SON yıllarda
sosyologların edebiyata olan ilgileri, edebiyat ve toplum arasındaki ilişkiye
sosyolojik bir perspektif katmak suretiyle, toplumsal çözümlemeler konusunda
edebiyattan faydalanılabileceği görüşünü gündeme getiriyor. Batı dünyasında
edebiyat sosyolojisi, 20’nci yüzyılın başlarından itibaren bir disiplin olarak
literatüre dâhil olduğu hâlde, ülkemizde ancak geçmiş elli yıl içerisinde
kendisine bir alan açabilmiş. Edebiyatın sosyolojik bir imkânı üzerine de birçok
çalışma sayısı ile birlikte, kendisinden sonrakiler için katkı sağlayacak
başarılı çalışmaların sayısı da gittikçe artmakta, edebiyata ilgi duyanların
edebiyat sosyolojisiyle de ilgilenmeye başladıkları açıkça görülmektedir.
Makale,
Kemal Tahir'in “Bozkırdaki Çekirdek” romanından hareketle, döneme sosyolojik
bir perspektiften ışık tutmak amacıyla kaleme alınmıştır. Bu anlamda,
sosyolojik iddiasından ziyade, roman sosyolojisine dair bir ön bilgiden sonra, kitapta
konu edilen köylüler, köylerdeki toplumsal yapı, Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacı
ve romanda bahsi geçen coğrafyada kuruluş süreci ve kuruluşunda karşılaşılan
zorluklar mercek altına alınacaktır.
Roman
sosyolojisine dair[i]
Bozkırdaki
Çekirdek kitabının tahliline girişmeden, “roman” teriminin ne anlama geldiğine
bakmak gerekir. Roman, Fransızcada “romantik aşk maceraları, çekici aşk
destanları, Ortaçağ’a dair şövalyelik ve efsane” gibi anlamlara gelen “romance”
kelimesinden gelmektedir. Hayâl ürünü hikâyeler toplamı olan romanstan ayrılıp
bugünkü edebî değerini kazanması, 17’nci yüzyıl başlarında görülmektedir.
Romanın tanımına dair pek çok eleştirinin olduğunu söyleyen Çetin, kendi anlayışına göre romanı şöyle
açıklar: “Romancının beş duyusu yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak hayatında
yankı bulmuş yaşantı, bilinç, zekâ, hayâl, düşünce, duygu gibi öğeleri sanatsal
bir bağlam içinde yeniden kurduğu yapay âlem…”
Romancı,
dış dünyadan, yaşantılarından, gözlem, izlenim ve incelemelerinden amacına ve anlayışına göre bir seçme
yapar, onları dış dünya görüşü ve inancına göre belirli bir senteze ve yoruma
tâbi tutarak iç bütünlüğüne kavuşmuş canlı bir gerçeğimsi dünya kurar (Çetin,
2006: 66). Genelde sanat, özelde ise edebiyat, yazar, metin, okur ve toplum
ilişkileri çerçevesinde şekillendiğinden, yazar ve toplum arasındaki iletişim aracı
olan metnin toplumsal-kültürel boyutlarının olduğuna dair ortak bir kanaate
ulaşmak mümkündür.
Bir
edebiyatçı olan Çetin, romanın yazılış ve okunuş amaçlarını belirleyen
işlevlerinin “eğitim, eğlendirme, estetik, haz ve propaganda vasıtası kılınması”
olduğunu söyler. Çetin’in “bilinçli okur” diye nitelediği grup, romanda nelerin
nasıl anlatıldığını, nelerle ilişki kurulup nerelere göndermelerde
bulunulduğunu görmeye, anlamaya, farkına varmaya ve bunlardan zevk almaya
çalışır (2006: 11).
Şu
hâlde denilebilir ki, roman bir anlatıdır ve muhatabı olan okura yöneliktir.
Okur ise, metinden etkilenen ve etkilerini yine topluma taşıyandır. Romanın
malzemesi de toplumun kendisi olduğuna göre, karşılıklı bir etkileşim ve
dönüşüm içerisindedir.
Bir
edebiyatçı da olan sosyolog Köksal Alver (2006: 11), edebiyatın aynı zamanda
olgusal niteliğine dikkat çekerek, bu olgunun sosyolojik olarak da incelenmesi
gerektiğinin altını çizer. Edebiyat kendi özelinde iletişim ve ilişkiler ağı
oluşturmakta, bu yönüyle de toplumsal alana dâhil olmaktadır. İşte sosyoloji,
edebiyatın bu yönünü dikkate alarak onu toplum analizinde öne çıkartabilir.
Roman
çözümlemesine dair iki önemli kuramdan söz edilir: Biri roman kuramı olarak “Hermeneutik
yaklaşım”, bir diğeri ise “oluşumcu-yapısalcı yaklaşım”... Her iki yaklaşımın
da toplumsal analizler için önemli teorileri vardır.
“Hermeneutik
yaklaşıma göre insan varlığı, onu kuşatan bir anlamlar ağı tarafından
belirlenir; herhangi bir insan tekini bulunduğu anlamlar ağından çıkartarak bir
tanıma, bir belirlenime yerleştirmeye çalışmak, daha baştan yönetimsel bir
çıkmaza sürüklenmek demektir. Bu yaklaşımda kalkış noktası, insanın amaçlılık,
niyetlilik, içgörü gibi tanımlamaları değil, tam da bu sözü edilen anlamlar
ağıdır; çünkü bu tanımlamalar da insanların kendi aralarında hep önceden
oluşturageldikleri anlamlar dünyasına göre şekillenirler” (Göka, Topçuoğlu,
Aktay, 1999: 26).
Hermeneutik,
metinlerin “doğru” anlamının araştırılmasından başlayarak, toplumun
araştırılmasına, toplumun ve dünyanın anlamlandırılmasına yol gösterici bir
“sistem” önerisine ve sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde bir eleştiri
aracı olmaya uzanan geniş bir yelpazede “anlam”ın çeşitli biçimleri ile
ilgilenmiştir.
Hermeneutik
yaklaşıma göre, bu yaklaşımın ele alınabilmesi için önce roman türünün kendi
sorunlarının ortaya konulması gerekiyor. Dolayısıyla Hermeneutiği bir kuram
olarak ele almak için, onun diğer edebiyat
kuramlarıyla ilişkisi, edebî metinler karşısındaki duruşu, roman türünün
kendine özgü özellikleri ve tüm bu bağlantıların göz önünde bulundurulması
gerekiyor. Yaşat’a göre, bu sayede “teori” ile “pratik” arasında bir bağlantı
kurulabilmesini sağlamayı amaçlıyor (2004: 12–13).
Teori ile pratik arasındaki ilişkiye dair bir vurguyu Gadamer’de de görürüz. Sanatı bilgi alanından çıkartıp yalnızca haz alma ve güzeli kavrama işlevine hapsedenlerden farklı olarak Gadamer, sanatın da bilgi iletebileceğini savunur. Ancak bu bilgi, bilimin içerdiği kavramsal bir bilgi değil, “pratik ve moral” bir bilgidir (Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1999: 56).
Roland Barthes
Dilin
kültürel boyutuna dikkat çeken bazı başka Hermeneutikçiler ise, yazının
tamamlanmasının ardından yazarını öldürürler. “Yazarın ölümü” kavramının sahibi
Roland Barthes’e göre, metinde konuşan yazar değil, dilin ta kendisidir. Bu ne
demektir? Metin, bir “yazar- tanrı”nın
ürünü değildir; aksine o, kültürün sayısız merkezlerinden gelen bir anlatılar
ve aktarımlar örgüsüdür[ii].
Yazarın işlevini kaybetmesinde önemli bir noktanın, yazarın söylediklerinin
onun mülkünün olmadığını, aksine dilin yazar aracılığıyla konuşması olduğunu
savunanlardan biri de Foucault’tur[iii].
O da yazarın ölümünü Bathes’e benzer bir düzlemde ilân eder.
Goldmann’a
göre, “roman yapısının sosyolojik
incelenmesi” mümkündür. O, kendi yaklaşımını “oluşumcu- yapısalcı” olarak
niteler. Yapılan tüm analizler, roman edebiyatının içeriği ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki üzerine
kuruludur. Oysa roman sosyolojisinin araması gereken asıl sorun, romanın yapısı ile bu yapının içinde
geliştiği sosyal yapı arasındaki
ilişki yani edebî bir tür olarak roman ile toplum arasındaki ilişkiler
olmalıdır.
Goldmann’ın
düşüncesine göre roman, piyasa için
yapılan üretimin doğurduğu bireyci toplumun günlük yaşamının edebiyat alanındaki
yansımasıdır [iv](2005:
25). Marksist bir felsefeci olan Goldmann, kapitalizmle birlikte, roman
edebiyatının da tıpkı diğer sanat türleri gibi -sosyal bir bilince bağlanamasa
da- kültürel bir yaratı biçimi olduğunu söyler. Bu anlamda yazar bir yandan yozlaşmış bir kimseyi temsil ederken,
diğer yandan da birey (okur) ve toplum arasındaki bir arabulucu görevini de üstlenmiş olur.
Son
olarak, oluşumcu-yapısalcı kuram, tüm
insanî davranışların belli bir duruma anlamlı
cevap verme ve bu sayede eylemin öznesi ile öznenin içinde bulunduğu çevre
arasında bir denge kurma denemesi olduğu tezinden yola çıktığı söylenebilir
(Goldmann, 2005: 73). Öznenin gerçekte kim olduğu sorusuna cevap ararken, onu
bireyin içinde, topluluk içinde ve topluluğun kendisi gibi görme problemlerinin
doğabileceğine dikkat çeken Goldmann, toplum içindeki bireyi yadsıyan görüşe
karşı çıkar ve “Neden eser ile onu yazan birey arasında değil de toplumsal grup
arasında ilişki kurmalıyız?” sorusunu sormanın daha anlamlı olacağını söyler.
Onun kavramsal düşüncesine göre cevap gayet basittir: “Eser, yalnızca kültürel
öğeleriyle kavranmaya çalışıldığında, sadece eseri ya da yazarını ele alan
araştırma, en iyi ihtimâlle, eserin
iç ünitesini ve eserin bütünü ile parçaları arasındaki ilişkiyi ortaya koyabilir.
Fakat asla eser ile onu yaratan insan arasında aynı tipte bir ilişki kuramaz. Dolayısıyla bireyi özne olarak kabul
edersek, eserin incelenen en büyük bölümü rastlantısal kalır ve akıllıca ya da
ustaca yapılmış yorumların ötesine geçmek mümkün olmaz.”
Tanışık
olmayan yazar ile okurun sezgisel ya da ampirik bilgisi temel alınarak analiz
edilmesi fazlasıyla karmaşık olacağı için, Goldmann, sosyolojik bir inceleme
ile ulaşılmaya çalışılacak bağları, bir toplulukla (grup ekseni üzerinde
özellikle durur) ilişkilendirilerek çok daha kolaylıkla aydınlanabileceğini
savunur. Çünkü topluluğun yapısı, bireyin yapısından çok daha kolay
anlaşılırdır. Ayrıca tek tek bireyler ele almak yerine, tek bir sosyal gruba
ait yeterli sayıda bireyi incelediğimizde, diğer bütün grupların eylemleri ve
bu birlikteliğe bağlı olan psikolojik öğeler birbirlerini karşılıklı olarak
ortadan kaldırır ve geriye, anlaşılması daha basit ve çok da tutarlı bir yapı
kalır (2004: 75-76).
Kemal
Tahir hakkında
Kemal
Tahir'in hayatı, genellikle tüm diğer eserlerde olduğu gibi kitabın başında
verilmiştir:
"İstanbul'da doğdu. Gazihanpaşa Rüştiyesi'ni bitirip girdiği Galatasaray Lisesi'nin ikinci sınıfındayken ayrılarak öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat kâtipliği, ambar muhasipliği, gazetecilik gibi işlerde çalıştı. Nazım Hikmet'le birlikte yargılandığı Donanma Komutanlığı Mahkemesi'nde on beş yıl hapse mahkûm edildi. On iki yıl Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya Cezaevlerinde yattıktan sonra, 1950'de Genel Af Yasası uyarınca geri kalan cezası bağışlandı. 1955'ten sonra yayımlamaya başladığı romanlarıyla edebiyatımızın önce gelen yazarları arasına katıldığı gibi, tarih konusundaki görüşleriyle de düşün hayatımızı etkiledi. 21 Nisan 1973'te, bir kalp krizi sonucunda İstanbul'da öldü."
Kemal Tahir
Onun
hayatına dair, ancak bazı ayrıntılara değinmek yerinde olacaktır. Annesi,
üçüncü çocuğunu doğurduktan sonra veremden ölmüştür. Annenin ölümü, ailenin
felâketini de beraberinde getirmiştir. Okulunu bırakıp bir avukat yanında
çalışmaya başlar Tahir. Sonra farklı gazete ve dergilerde röportaj yazarlığı,
çevirmenlik, editörlük ve sekreterlik yapar. Zamanla başyazar olur ve en son
Tan gazetesinde Yazı İşleri Müdürlüğü'ne kadar yükselir.
“Bahriye
Olayı” diye bilinen olayda donanmayı isyana teşvik etmekten kardeşi, Nazım
Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı ile 15 yıl cezaya çarptırılır. Adına “Nazım Hikmet
solculuğu” dediği sol görüşe dair ilgisi artar. Kant, Descartes, Nietzsche,
Engels ve Marx okumalarının kendisini değiştirdiğini yazar karısına gönderdiği
mektuplarında. Bunun üzerine vatan ve millet düşmanı bir solcu olduğu
gerekçesiyle eşi kendisinden boşanır. Oysa Kemal Tahir, Atatürk'ün partisi
olarak gördüğü Halk Partisi'ne her zaman yakın durmuştur.
Roman
özeti
Kemal
Tahir, romanını (1) “Ortam”, (2) “Deney” ve (3) “Bozkırdaki Çekirdek”
başlıklarıyla üç bölümde kaleme almış. Her bir bölüm kendi içinde olaylarla
ilişkilendirilmiş alt başlıklara ayrılmış.
Birinci
bölüm, Çatı alt başlığıyla başlıyor.
Çatı denmesinin sebebi, kuşkusuz tek parti döneminde iktidarın Genel
Merkezi’ndeki sohbette, kitabın ana konusu olan Köy Enstitüleri ile ilgili
sohbetin tarafları. Genel Merkez’de, Genel Sekreter’in odasında, Genel
Sekreter, bir Profesör, kara yağız bir Paşa Vekil ve sonradan aralarına katılan
İlköğretim Genel Müdürü bulunmakta.
Vekil,
Millî Şef’in titizlikle takip ettiği ve önemsediği Köy Enstitüleri’ne karşıdır.
Kendisi gibi birçok vekilin de bu denemeye karşı çıktığını ve en kısa zamanda
başarısızlığa uğrayacağını iddia etmektedir. Buna karşın Profesör ve Genel Müdür,
yapılanın Türkiye’nin geleceği için doğru olduğunu savunmaktadır. İlköğretim Kanunu
1912’de çıkarıldığı hâlde, okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde seksendir. 20
milyon nüfusun dörtte üçü köylerdedir. Kırk ilâ 65 bin köy olduğu hâlde sadece
beş bininde öğretmen vardır. Eğitimli dört binken, otuz bin köy öğretmen
beklemektedir. Şehirlerde ise en fazla 600 öğretmen bulunmaktadır. O gün, 5
Haziran 1943… İkinci Dünya Harbi yaşanıyordur. İsmet İnönü temkinlidir. Savaşa
girmemekte direnmektedir. Köylüyü köyünde tutma çabası vardır. Zira şehirleri
de besleyen köylülerdir. Köy Enstitüleri de bu amaçla kuruluyordur. Sohbet
sonunda alınan karar açıklanır. 14’üncü enstitü Ilgaz’da, Çankırı-Çorum-Kastamonu
topraklarının kesiştiği yerde, “Dumanlı Boğaz Köy Enstitüsü” adıyla
kurulacaktır. Müdür olarak da Halim Akın atanmıştır.
Taban başlığı altında,
kurulacak olan enstitüye en yakın olan Şirinköy’de, gece yarısı yaşanan esrar
kaçakçılığının gerçekleştiği ortam ve kaçakçılık işinde olanlar anlatılır.
Köyün ağası Topal Osman’dır; “Çopur Ağa” diye de anılır. Zeynel Ağa, köyün
ağasıdır. Cinci Nezir, ağanın “1” numaralı adamıdır, Durali ise yeğeni. Malları
Kara Derviş getirmiştir. Korucu olan Hüseyin Karabaş da işin içindedir. Mallar
Göçmen Apti’ye teslim edilirken sıkı bir pazarlık yapılır yapılmaya, ancak
paraları aldıkları hâlde Apti’nin ardından yolunu kesip malları çalmak için
haince plânlar yapılsa da vazgeçilir.
Gece
bunlar yaşanırken, Köy Enstitüsü mezunu Yamanörenli Murat, ilkokulun
öğretmenidir; yatağında hop oturup kalkmakta, en ufak çıtırtıda gözünü kapıya
dikmektedir. Karısı üçüncü bebeğini düşürdüğü için memlekette kalmış, Murat Öğretmen
köye tek başına gelmiştir. Fakat Dul Sultan’la iki kez buluşmuş olduğu için hem
utanç içindedir, hem de yolunu gözlemektedir. Duyulsa, ikinci hanım almak yasak
olduğundan “esdüdücülere” (“enstitü” için köylülerin kullandığı ifade), derhâl
görevden alınacaktır. Yanık Sultan kapıyı tıklar, Öğretmen açar, ancak kendisine
hâkim olup bu sefer Sultan’ı göndermeyi başarır. Bu arada Öğretmen’e bir
telgraf gelmiştir. Zeynel Ağa ve ekibi, telgrafın içeriğini deli gibi merak
etmektedir. Öğretmen’in çamaşırlarını yıkayan Yanık Sultan’ı Öğretmen’in başına
sarmaya karar verirler ağzından lâf almak için.
Halim
Akın ve beraberindekilerin köye gelmesi, Çevre
bölümünde verilir. Yanında Emine Öğretmen ve Nuri Öğretmen vardır. Eski bir
ciple gelmişlerdir. Onları Yamanörenli Murat karşılar. Görev paylaşımı
yaparlar. Murat Öğretmen ve Halim Müdür ile gelen Nuri Öğretmen kaymakamlığa
gidecektir. Emine ile Halim Hoca pazarı gezerler. Esdüdü için alınacakları
nereden alacaklarına dair araştırmaya girişirler.
Zeynel Ağa ve ekibi, gelenlerin dağıtıcı olduğunu düşünürler ilkin. Dağıtıcılar, savaş zamanında gelip ambarları boşaltarak halka idare edecekleri kadar erzak dağıtıp kalanı alıp götürmektedirler. Hatta halk arasında, darda kalan biri için “Herif yandı ki ambarı mal dolu tüccar gibi” diye bir söz dahi çıkmıştır. Bu yüzden mallar genellikle tekellerde toplanıp gizlenir. Bolluk zamanında toplanıp yoklukta köylüye fahiş fiyatlarda satılmaktadır.
Pazar bölümünde Zeynel Ağa, Halim Bey’in ekibine katılır. Esdüdüye karşı olduğu hâlde onları esdüdünün açılmasını destekler gibi karşılar. Pazarda bulunan dükkânların çoğu boştur. Ancak malları temin edebilecekleri Hacı Zekeriya Kulukçu’nun dükkânına varırlar. Hacı, gelenlerin dağıtıcı olduğunu düşündüğünden çoktan kaçmıştır. Onu beklemeye, yakınındaki tarihî handa çaycılık yapan Kambur Şaban’ın ocağına giderler. Hacı gelir ve siparişler verilir. İhtiyaçların her türlü şekilde karşılanacağına dair Zeynel Ağa garanti verir ve her konuda kendisine gelmesini tembihler esdüdücülerin.
Halim
Akın ciple esdüdünün kurulacağı yere giderken, yanında bulunan Emine, Nuri ve sonradan
aralarına katılan Cemal Öğretmenlere, Ülkücülüğünü anlatır. Savaş döneminden
sonra Ülkücülerin nasıl hüsrana uğradıklarını, ideallerinin nasıl çürüdüğünü,
öğretmenliğe başladığı yıllardan sonra zamanla sevgi dolu bir öğretmenken nasıl
zebun bir öğretmene dönüştüğünü, bu yüzden mesleğini bırakacak hâle geldiğini
anlatır.
Hürlüğün
iki dayanağı vardır ona göre; çile çekme gücü ve azla yetinebilme alışkanlığı…
Bu iki zenginliği hiçbir kumarbaz hiçbir oyunda kaybedemez. Geleceğin umudunu
bu iki zenginliğe bağlamıştır. Kendisine verilen görevle yeniden inancının
yerine geldiğini, ikinci bölümün ilk başlığı İnanç alt başlığında anlatır.
Uğradıkları Kaymakamlık’ta, Müfettiş Şefik Ertem’le karşılaşırlar. Eskiden beri dost olan Halim Müdür ve Şefik Bey, esdüdü konusunda ayrı düşünmektedir. Müfettiş Şefik Ertem, esdüdü fikrine karşı çıktığını şu sözlerle savunur: “Dört süngülü ile koca bir istibdadı deviren inkılapçılar bilmiyorlar ki, köyü yaşatacak olan okul değildir, okulu yaşatacak olan köydür. Öyleyse ‘Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?’ diye düşünmeliyiz. Yoksa Hükûmet zoruyla kurulan her okul da mekanik olarak dıştan kurulan her müessese gibi böyle dayanak noktası bulamaz, er geç batar.”
Esdüdüye alınan çocukların pohpohlanarak yetiştirilmesi ve her çevreden destek göreceğine inandırmak, onları aldatmaktır ona göre. Emine Öğretmen, “Biz bozkırda çekirdeğin ham meyvesini arıyoruz” diye atılır söze. Şefik Bey itiraz eder “Çekirdeği olsa, bozkır kalır mıydı bozkır?” diye. Müdür Bey’in fikridir Emine Öğretmen’in savunduğu. Bu yüzden bozulur ancak renk vermez. Durumu anlayan Müfettiş de uzatmaz mevzuu.
Kaynak başlığı altında,
belirlenen çocukların köyden alınmaları anlatılır. Köydekilerin çoğu,
çocuklarını vermek istemez. Ancak esdüdücü köy öğretmenleri bu konuda velileri
ikna etme konusunda kısmen başarılı olmuştur. Özellikle analar, çocuklarının
toprakları olduğu hâlde okula gitmelerine karşıdır. Köylerin Zeynel Ağa ve ekibi
gibi kışkırtıcıları da zaten esdüdüleri gâvur okulları olarak karalamış ve
köylü üzerinde oldukça etkili olmuştur. Köylülerin hükûmete karşı güveni
yoktur.
Dervez
deresinin yamacına kurulmuş olan Taşoluk köyünde de analar son bir hışımla
çocuklarını vazgeçirmeye çalışmaktadırlar. Köyün iki delikanlısı Yıldır ve Ökkeş,
köyden ağalarını zorla ikna etmiş Hanım Kuzu ve Petek Elvan’a yangındırlar. Bu
yüzden imkânı yoktur kararlarından dönmenin. Analarını dinlemezler.
Bekir
Ozan’ın ise en büyük tereddüdü, onun “Ruh arkadaşım” dediği köpeği Çello’dur.
Geride bırakmak istemez dostunu. Anası, kendisi giderse köpeğini başıboş diye
öldürecekleriyle tehdit eder. Kamyonetle çocukları almaya geldiklerinde, son
anda Çello’yu da kamyonete atar Bekir.
Keşiş Düzü’ne vardıklarında
çocuklar iki gruba ayrılır. Bir gurubun başına Nuri Çevik Öğretmen, diğerinin
başına Cemal Avşar Öğretmen atanır. Dört kız öğrenciden ise Emine Öğretmen
sorumludur. Nuri Öğretmen’in grubunun adı Sakarya’dır ve Esef Çakır, Mehmet
Uyar, Hıdır Molla, Paşo Ayvaz, Alican, Dede Sarp, Cimşit Tok, Şevki Pehvan ve Mıstık
Anasız bu gruptadır. Cemal Öğretmen’in grubunun adı ise Kubilay’dır ve Recep
Erdoğan, Cengiz Uslu, Musa Korkut, Dursun Alver, Timur Arslan, Bekir Ozan,
Ökkeş Yiğit ve Yıldız Ulak bu gruptadır. Hanım Kuzu, Petek Elvan, Elif İnce ve
Güllü Çavuş, Emine Öğretmen’dedir. Erkeklerin gruplarının adını Halim Müdür
koymuştur. Kızların grubuna isim vermek ise akıllarına gelmemiştir.
Öğrenciler,
Keşiş Düzü’ne vardıklarında büyük bir hayâl kırıklığı yaşarlar. Ortada ne bir
bina, ne bir okul, ne de yatacakları bir yer vardır. Sonra birden düzlüğün alt
yamacına bir kamyonla erzak gelir. Halim Müdür, önce çadır kuraklarını, sonra
binaları kendilerinin yapacaklarını açıklar. Çocuklardan bazıları şimdiden
geldiklerine pişmandır ve dönmeyi ve hatta kaçmayı dahi düşünürler. Ama kimse
gitmez. Görev dağılımları yapılır ve herkes işe koyulur. İlk gün çadırlar
kurulmuş, Aşkar Doru ve Filozof adını verdikleri iki katırla sular taşınmıştır.
Yorgunluktan
bitap düşen öğrenci ve öğretmenler, ilk günün patates yemeğini kıtlıktan çıkmış
gibi yerler. Yemekten sonra, 4 Temmuz akşamında, ilk öğretmenler kurulu toplantısını
gerçekleştirir Halim Müdür. Dumanlı Boğaz’da,
çocukların ilk günlerde insanüstü çalışmalarıyla kurdukları düzen anlatılır.
Diğer yandan Zeynel Ağa ve ekibinin hainlikleri ve esdüdünün kurulmasına engel
olamadıkları için birbirini suçladıkları tartışmalar anlatılır bu bölümde.
Köylerdeki fakirlik, topraksızlığa bağlanır. Osmanlı’da mülkiyet olmadığından
alışmıştır köylü tembelliğe. Ayrıca bozkırın kuraklığı ve denetçilerin ambarları
boşaltması da diğer sebepleridir.
Son
bölümde, Deli Derviş’in değirmeninde un için gittiklerinde yaşadıkları kâbus
dolu sağanak işlenir. Birden bastıran yağmur, Deli Derviş’in biçtiği ancak
kurmaya bıraktığı kendirleri nasıl mundar ettiği, Derviş’in nasıl başını
taşlara vura vura dellendiği anlatılır. Ama daha da önemlisi, Esef’in ciple değirmene
birlikte gittiği Emine ve Nuri Öğretmenleri, dere yatağında nasıl bir gayretle
düzlüğe çıkararak canlarını kurtardığı telâş anlatılır. Kendilerini
kurtaranlar, ciple döndükleri esdüdüde, yapıp ettikleri her şeyin nasıl yıkılıp
dağıldığını görürler. Çello ile suya giden Bedir de canını zor kurtarmıştır.
Kara Değirmen ve Sığınak bölümünde, öğretmenlerle öğrencilerin tüm çabalarının heba olduğu, sağanak sonrası yeniden kurulum plânlarını açıklayan Müdür’ün gayretleri ve yeniden umutlanmalarıyla işleri düzene koymaları anlatılır. Ancak sulara karışmaktan zor kurtulan Bekir ağır üşütmüş ve tedavi için şehre gönderilmiştir. Nice sonra onun ölüm haberi, esdüdücüleri büsbütün hüsrana uğratır. Artık bir yanları yarımdır. Çello ise onlara emanettir.
Edebiyat kendi özelinde iletişim ve ilişkiler ağı oluşturmakta, bu yönüyle de toplumsal alana dâhil olmaktadır. İşte sosyoloji, edebiyatın bu yönünü dikkate alarak onu toplum analizinde öne çıkartabilir.
Tıkaç bölümünde, Deli
Derviş Mansur Efendi’nin dürbünle, gölde suya giren Emine Öğretmen’i dürbünle
gözlediği orta çıkar. Esef ve Ökkeş yakalarlar onu. Deli Derviş, Kara
Değirmen’de Emine’yi gördüğünden beri yangındır ona. Emine Öğretmen ise Cemal Öğretmen
ile nişanlanmıştır. Deli Derviş, herkesin de bildiği üzere azgın bir adamdır.
Kendisine büyü, muska yazdırmaya gelen ve abayı yaktığı kadınları da etkisi
altına alarak onları Değirmen’de taciz etmektedir. Meşhurdur büyüleri,
muskaları. Etkisinden kurtulan olmamıştır. Emine Öğretmen için de muskalı
şeyler hazırlasa da Yanık Sultan, Emine Öğretmen’i uyarıp tembihlemiştir.
Çocukların
bazıları tütün içmektedir. Ancak içlerinden Hıdır Molla’nın esrar da içmekte
olduğu duyulunca, ant içmiştir bir daha içmemeye. Deli Derviş oysa onu ağına
çoktan düşürmüş, ona gizli saklı esrar vererek hem kendisine ajanlık yapmasını
sağlamakta, hem de esdüdü açıldıktan sonra gelecek bin öğrenciyi de esrara
alıştırmanın plânlarını yaparak Hıdır’a bir dolu vaatte bulunmaktadır.
Sanık bölümünde işler
karışır ve Hıdır’ın ajanlık yaptığı ortaya çıkar. Müdür, suçlarını sıraladıktan
sonra hırsızlık ve ajanlık suçlamasıyla Hıdır’ı esdüdüden atar.
Son
olarak Kara Değirmen bölümü,
trajedinin işlendiği bölümdür. Sağanak felâketinden sonra Müdür, Keşiş Düzü'ne
su getirmeye karar vermiştir. Ancak suyun geleceği yol, Deli Derviş'in kendir
ektiği topraklardan geçiyordur. Boruların döşeneceği yollara izin vermez.
Zeynel Ağa ile bir plân hazırlayıp, sağanakta uğradığı hasarın bir kısmını
kurtarmak için Müdür’e kumpas kurmak isterler. Tam tarlaları satmak üzereyken,
Nuri Öğretmen yetişir ve tapu evraklarının sahte olduğu gerekçesiyle alışverişi
önler. O da haberi köyden almıştır. Suyolu tamamlandığı gün Müfettiş de gelir.
Bakanlığa yağdırılan şikâyetleri yerinde incelemek için görevle gelmiştir. Halim
Müdür’le onun çadırında konuşurlar. Bekir Ozan'ın tedbirsizlikten öldüğüne dair
dahi şikâyetler vardır. Dahası, esdüdücüler köye Aspirin satmakla, köyden
aldıkları bağış erzakları bildirmeyip devletten o malları satın almış gibi
göstererek gelen paraları cebe indirdiklerine dair bir dolu şikâyetle
karşılaşırlar.
Müfettiş
bunların doğru olmadığını elbette biliyordur, ancak görevini yapmalıdır.
Müfettiş’in döndüğü gün, su çeşmesinin açılış günü, göndere bayrak da
çekilecektir. Açılış için heyecanla beklerken öğrenciler, birden uzaklardan kız
öğrenciler de bağıra çağıra gelirler. Deli Derviş, gölde yıkanmaya giderlerken
Emine Öğretmen’i kolundan tutup kaçırmıştır. Halim Müdür, Jandarma’ya haber
vermek ister harekete geçmeden. Esef davranmaya ısrar eder. Emine Öğretmen’in
nişanlısı ciple Jandarma’ya giderken Cemal Öğretmen ise çadırdaki tüfeği de
alıp basar Değirmen yoluna. Öğrenciler de arkasından...
