BAZEN küçük hacimli olmalarına rağmen, ruh dünyamızda büyük
fırtınalara sebep olan kitaplar vardır. Eminim, hepimiz için bu durum, yaşadığımız
zaman ve mekâna göre muazzam çeşitlilikler gösterir. Kıymet verdiğim insanların
kitaplarla olan maceralarının nasıl başladığı ve hangi kitabın kimi nereye savurduğu
ile ilgili hatıraları hep ilgimi cezbetmiştir. Bunun bir ölçüsü yoktur; sırası,
usulü de… Bu macera için herhangi bir kıyaslama veya olumlama da yapılamayacağı
kanaatindeyim. Çünkü bütün kitaplar taliplerine (?) aynı rüyayı vaat etmezler.
Her insan özeldir. Ve her kitap, yolculuğun başladığı
yeri baştan söylese de, varış noktası zaman ve mekândan münezzehtir. Zannedildiğinden
çok daha fazla varış noktası olduğu gerçeği, hayâl değil, yalnızca tecrübe
edilebilir. İzahı kısmen mümkün olmakla birlikte, ispatını henüz kalem yazmamış,
kâğıda düşmemiştir.
***
Küçük bir kız iken okuduğum “Kara Lâle” (Alexandre Dumas),
o zaman içinde başıma gelmiş en iyi şeydi benim için. Sesler ve sûretler
berraklaşmış, zor ve imkânsız olan arasındaki fark netleşmişti.
Dünyanın yuvarlak olduğu malûm iken, “Küçük Prens”
(Antoine De Saint-Exupery), dünyanın üzerinde yürüdüğü resmedilen kitabıyla tüm
bildiklerimi yerle bir etmiş, insanın var olduğu ilk günden bugüne kadar
tartışılan ve tartışılmaya devam edecek olan değer ve kabullere gönül gözüm ile
bakmama neden olmuştu. Prens, âdeta bana doğru eğilmiş ve “Hayâllerine sırtını
dönmeden kurabileceğin güzel bir hayat” diye fısıldamıştı. Her insanın
derinlerinde duyduğu fısıltının kaynağı bu. Şüphelendiğim doğrudur.
Yine çeşitli sağlık sorunları sebebiyle doktorlara sık gittiğim
bir dönemde “Su Kasîdesi” (İskender Pala) ile yazar beni sertçe silkelemişti. Tüm
varlığın sudan yaratıldığından başlayan betimlemeler, derin bir anlam örgüsü
içinde kâh Fırat, kâh Dicle kıyılarından tüm Mezopotamya’ya kadar uzanmış,
nihayetinde En Sevgiliye na’ta dönüşmüştü.
Tüm sebepler hâsıl olacak olana köprü oldu ve sonucun önüne
geçemedi. Geçemeyecekti.
Ve söz durdu.
“Hak-i payine yetem der ömürlerdir muttasıl,/ Başını
taştan taşa urup gezer avare su.”
Meselâ yakın zamanlarda büyük bir heyecan ile “İyiler
Ölmez” (Mustafa Kutlu) okurken, kitabın sonunda kahramanların ölmesi, ruhumda
duvara çarpma hissi dışında birçok kapı araladı. O çeşme ile onca masal tekrar
dile geldi, sofralar kuruldu, davullar çalındı. Artık yaşam ve ölüm
anlamlarından soyunmuş, sadece sükût etmişlerdi.
“Aşk ve Gurur” (Jane Austen) okumayan gençlere acınmalı mıydı?
Ya da “Kürk Mantolu Madonna” (Sabahattin Ali) olmadan köprüler eksik kalmaz
mıydı?
Ve bir başkası… Yazar önce insanın aklı ve hayâl gücüyle
dalga geçer, sonra dağlardan kopan kayaların yükseklerden yerin dibine sessizce
gömülmesini 3D ekranda gözleri kapalı izletir. Tarifi zor bir akıl tutulması
yaratan “Puslu Kıtalar Atlası”nı (İhsan
Oktay Anar) okumamak, hangi vitaminin eksikliğine eşdeğerdir, bilinmez. Tüm bu anlatım
yoğunluğundan ve kelime fırtınalarından sağ kurtulan okuyucu, bir daha okuyup yazar
mıydı? Bilir miydi?
***
Ruh maceramda yaptığım bu ufak gezintinin sonunda tüm bunları
yazma sebebine geleyim istiyorum.
Genç bir hanımefendi (31) ile dertleşiyoruz. Hayatın
üzerine geldiğinden, güçsüzlüğünden, çıkış bulamadığından bahsettiği sırada,
(anne mi desem, yoksa abla mı) bildik tavsiyeler döküldü dudaklarımdan. İşe
yaramayacağını daha söylerken bildiğim malûm konuşmaydı sadece. (Ali Şeriati’nin
“İnsanın Dört Zindanı” adlı kitabını gözlerinden, sesinden, ellerinden
okuduğumu hüzünlenerek hatırlıyorum şimdi.)
Bir şey söylemeliydim. Konfüçyüs’ün dediği gibi, yeni bir
yol açmalıydım. Yoldan çekilmek istemiyordum çünkü. Çocukluğunda, ilk gençlik
yıllarında okuduğu, o zamanlarda iyi gelen yolculuklarına çıkmasını tavsiye
ettim. Kendi ruh maceramın kapısını açtım, isimler ve kitaplar ile ilgi
anılarımı, bunlardan nasıl istifade ettiğimi, sandığın kapağını her açtığımda
nasıl hazineler keşfettiğimi falan kabaca anlattım. Buğulu gözleri alarm
veriyor, yine de yardım butonuna basılı kalmış ruhu ile anlamaya, kaydetmeye
çalışıyordu.
Ve… İşte o zaman olan oldu! Kendiyle ilgili, kendi ruh
macerasıyla ilgili (neredeyse) hiçbir kayda rastlayamadı. Zorladı hatırlamak
için. Umutsuzca düşündü ama… İşte… Şimdi… Bulamadı. Şaşırdı, utandı, sıkıldı… Ama
bulamadı. Yoktu.
Ve ben bu sessizliğin altında ezilip kalmıştım. Duran söz
yine söylendi:
“Hak-i payine yetem der ömürlerdir muttasıl,/ Başını
taştan taşa urup gezer avare su.”
***
“Bilenler ‘Biliyorum’ demez, susarlar” denilir, bilmeyenlerse
“bildiklerini zannettikleri şeyleri” söylemek hususunda daha da mahirdirler, bilinir.
Bu dönence böylece döner durur. Ve her insan er ya da geç kendi ruh dünyasında
biriktirdiklerine muhtaç olur. Sandığı boş olan insanlar ise, yaşları ilerledikçe
daha mutsuz, saldırgan, kırıcı ve kaba olurlar.
Kendine, kendi ruhuna, bedenine, dünyasına, ahiretine
yatırım yapanlardan olabilmek duasıyla Kitabı sonundan değil, başından tekrar
okuyalım: “Oku!”