Bir şehir masalı ve bumerang

Kısa metrajlı rüyalarımıza sızan yağmurlarda ıslanıyoruz. Saçlarımız, eşarbımız hiç bozulmuyor. Bir geniş tahayyülüdür şimdi kendi kendimize kurguladığımız. Hayâllerimiz adına “sistem” denen bir ahir zaman canavarı tarafından satın alındı. Evet, eski varsıllığımız satıldı! Cayma hakkı da elimizden alındı. Bu bir bumerangdı!

“GEÇ kaldık…/ Bölüşüldü gökler/ Talan edildi güneş/ El konuldu ay yüzlü çocukların mehtabına…/ Yıldızlar sökülüp alındı gecelerimizden.

Birileri şehir sevdası düşürdü tahayyülümüze. Yerden yüksek, balkonu olan evlere taşınmayı hayâl eder olduk. Bahçelerimizden mahrum olmazdık, saksılara camgüzeli, begonya, küpeçiçeği diker, balkon demirlerinden sarkıtırdık nasılsa…

Tertemiz bir yaşamak düşüydü bu. Topraktan uzakta, kapıcılı binalarda, yorgunluklarımızı ardımızda bırakıp şehirli olmalıydık. Apartmanlar kaloriferliydi üstelik. Soba kurmayacak, kömür taşımayacak, kül dökmeyecektik. 90’lı yıllarda daha bir çoğalmıştı bu şehrin müreffeh yaşantısından pay almak düşü. Annelerimiz, babalarımıza, “Rahat ederiz bey, insan gibi yaşarız” diyordu. Çocuklar annelerinin bu amansız isteğine katılıyor, “Haydi baba!” ısrarlarıyla bu düşü gerçekleştirmenin temposunu tutuyorlardı her akşam.

Çünkü toprak insanı yorardı. Mesafe olmalıydı aramızda; eşikten toz girmesin, ağaç gölgesinde kalmasındı odalarımız… Masmavi bir aydınlık sızmalıydı pencerelerimizden. Modern bir neşe saçılmalıydı etrafımıza içimizden…

Şehir eğlenceliydi. Fırın, market, manav iki adımlık mesafede. Sinema yakın. Çocuklar için salıncaklı, kaydıraklı parklar vardı. Komşuculuk da iyi olacaktı, çünkü filanca hanımlar da şehirden daire alıp taşınmışlardı.

Derken beklenen oldu. Önce köylerden şehre göç başladı. Sonra gerçekleşen hayâller nüfusu artan şehirlerin kalabalığında tükenip gitti. Artık manzaralı evlerin manzarası karşı apartmandı. Yakıt parası yüksekti, kapıcı tembel. Balkon da güneş görmüyordu ki çiçekler kurumasın…

Bu hayâl kırıklığına henüz alışmıştı ki insanlar, modern dünya başka bir buyurganlıkla el atmıştı düşlere: Kentsel dönüşümden önce girmişti dünyamıza “düşsel dönüşümler”. Görünmez temelleri olan, modern vaatler sunan bir yaşamak üzerine kurgulanmış düşleri kovalar olmuştuk. Uzaktan kumandayla yönetir gibi hayâllerin içine çok katlı, alışveriş mekânlı, spor salonlu, saunalı, yürüme kulvarlı, şehirden hâllice siteler inşâ edildi. Eskisinden daha kolay olmuştu bu merhale merhale dönüştürülen hayâl projelerine adapte olmak. Hatta köyler de şehirlere benzediğinden artık modernleşmek değildi muradımız. Zaten moderndik ve bunu pekiştirmek için hayâllerimiz artık basamakları da tırmanmıyor, yürüyen merdivenlerle terfi alarak yükseliyordu.

Evet, yüksek hayâllerimize inşâ edilen yüksek plazalar, rezidanslar artık gerçek olabilirdi. “Kentsel dönüşüm” projeleri tüm köylülüğümüzü, köylerimizi yerle bir ederken “düşsel dönüşümümüz” çoktan gerçekleşmişti. Pek çok bahçe, bir saksılık moderniteye kurban verilmişti. Bir çorba kâsesine sığacak büyüklükte deniz manzaralarına deli paralar ödemek şehirleşmekten sayılırken, şimdi göğe merdiven dayamak lâzımdı. 27’nci katta yaşıyor olmanın en güzel yanı, penceresinden bakarken bir martı kanadına yakın olmak, maviye dokunmaktı.

Ve bu hayâl de gerçekleşti, yükselen betonlara istiflenmiş insan yığınlarına dönüştük. Gardırobumuzda özenle katladığımız bir kazağın diğer kazaktan haberi olmadığı kadar habersizdik artık birbirimizden. Şehrin büyüsü de bozulmuştu, çünkü yaşadığımız siteler şehirde ne varsa her şeyi ayağımıza getirmeyi, hatta dairemize servis etmeyi başarıyordu. İşe giderken şehrin feci trafiği zamanımızı çalıyor olsa da eve dönüşte konforlu sitemizde, rezidansımızda çözüm önerileri nasılsa sınırsızdı. Her şey hiç olmadığı kadar yakın, tahmin edemeyeceğimiz kadar sistemli, belki biraz masraflı ama tertemizdi. Camları da artık annelerimiz ya da yardımcı hanımlar değil, şirketler siliyordu. Penceremizden belki bir ağaç yaprağı görmüyorduk ama vinçlerin yükselttiği metal balkonlarda elinde silecek olan bir adam görebiliyorduk. Değişikti. Metal ve betondan mülhem olunca barındığımız mekânlarda modernleştiğimizi daha iyi hissediyorduk.

Ve bir gün başımızı yukarı kaldırdığımızda gökyüzümüzün bir avuç kaldığını, güneşimizin çalındığını, yağmurun ritmini duymadığımızı, toprağın artık kokmadığını fark ettik. Saksıya sığdırmaya çalıştığımız topraktan geliş hikâyemizin başkahramanıydık ama ölünce yatacağımız yer kadardı; artık yaşadığımız zamanların toprağı ruhlarımızı bunalttı!

Şimdi düşlerimizde kayıyor yıldızlar. Şehrin gürültüsünden, egzoz kokusundan yorgun düştüğümüzden yarım yamalak uykularımız. Kısa metrajlı rüyalarımıza sızan yağmurlarda ıslanıyoruz. Saçlarımız, eşarbımız hiç bozulmuyor. Bir geniş tahayyülüdür şimdi kendi kendimize kurguladığımız. Hayâllerimiz adına “sistem” denen bir ahir  zaman canavarı tarafından satın alındı. Evet, eski varsıllığımız satıldı! Cayma hakkı da elimizden alındı. Bu bir bumerangdı!

Çünkü “Geç kaldık…/ Bölüşüldü gökler/ Talan edildi güneş/ El konuldu ay yüzlü çocukların mehtabına…/ Yıldızlar sökülüp alındı gecelerimizden”

***

Bu ay Kültür Ajanda’mızın kapağına “Şehirlerin ruhu, ruhlarımızın şehri” dosyasını taşıdık. İki kapak arasına kıymetli yazarlarımızın ihlâslı satırlarından oluşan yazılarıyla, insanın huzuruna dair ne lâzımsa onu sığdırmaya çalıştık. Sağlıklı zamanlar, huzurlu okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim!