Bir satranc-ı sadrenc: Erdoğan-Biden görüşmesi

Daha önce Türkiye ile ABD görüşmelerine yakın, ABD mutlaka içteki kuklaları ile sarsıcı operasyonlar çekerek bizi huzuruna zayıf çıkartmak peşinde olurdu. Bu kez elinde bir şey kalmadığı için, bir mafya bozuntusu üzerinden operasyon çekmeye çalıştı ama bu erken öttürülen horozun sesi çabuk kısıldı. Türkiye ise -kışın en çetin vaktinde Gara’ya yaptığı operasyon bir yana- ABD’nin bu hamlesine PKK/YPG’nin Suriye ve Mahmur sorumlularını imha ederek cevap verdi ve Kanal İstanbul projesine yakında başlayacağını söyleyerek ekstra bir kart daha açtı.

14 Haziran’da Erdoğan ile Biden’in Brüksel’deki NATO zirvesi kapsamında yapacakları görüşme, Türkiye ve ABD arasında şimdiye kadar yapılan görüşmelerin en önemlisidir. Bu görüşmeyi önemli kılan nitelik, Türkiye’nin ABD karşısına ilk defa kendi yol haritası ve ajandasıyla çıkması ve kendi çıkarlarını öncelemesidir.

Daha önceki Türkiye-ABD görüşmelerinin tümü, lâfı eğip bükmeden söyleyelim, vesayet altında yapılan görüşmelerdi. Bu görüşmelerde ABD tarafı, gururumuzu okşayacak birkaç lâf eder, neredeyse tamamı ABD güdümünde olan medya da bunu ballandıra ballandıra servis ederek algı yönetirdi.

ABD-Türkiye ilişkileri Erdoğan döneminde bu minvâl üzere bir müddet devam etti ve meşhur “One minute” çıkışından sonra ABD’nin elinde tuttuğu ipler koptu. Bu çıkışın ABD vesayetine karşı bir itiraz olduğu çok açıktı. Nitekim bu çıkışı bir itirazdan çok bir başkaldırı olarak okuyan ABD, Türkiye içinde kendine bağlı odakları harekete geçirerek geçmişte çok başarılı olduğu iktidar düşürme operasyonlarına girdi. 

Geçmişinde kendine göre 27 Mayıs, 12 Eylül gibi darbe ve 28 Şubat gibi post-modern darbe başarıları olan ABD, darbe öncesi verdirdiği muhtıralar ve yaptırdığı ekonomik operasyonlar ve koruyup kolladığı terör faaliyetleri ile 1960’dan beri bu ülkeyi istediği gibi yönetti.

Bu itibarla Erdoğan’ın “One minute” çıkışını salt bir tepki olarak değil, Türk Devleti’nin ayağına vurulan 60 yıllık prangadan kurtulma iradesi olarak okumak gerekir.

Erdoğan’ın bu çıkışını izleyen süreçte Türkiye’nin başına gelenlerin pişmiş tavuğun başına gelmemesi, ABD’nin bu isyana verdiği şiddetli tepkiyle alâkalıdır.

Türkiye gibi jeo-stratejik bir ülkenin ABD’den bağımsız hareket etmesi, onun küreselci yönüne de darbe vururdu, Evanjelist yönüne de. Orta Doğu’daki çıkarlarını da baltalardı, Kafkaslar ve Balkanlardaki çıkarlarını da. Akdeniz’deki hesaplarını da bozardı, Karadeniz’deki hesaplarını da…

Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’ın hedef alındığını sandık, ancak Irak içinde bize karşı yapılandırılan Kuzey Irak Özerk Bölgesi’ni kucağımızda bulduk. Bu yapılanmaya karşı harekete geçmek istediğimizde ise 1993 yılında müthiş bir iç kargaşaya sürüklendik: Uğur Mumcu cinayeti, Eşref Bitlis suikastı, 33 erin şehadeti, Madımak faciası, Adnan Kahveci’nin kazaya (!) kurban gitmesi, Başbağlar katliamı ve tabiî bu kara yılın finalinde Özal’ın kaybedilmesi… Biz bu iç sarsıntıları atlatmakla meşgulken, ABD, Irak’ın kuzeyinde İsrail’in arka bahçesi olacak ilk yapıyı sorunsuzca kurdu.

Ne var ki, ABD ve Siyonist İsrail’in asıl hedefi, Türkiye topraklarındaki Fırat’ın doğu ve güney bölgesini koparmaktı. Nitekim İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra ABD, çıkarına uymayan eski PKK yapısını tasfiye ederek bu kanlı örgütü tamamen kendi güdümüne alıp Kandil’de örgütledi. Türkiye canını dişine takıp örgütü bitirme noktasına getirdikçe her defasında silah ve parasal destekle yeniden ayağa kaldırıp saldırttı ve Kuzey Irak’a hâkim bir kukla yapı oluşturdu.

