
ÇİĞ taneleri gibi düşer
üzerime sessiz kavgalar. Terli avuçlarımı öper yumruklarım. Hırlı bir akşamın mürekkep
koyusunda bulurum kendimi. Avluya terk edilmiş hayâller arasında ıssızlığımı
yudumlarım. Alfabenin tenha kucağında beslerim yüreğimi. Kundaklara sararım içi
ezik, çürük dünlerimi.
Küskün
öykülerimi saklarım kolu kanadı kırılmış bir ağacın gölgesinde. Bir sancı asılı
kalır gelin gibi süslenmiş gövdesinde. Mert düşler örter duvağını dilsiz
yaralarımın. Harbi bir şarkının sol yanına düşer kilitli sevdam. Bir bilet kesilir
en delikanlısından sırlar bucağına. Mahzun seyirler arasında tutunacak bir kalem
ararım. Serin eser bazen rüzgâr, sokaklar çıkmaz olur o an. Üşür içimin yetim çocukları,
şairler suspus olur. Gönlümün dağında bir melâl kavrulur…
Gurbetin
kurşuni renklerine boyanır günlerim. Bir müzik kutusunun efsununda gezinir
bazen ellerim. Küçük bir odanın bomboş ortasında açık unutulan bir düş kuyusu… Döner
de durur balerin… Sonra mızıkçı bir el gelir, dağıtır ahengi. Yoksunluğun ağrısı
vurur kalbimin rotasız kıyılarına. Bir çığırmak kopar ciğerimden. Delirmek
gelir içimden. Devirmek evimi, yüreğimi…
Oyuncak
müzesine terk edilen antikalar gibi hatıralarım. Tozunu almak hem kıymetli, hem
çileli. Kabuk bağlayan sıyrıkları yeniden kanatmak gibi… Kim boyar duvarlara bu
denli sessizliği? Ateş olup yansa sözlerim, yıkar mı buzdan kaleleri?
Masallar
giydiririm kuytularda açık kalmış çocukluğumun siluetine. Kâğıttan gemilere
bindiririm düşlerimi. Yelpaze gibi açılır önümde kelimeler, dalgalanarak
yayılır harf denizinden sineme. Ruhumun ve kalbimin külfetini taşıyacak bir
ahvale koşarım. Konup göçen kuşlar gibi zamansız mevsimler aşar, hüzün yüklü
harflerin mahrecinden oluk olur, taşarım. Toplarım iç acılarımı, bir bavula
sığdırıp “Keşke!” diye hayıflandığım ücralara atarım. Şahit tutarım usulca
geçtiğim rüyalarda ağarttığım saçlarımı.
Cemre
düşmüş, öyle diyorlar. Bilmiyorlar ki her gün kaç cemre doğuruyor gönlüm sırtımda
bir kambur gibi taşıdığım dünyaya. Sahi, boğazıma atılmış kırk kat düğümleri
çözmeye yeter mi bahar sevinçleri?
Kulaklarımı
kapıyorum umutsuzluğu çağıran ne kadar ses varsa. Ben, içimdeki dipsiz
gürültüyü bastıracak bir sel sebil arıyorum. Sessiz akan türküler, tertemiz yüzler
ve billur sözler… Ne var ki insan, kandığı yerden kanıyor en çok. “Düşmem”
sandığı yollar uçurumu oluyor. Samimiyetin can verdiği kollarda yalnızlık boy
veriyor. Yağlı ipe geriliyor gelincik sevdaları. Kurbanı oluyor taze bahçeler
idamlık kusurların.
Bağrımda
bir diken kıymığı… Bir yanık kokusu ruhumun zindanlarında... Boynu bükük
şiirlerde kifayetsiz bir pranga… Köle pazarından hâllice bir çatışma kılıç
savurur kitaplarımda. Soluğumu verebilmek için bir lahza, kalbimin nöbetini
tutuyorum. Kör bir bahçıvan bahçesinde açan gonca bir gülü ne kadar görebiliyorsa,
o kadar yazıyorum. Yahut rayihasında yaşayıp kalıyorum. Görmeden…
Bir
serzeniş var içimde, mezarlık kisvesinde… Acı üzerine kurulu lunaparkların
anlamsız sessizliğine gömülü. Bir orman mı yanıyor, dağlar mı yerinden kopuyor,
tarif edemiyorum. Bir gönül kıyameti mi bu? Dua dua kanıyorum. Söküp
teyellediğim sözcükler mahşer karmaşasında bir virane. Gırtlağıma kadar dolu
bir elem. Ve kaçacak bir yer yok!
Özlemle
beklenen bir buluşma vuku bulur belki bezm-i âlemde. Kelimelerin kaynağına akar
dilim Kevser tadında. Saf, el değmemiş yazılar bir huri gibi parlar dimağımda.
İnci gibi dizilir yan yana abece. Kanaviçe gibi işlenir gönülden bin hece.
Ağlamak
durağan, mızmızlanmak yavan, yazmak ise onurlu ve aktif bir eylem; aklın ve
kalbin karşı koyuşu bu aymaz dünyaya, ruhun izdüşümü satırlara ve muazzam bir
nimetin şükrünü eda. Yazmak, duyguların ve fikirlerin raks edişi. Yazmak, pîr-ü
pak bir kalemin ucunu kendi göğsüne batırmak ve zerk etmek varını yoğunu müşfik
bir yurda; hicret kokan kuşların bağrına umudu takmak ve özgürlüğe uçurmak her
çırpınışta, kurtarmak kalbi hudutlardan, kayıplara karışmak edebî diyarlarda…
Güç takat kalmıyorsa konuşmaya, resmetmeli kavgayı ve sancıyı, bir şiir goncasına…