
ŞU -sözde- demokrasi, dini siyasete alet edenlerden
yakındı senelerce. Ezanı hür bırakan Adnan Menderes’i, Millî Nizam Partisi ile
başlayan siyâsî kariyeri boyunca özel hayatındaki İslâmî kimliği saklamaya
çalışmayan Necmettin Erbakan’ı, ilk siyâsî denemesini MSP’den aday olarak
yapan, Hacca, Cuma’ya giden, oruç tutan Turgut Özal’ı ve daha nicelerini “Dini
siyasete alet etti” diye eleştirdi sözde demokratlar. Ayasofya’yı müze yapıp
onlarca camiyi satanlar, ezanı Türkçe okutup Kur’ân okumayı yasaklayanlar
dinsizliği bırakın siyasete alet etmeyi, tam da merkezine oturturken,
kendilerini “medenî” olarak tanıttılar hep. Onların akıllarını başlarından alan,
Besmele ile kurdele kesip dualarla adlî yıl açılışı yapan, değme hâfızlara taş
çıkartacak kadar güzel Kur’ân tilâveti yapan Tayyip Erdoğan oldu.
Ama dönüp bakmadılar geçmişlerine. Dini siyasete alet
etmekle dinsizliği siyasete alet etmek arasında ne fark olabilirdi ki? Herkes
kendi hayat felsefesine göre siyaset yapacaktı elbette. Ancak uygulamada, illâ
demokrasi arayanlar için dikkat edilmesi gereken bir nokta vardı: Kimin
başkalarını da kendi hayat tarzına uymaya zorladığı, kimin kısıtlanmış
özgürlüklerini diğer özgürlükleri prangaya vurmadan kazanmaya çalıştığı gibi…
Erdoğan ve AK Parti için senelerce yapıldı bu tarz
suçlamalar; sanki dindar olmak suçmuş gibi… Ama üretmeye çalıştıkları korku
başlarına gelmedi. Ne saldıkları korkularda olduğu gibi bir şer’î zorlama var,
ne dindar olmayanlara bir mahalle baskısı, ne de devlette şeriata dönüş. Hâl
böyle olunca, taktik değiştirmek gerektiğini fark ettiler.
Cumhuriyet tarihinin son 70 senesinde, Türk halkının
dindar siyasetçiyi sahiplenmesini görerek, kendilerini de aynı kulvarın bir
elemanı gibi gösterme çabasına giriştiler. Dinsizliği siyasete alet eden
geleneğin yeni taktiği, dini siyasete alet etmek oldu artık. Çarşaflı hanımlara
rozet takarak, “Başörtüsünü biz serbest bıraktık” diyerek, her gün Cuma’ya
giderek, ezbere Yâsin okuyarak yapıyorlar bu işi.
Ve artık AK Parti için, “Dini siyasete alet ediyorlar”
suçlaması neredeyse duyulmuyor bile.
Şimdi sıra AK Parti’de! Sanatı siyasete alet
edenlerden yakınıyor iktidar kanadı.
Her vatandaş gibi, sanatçılar da seçimde sandığa gidip
oy kullanıyorlar. Her birinin bir fikri var bu konuda. Esnaf gibi, sanayici
gibi, doktor gibi, sporcu gibi… Bu sanatçıların bazıları eserleriyle, bazıları
söylemleriyle, bazıları da eylemleriyle siyâsî fikirlerini ortaya koymayı
tercih ediyorlar. Bazıları ise kendisini sevenlerin farklı farklı fikirlere
sahip olduğu düşüncesiyle gizliyor bu taraflarını; aynen bir futbol hakeminin
tuttuğu takımı gizlemesi gibi. Her iki gruba da saygı duymak gerekiyor bence.