Ardından “Çözüm Süreci” denen bir afyonla üzerimize gelmeye başladı. İçeride devlete hâkim olan FETÖ ve diğer vesayetçi ekipleriyle “Terör bitiyor, güzel şeyler olacak” teraneleriyle Türkiye’nin üniter yapısının altına fitne dinamitleri yerleştirildi. Gözümüzün önünde tavşan kaçıyor, tazı kovalıyor ama gerçekteyse TSK’nın eli kolu bağlanarak bölgedeki kışlalara hapsediliyordu.

“One minute”, işte bu ve daha sayamadığımız irili ufaklı kuşatmaları kırmak için ortaya çıkan Türk Devleti’nin bir bekâ refleksiydi aslında! Böylelikle ABD ile örtülü bir mücadeleye giriştik.

ABD, kendi cephesinden kumpaslar, ekonomik operasyonlar, terör saldırıları ve darbe teşebbüsü ile üzerimize geldi. Biz ise, Çözüm Süreci oyununu Dolmabahçe’de bozduk, hendekçileri hendeklere gömdük, bütün kumpasları boşa çıkardık, ekonomik operasyonları bedel ödeyerek göğüsledik ve 15 Temmuz ihanetinin üstesinden gelerek vesayetin Ordu, Yargı, Emniyet, bürokrasi ve STK’lardaki yapılanmalarını büyük ölçüde bertaraf ettik.

Hamleye karşı hamle

ABD’nin amacı, darbeyi başarıp Irak ve Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e çıkan bir terör devletçiği kurarak Türkiye’nin Fırat ötesini, bu yapıyla bir ucunu İsrail’e, bir ucunu da Ermenistan’a dâhil etmekti. Oyun büyük, plânlar kusursuz ve şartlar ABD lehineydi. Ama olmadı. Her darbede sinen ve itaat eden Türk milleti, 15 Temmuz ihanetinin neye müncer olacağını derin ferasetiyle sezince harekete geçip Türk tarihinin en büyük ihanetlerinden birini canı ve kanı pahasına önledi.

Devlet yaralıydı ancak millet vakur ve kararlıydı. Bu ortamı çok iyi okuyan yaralı Devlet, can havliyle DEAŞ komedisiyle güney sınırlarında tezgâhlanan fitnenin üzerine gitti. Fırat Kalkanı’nı Zeytin Dalı, Zeytin Dalı’nı Barış Pınarı, Barış Pınarı’nı İdlip Harekâtı izledi. ABD’nin BOP projesinin son ayağını, Suriye’de büyük bedeller pahasına ama bekâ refleksiyle kestik. Durmadık, Türkiye içinde kırdığımız terör azgınlığının peşini bırakmayarak Kuzey Irak’ta Pençe-Şimşek kesildik. Mağara mağara, vadi vadi, dağ dağ terörü süpürerek, onun kuluçka merkezleri olan Kandil, Mahmur ve Sincar’a dayandık.

Bu harekâtları yaparken olacakları iyi bilen devlet aklının zamanında yaptığı silah projelerinin kademe kademe sonuçlanmasıyla gittikçe büyüyen ve modern silah sistemlerinin gücüyle donanmış bir ordu oluşturduk. Bu donanımını savaş ortamında test ederek geliştiren bu ordu, kısa zamanda eski savaş konseptlerini değiştirecek bir gelişme gösterdi. Suriye’deki başarısını Libya ve dolaylı olarak da Karabağ’da taçlandırdı.

Ürettiği dijital ve otonom silahlar, füze ve elektronik harp sistemleri ile bölgesel bir güç olmaktan çıkarak küresel bir güç olmaya doğru ilerleyen Türkiye, artık kendi eksenini kuracak ve kendi çıkarlarını bu eksen üzerinden şekillendirecek bir konuma geldi.

Artık bu saatten sonra Türkiye, ABD’nin ne sahte S-400 tepkisine kulak verir, ne de Suriye’deki oldubitti çabalarına pabuç bırakır. ABD’nin şu anki stratejisi; Türkiye’yi S-400 şantajı, ekonomik yaptırım ve askerî ambargo algıları ile oyalayarak Kuzey Suriye’deki kuklasını bir devletçiğe dönüştürmektir. Türkiye ise bu oyunu hem gördüğünü, hem de bozacağını her halükârda açık ediyor.

Daha önce Türkiye ile ABD görüşmelerine yakın, ABD mutlaka içteki kuklaları ile sarsıcı operasyonlar çekerek bizi huzuruna zayıf çıkartmak peşinde olurdu. Bu kez elinde bir şey kalmadığı için, bir mafya bozuntusu üzerinden operasyon çekmeye çalıştı ama bu erken öttürülen horozun sesi çabuk kısıldı. Türkiye ise -kışın en çetin vaktinde Gara’ya yaptığı operasyon bir yana- ABD’nin bu hamlesine PKK/YPG’nin Suriye ve Mahmur sorumlularını imha ederek cevap verdi ve Kanal İstanbul projesine yakında başlayacağını söyleyerek ekstra bir kart daha açtı.

Şimdi ABD, eski güç ve kudretinde değildir. Çin, pek yakında dünya liderliğini her yönden almaya aday bir süper güç olarak ufukta belirdi. ABD’nin bir an evvel bütün gücünü Pasifik’te toplaması ve Çin’i durdurması gerekiyor. Rusya askerî açıdan güçlü ancak ekonomik yönden zayıf olduğu için, onun askerî yönden dizginlenmesi için Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye olmasaydı Trump boşluğundan çok iyi yararlanan Rusya, Kafkaslar, Baltık ve Kuzey Afrika’da parlayan bir yıldız olacaktı.

ABD NATO’nun Avrupa, Orta Doğu ve Balkanlardaki gücünün merkezinde Türkiye’nin yer aldığını gayet iyi biliyor. Bu bölgede Türkiye’nin denklemden çıkarılması, ABD için AB’nin kaybına yol açar ve AB’yi hem Rusya’ya, hem Çin’e kaptırır. Hele Türkiye’nin karşı bloka geçmesi, ABD için kâbusların en büyüğü olur.

Nitekim Çin, İran ile yaptığı anlaşmaya dayanarak yakında İran Körfezi’nde boy göstermeye başlayacaktır. Rusya’nın Suriye üzerinden Kuzey Afrika’ya sıçramasına bakılırsa, Çin’in İran Körfezi üzerinden daha geniş bir coğrafyaya sıçrayacağını öngörmek kehanet sayılmaz. Zaten Çin’in son zamanlardaki söylemlerine bakılırsa, artık takiyyeyi bırakarak sert bir dil ve saldırgan bir tutum almaya başladığı açıkça görülür.

İsrail’in güvenliği ABD için millî bir meseledir; ancak Biden zihniyeti Filistin’i de dışlamadığı için yeniden iki devletli bir çözüm siyaseti izleyecektir ki bu siyaset, Türkiye’nin de arzu ettiği bir siyaset biçimidir. Bu durumda Filistin-İsrail hattında ABD ile çıkarlarımızın uyuştuğu söylenebilir. Ayrıca Biden’in mesafeli durduğu Körfez’in gangesterleri niteliğindeki BAE ve Suud, İran korkusu yüzünden Türkiye’ye yelken açmak zorunda kalacaklardır. Kukla Sisi’nin de bu dönemde herhangi bir ağırlığının olacağını sanmıyorum.

Bu itibarla, Libya’daki mevcut statüko ABD-Türkiye çıkarlarına uygun bir safhada yürümektedir.

Türkiye’nin Orta Asya bölgesi üzerindeki nüfuzu tartışılmaz bir boyuta gelmiştir. Kasım’da Türk Devletleri Örgütü’ne dönüşecek bir yapının bütün altyapısı hazırlanmıştır. Bu coğrafyanın Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesinin can damarı olduğunu söylemeye gerek yoktur. Türkiye buradaki nüfuz gücünü masada joker olarak tutacaktır. Bu bağlamda, Doğu Türkistan’ın Çin zulmü altında olması, ABD için şu an konjonktürel önemde olması nedeniyle Türkiye, Uygurlar konusunda ABD ile gerektiği kadar işbirliği yapabilir, ancak asla onun dümen suyuna girmez. Zira Uygurlar ABD için sadece taktiksel bir kart, Türkiye için can ve kan bedeline muhakkak kurtarılması gereken tarihî bir vecibedir. Şimdilik çıkarlar örtüşüyor mu? Evet.

Doğu Akdeniz ve Ege’de ABD, Türk tezlerine bigâne bir tavır takınıyor. Ancak bu tavır, bizi bahane ederek tamamen Yunanistan’a sızmak ile alâkalıdır. Çünkü yarın Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesi Avrupa’ya uzanırsa, ABD’nin Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden hat başını tutması lâzımdır. Zaten Afganistan’dan çıkması bu hesapla alâkalıdır. Ayrıca ABD, bu bölgeden hem Rusya, hem de Türkiye’yi kontrol edeceğini düşünmektedir.    

Sonuç olarak yarınki görüşme, Türkiye ile ABD arasında çok önemli bir satranç müsabakasını andırmaktadır. Ancak bu satrancın yüz sorun ve sıkıntıyı içeren bir sadrenc (sad: yüz; renc: sıkıntı eziyet) olduğu muhakkaktır.

Bu sebepten, bence taraflar bu satranc-ı sadrenci kıran kırana değil, akıllı, temkinli ve belli bölgelere kadar ilerleyen bir düzlemde oynayacaklardır. Şu an itibarıyla atları havalandırmak, fil ve kaleleri hareketlendirmek iki tarafın da işine gelmez. Hele vezire el atılacağını hiç sanmıyorum. Bu müsabakadan çok şey bekleyen ve âdeta bir şah-mat havası estiren aklı evvellere şu uyarıyı yapmakta yarar var: Yarın olacak olan, sadece piyonlara olacaktır, o kadar!