Bir savaş anlatısı: The Thin Red Line

Film, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir grup askerin stres ve korku dolu dakikalarını, savaş sırası ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor. Bir savaş filmi olmasına rağmen filmde cesaret ve kahramanlık gibi ögeler geri plâna itilerek korku ve stres gibi tam tersi temalar öne çıkarılıyor.

AMERİKA Birleşik Devletleri, Hollywood sayesinde savaş meydanlarındaki yenilgilerinden bile kahramanlık hikâyeleri üreterek bu yenilgilerini zafer diye sunabiliyor. Vietnam Savaşı üzerine yapılan filmler, bunun en açık örnekleridir. ABD, yeri geldiğinde Rambo gibi sahte kahramanlar icat ederek yenilgilerini mitolojik zafer gibi kamuoyuna sunuyor.

O nedenle savaşlar üzerine inşâ edilen filmler, çoğu zaman mitolojik anlatıya dönüşerek gerçekten uzaklaşıyor. Hele de söz konusu ABD ise…

Ama aksi yönde kurgulanan filmler de yok değil. 1998 ABD yapımı The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat) filmi de bunlardan biri.

Terrence Malick’in yönettiği filmin başrollerinde Sean Penn, Adrien Brody, Jim Caviezel ve Ben Chaplin yer alıyor. Filmde ayrıca George Clooney, Nick Nolte ve John Travolta gibi usta oyuncular da yer alıyor.


Yönetmen Terrence Malick’in aynı zamanda senaryosunu yazdığı film, James Jones’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.

Film, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir grup askerin stres ve korku dolu dakikalarını, savaş sırası ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor.

Bir savaş filmi olmasına rağmen filmde cesaret ve kahramanlık gibi ögeler geri plâna itilerek korku ve stres gibi tam tersi temalar öne çıkarılıyor.

Çarpıcı olduğu kadar sarsıcı da olan film, askerlerin iç dünyalarında olan bitenleri tüm incelikleriyle, yer yer şiirsel bir dille ele alıyor.

Filmin anlatısının inşâ edilmesinde önemli bir yere sahip olan doğa ve mekân tasvirleri filmin alt metin anlatılarına doğrudan etki ediyor. Yer yer muhteşem doğa manzaraları ile sinematografi anlamında izleyiciye muhteşem bir görsel şölen sunan film, yer yer ise ürkütücü manzaraları nazara vererek ölüm-yaşam, güzel-çirkin, doğru-yanlış, iyi-kötü, aşk-nefret, sadakat-ihanet gibi zıtlıkların üzerinden lirik bir anlatıya dönüşüyor.

Filmin görsel yönetmeni olan John Toll, filmin sinematografik başarısını yükseltmek için İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilmiş yüzlerce fotoğrafı incelemiş. Ayrıca dönemi anlatan kitaplara başvurmuş. Bu da filmdeki görsel başarıyı beraberinde getirmiş.

Filmin alt metninde aslında derin felsefî anlatılar var. Özellikle sadakat, sevgi ve gerçeklik olgusu üzerine kurulan anlatı, Tall ile Starros arasındaki ilişkiyle sadakat olgusunu, Bell ve karısı Marty arasındaki ilişkiyle sevgiyi, Welsh ve Witt arasındaki ilişkiyle gerçeklik olgusunu derin bir felsefî bakışla ele alıyor.

Filmin alt metnini çözmek için sahneleri yer yer duraksayarak izledim. Özellikle bazı diyaloglardan dolayı ilk başta anlatının Marksist bir temellendirmeyle inşâ edildiğini düşündüm. Fakat filmin içine biraz daha girince anlatının felsefeden fazlasıyla beslendiğini, filmin alt metninde Nihilist temellendirmelerin de olduğunu fark ettim.

Hâlen filmde açamadığım bohçalar olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle üzerinden yaklaşık çeyrek asır geçmiş olmasına rağmen filmin ve filmdeki anlatının tazeliğinden bir şey kaybetmediği kanaatindeyim.

Siz de yeni keşifler yapmak için filmi mutlaka izleyin.

İyi seyirler…