Halim
Müdür sıkı tembih almıştır köylüyle karşı karşıya gelmemek için. Bu yüzden ağır
ve temkinli davranır. Değirmen’e vardıklarında, Deli Derviş, Emine'yi odaya kilitlemiştir.
Kendisi ve Yanık Sultan yanındadır. Yanık Sultan'ın tüm yalvarmalarına karşı
kafasına koymuştur Emine Öğretmen’e sahip olmayı. Ancak çok sürmez
esdüdücülerin kopup gelmesi. İçeriden Deli Derviş ateş ederken, dışarıda arbede
yaşanır. Esef ve Nuri Öğretmen, değirmenin etrafını dolanmışlardır. Derviş
rastgele ateş ediyordur. Derken Yanık Sultan'a seslenir: "Senin
Yamanörenli Murat da burada!"
Daha
bir gün önce Yanık Sultan'ı kandırıp Murat Öğretmen’e göndermişlerdir de Zeynel
Ağa ile onları bastırarak öğretmene meydan dayağı atıp ağanın evine
kapamışlardır. Esef ve Nuri Öğretmenle birkaç esdüdücü daha Zeynel Ağa’nın
evini basıp kurtarmışlardır kafası gözü yarılan Murat Öğretmen’i. Bir gün önce
aldatılmış olduğunu anladığında, Sultan için artık çok geç olmuştur. Basıp nikâha
zorlayacaklarını söylemiştir Deli Derviş ve Zeynel Ağa. Murat'ı duyunca, elinde
duran baltayla Deli Derviş'in üzerine yürür. Ne var ki, silah patlamıştır.
Murat Öğretmen yere döşenir. Derviş, Murat'ı vurduğunu söyleyince, Sultan bir
ah çekip baltayı Deli Derviş’in başına geçirir.
Nuri Öğretmen’le Esef içeri girdiklerinde, Sultan aralarından sıyrılarak Murat Öğretmen’in başına çöker. Emine Öğretmen’i, Derviş’in yırttığı kıyafetlerden açılan üzerini örtüp çıkarırlar. Silah seslerini duyup gelen Dumanlı Boğazlılar, ölülerinin başında ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardır tüm o bağırtıların, ağlayışların arasında…
Roman
kahramanları
Halim Akın: Enstitüye müdür olarak atanmış. Eski Ülkücülerden… İdealist, kararlı ve umutlu… Enstitülerin halka rağmen kurulduklarını ve civar köylülerle yaşanan sorunları iyi bildiğinden, her zaman ağır, sakin, tedbirli ve dikkatli hareket etmiştir. İdareciliği roman boyunca istikrarlıdır. “Köylüyle iyi geçineceğim” derken, iyi niyetinden esdüdücüleri istemeyenleri azdırmıştır. Batı uygarlığına her gün tıraş olmakla ulaşılacağına dair bir inancı vardır. Bu yüzden giyim kuşamına düşkün ve bakımlıdır. Aynı özeni esdüdücü herkesten beklemektedir.
Esef
Çakır: Esdüdüye seçilen öğrencilerden... Elif İnce'ye tutulmuştur. Tutkusundan
dolayı değil ama zehir gibi işleyen bir zihni, hangi durumda nasıl hareket
edilmesi gerektiğini iyice bilen, doğru kararlar alınmasını atılganlığı ve
cesaretiyle sağlayan, romanda baştan sona en çok adı geçen öğrenci… Babası
yiğit adamdır ve geleceğin ağasıdır gençliğinde. Ancak Zeynel Ağa ve Deli
Derviş bir pusu ile onu genç yaşta öldürtmüştür. Esef bunun artık
bilincindedir. Bu yüzden onlara karşı bir tiksinti ve düşmanlığı vardır.
Zeynel
Ağa: Köyün ağasıdır. Gençliğinden beri çok çekmektedir köylü ondan. Askerliği
Yemen'e çıkmıştır da köylü, “Gidişi olur da dönüşü olmaz” diye sevinir. O ise İzmir'in
kurtuluşunda görev alacak taburda görevlendirilmiştir. Sonra Jön Türklere
karışmıştır İstanbul'da, ancak daha sonra onlardan ayrılıp Anadolu içlerinde
Çapanoğlu'na karışarak onların ayaklanmasına destek olmuştur. Buna rağmen
kendisini aklayarak İstiklâl Madalyası almayı başarmıştır. Anlaşılacağı üzere
hile hurda türünden her iş vardır kendisinde. Zeynel Ağa’ya göre, İsmet İnönü
savaşa girmiyor, yedi düvele buğday satıp sarı altınları istif ediyordur.
Deli
Derviş: “Kara Derviş” olarak da anılır. Aslen Denizlilidir. Bir yatırın başını
beklemekle mükellef ailesi depremde yok olunca, onların nesilden nesle emanet
ettikleri hazineyi, kendisine iletilmeden oralarda bir yerlerde gömülü olduğuna
inanarak çokça aranır. Bulamaz. On sekizinde viran dergâha biri gelir ve ona
Halvetîliği bırakıp İstanbul'da Rufaîliğe girip din askeri olmasını tembihler.
Deli Derviş gider İstanbul'a. Dergâha girer. Eğitimlerini alır. Abdülhamit
zamanında "Şeriat elden gidiyor" naraları atarak, sözde Abdülhamit'e
destek olmak üzere ayaklanmalara katılır. Ancak Selanik'ten çıkan Jön Türk
Hareketi'nden haber alan diğer dervişler kaçınca, azalan arkadaşlarıyla öylece
kalakalır. Onu, o dönem İstanbul'da Zeynel Ağa görür ve onun yiğitliğinden
etkilenerek öldürülmekten kurtarıp, köyüne alıp getirir. Hainlikte dostlukları
oradan gelir.
