmiştik. Peki, birer otorite sembolü olarak kendi binalarını satın alma ve hatta inşâ etme yoluna giden siyâsî partilerin, iktidarda da olsa, muhalefette de olsa para sahiplerine karşı gebe kalmak gibi problemlerinin olmadığını kim söyleyebilir?

Parti delegesi, genel merkez delegesi, parti üst yöneticisi, belediye encümeni, belediye başkanı, milletvekilliği ve daha nice unvan konusunda, ayrıca iktidarda olunan yerel veya merkez yönetim alanlarında partiye yapılan bağış miktarlarının partide etkinlik ve hâkimiyet kurmak noktasında hiçbir hususî faktörünün olmadığını kim yalanlayabilir?

1980 Darbesi ile CHP’nin yaşadığı parti binası krizini ve Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra yaşanan serencamı tekrar düşündüğümüzde, ANAP’ın başına gelenleri yâd ettiğimizde, bunların hiçbirinin gelecekte yaşanmayacağını kim garanti edebilir? AK Parti’nin veya CHP veyahut da MHP’nin bir mal bunalımına girmeyeceğini, iktidarı olmayı bir yana bırakalım, ANAP gibi siyâsî başarısızlık nedeniyle dahi ülke tarihinden silinen kuruluşların böyle devasa yapılara sahip olmasının halka yaklaşmak konumu mu, yoksa halktan uzaklaşmak pozisyonu mu getirdiğini tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Zira fenomen; asırlık değil, yıllık değil, günlük değil, anlık bir durumdur. Tükenir gider.