Siyâsî duruşunu özgürce ortaya koyanlardan, “Benim
tarafımda olanları sahiplenip diğerlerinin sanatçı kimliğini sorgulamaya
hakkımız olamaz” diye düşünüyorum. Her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu, Hükûmet’e
yakın olduğunu düşündüğü sanatçıları kastederek “Yalakadan sanatçı olmaz”
dediyse de biz AK Parti’ye karşı olan sanatçıları da bu vatanın birer parçası
olarak değerlendirmek zorundayız.
Velev ki o sanatçılar siyasete girse (ki örnekleri
çoktur) sanat hayatlarını bir kenara bırakmalarını mı bekleyeceğiz? Nasıl ki
herhangi bir meslek dalından Meclis’e, hatta kabîneye uzananlar meslekî
kariyerlerini -kanunların ve etik kuralların müsaade ettiği ölçüde- sürdürme
hakkına sahipse, sanatçının da en az sokaktaki insan kadar fikrini yaşama, beyan
etme, sanatıyla insanlara yön verme çabası içinde olmaya hakkı olmalı.
Bugüne kadar Metin Akpınar, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya,
Müjdat Gezen, Tarık Akan gibi onlarca sistem karşıtı sanatçı üretti bu
memleket. Bundan sonra da Tarkan gibi, Fazıl Say gibi, Cem Yılmaz ya da Gonca
Vuslateri gibi sanatçılar üretmeye devam edeceğiz. Dindar veya milliyetçi
birinin kendi hayat felsefesini siyasete yansıtması ne kadar doğru ise sanatçınınki
de o kadar doğrudur. “Siyasete alet etme” ifadesi her ne kadar olumsuz bir
ifade olarak kullanılıyor olsa da fiilî durumda dini siyasete alet etmek ile
sanatı siyasete alet etmek arasında da bir fark yoktur. O hâlde dindar Erdoğan
ile sanatçı Tarkan arasında da siyaseten bir fark olmaması gerekir. “Sanatçı
iktidar yanlısı olmaz, muhalif olur” algısı ne kadar yanlışsa, “Sanata siyaset
sokulmaz” algısı da o kadar yanlıştır.
Karikatüristler de sanatçıdır ama siyasetin olmazsa
olmazlarıdır meselâ.
Haydi “Geççek” diye bir şarkı yapan Tarkan’a hep
birlikte kızalım. Ama AK Parti’ye yakınlığını bildiğimiz Mazhar Alanson, Bülent
Ortaçgil ve Yavuz Bingöl’ü de, onları savunan Haluk Levent’i de, Uğur Işılak’ı
da kızılacak sanatçılar listesine koymayı ihmâl etmeyelim. İbrahim Tatlıses’i,
Orhan Gencebay’ı tarihin tozlu sayfalarına atalım gitsin.
Tamam, çoğu sanatlarını siyâsî fikirleri için kullanma
şansı yakalayamamış olabilir ama her biri iktidar tarafından, “İşte bizim
yanımızdaki sanatçılar!” imajı için kullanılmıştır. Ve hiçbirinin buna itirazı
olmamıştır.
İçinde net bir siyâsî cümle geçmemiş, herhangi bir
siyâsî parti adına yapıldığı deklare edilmemiş, kendisi bugüne kadar hangi siyâsî
partiyi desteklediğine dair bir açıklama yapmamış olsa da son şarkısı, Tarkan’ı
farklı bir koltuğa oturttu. Karşı mahalle, “Hislerimize tercüman oldu” dedi,
bizim mahalle, Kılıçdaroğlu’ndan aldığı sufle ile yalakalıkla suçladı kendisini.
Bırakalım artık bu işleri!
Karikatürleriyle siyasî mesajlar veren sanatçılara nasıl sesimiz çıkmıyorsa, filmleriyle, şarkılarıyla, sosyal medya paylaşımlarıyla verilen siyâsî mesajlara da tahammül gösterelim. Bırakalım herkes kendi fikrî, ilmî, ticarî hayatını siyasete alet etsin. Yeter ki millî menfaatlere ters düşmesin, dinî inançlara saldırı olmasın, sosyal statüleri aşağılamasın dillerinden çıkan.