Emine
Öğretmen’in babası zengindir. Toplumbilimi okumaktadır. Esdüdüye, esasında
tezini yazmak için katılmıştır. “Toplumsal gerçeklik” denilen şeyle de burada
karşılaşmıştır. Teoriden çok uzak, hayatın gerçeğidir burası. Kendisinden
umulmadık fedakârlıklar gösterir. Nuri'den daha yakışıklıca ve yapılı bulduğu
Cemal Öğretmen’le nişanlanır.
Nuri
Öğretmen, öğretmen okulunda okumuştur. Kurulacak yeni esdüdüde de görev
almıştır. Halim Bey’in sağ koludur. Hiçbir tehlikeye tereddüt etmeden atılan
cesur biridir. Emine Öğretmen’i beğense de geç kalmıştır. Esdüdünün
öğrencileriyle de arası her zaman iyi olmuş, onlara kulak vermiş ve onlarla birlikte
her işe sokulmuştur. Esdüdüye dair içinde tereddütleri vardır. “Sanki” der
Emine Öğretmen’e, “Tepeden bakıyoruz köylüye… Başka memleketleri bilmem, bizim
memleketimizde gerçekçi olmadan namuslu olmak imkânsız! Hangi büyük fayda için
olursa olsun, gerçeği görmezden gelmek, hele değiştirmeye yeltenmek en büyük
namussuzluktur”.
Cemal
Öğretmen de öğretmen okulu mezunudur. Amcasının ısrarıyla gelmiştir gönülsüz
olarak enstitüye. Bakılırsa, Nuri Öğretmen’in girişkenliği onu da tetiklemektedir.
Nice sonra esdüdüde olup biteni Ankara'ya gizlice bildirdiği ortaya çıkmıştır.
Zaten Emine Öğretmen’i de kurtarmaya gitmemiştir.
Şefik
Ertem müfettiştir. Halim Müdür’ü okul yıllarından tanır. Ona dair şüphesi yoktur.
Aralarındaki tek sorun, enstitü konusundaki fikir ayrılıklarıdır. İlk
buluştuklarında, "Çekirdeği olsa bozkırın, bozkır mı olurdu?" şeklindeki
sözü ikinci gelişinde hatırlatıldığında, "Bozkırdaki çekirdek, yaşamasını
yeşermemeye bağlamış" tespitini yaparak önceki sözünü düzeltir.
Yanık
Sultan, 13 yaşındayken civarın yakışıklısı Kara Zülfü ile evlenir. Bir yıl
sonra kocasını Kızılırmak'a kaptırır. O dönemler deli divane gezer. Denir ki,
Deli Derviş'in muskalarıyla biraz düzelmiştir. İşveli cilveli, kadınlığını
bedeninde, yüzünde, gözünde yaşayan, herkesin gözünde olan bir kadındır.
Esdüdücülere çok faydası dokunmuştur. Çünkü Murat'a vurulmuştur. Ancak onu da
romanın sonunda kaybeder. İyi kızdır Yanık Sultan…
Romanın
ana tezi
Köy
Enstitüleri'nin, köylünün beklentilerinden uzak, köylü ikna edilmeden, köylüyü
geliştirmek ve kalkındırmak üzere kurulurken, enstitüyü kurmak için civara
gidenlerin, o civarın ileri gelenleri ile yaşadıkları sorunları anlatmaktadır
roman.
Romanın
alt tezleri
Kurulu
düzenlerinin bozulmaması için köylünün girişebileceği hainlik konusunda sınır
tanımaması, romanın ilk alt tezidir. Diğerleri ise şöyle: Enstitüler kurulurken
öğrencilerin nasıl seçilip kendi okuyacakları okulların inşâsında çalıştırılmaları;
köylünün, kadınlar konusunda gözü dönmüş olanlarını aralarında
barındırabilmesi; ağaların, Cumhuriyet döneminde de bölgelerine hâkim olmaları
ve Devlet'e karşı köylüyü kışkırtacak güçlerinin olması…
Romanda
işlenen konu çerçevesinde sosyolojik gerçeklik
Köy
Enstitüleri, 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı Yasa’ya göre
kurulurken, öncelikle köylerde görev yapacak öğretmenlerin bulunamamasından
dolayı, köylerinde öğretmenlik yapacak gençleri yetiştirmek için amaçlanmıştır.
İkincil amaç, köyün kalkınmasında öncülük yapacak diğer meslek erbaplarının
yetişmesini sağlamaktır. Ancak zamanla enstitüye öğrenci bulmak güçleşmiştir. Çünkü
eğitim ve öğretim alanlar, 20 yıl mecburî hizmete koşulmaktadırlar (Şeren,
2008: 210).
Diğer
yandan Köy Enstitüleri, reformları köylere götürmek, modern teknikleri yaymak,
lâik ve pozitivist bir tutum aşılamak için de bir girişim olarak ifade ediliyor
(Zürcher, 2013: 286). Bu, kırsalda başlatılan bir okuma yazma seferberliğiydi
aynı zamanda. Köylü, Türkiye her ne kadar İkinci Dünya Savaşı'na girmemiş olsa
dahi ekonomik bunalımdan henüz kurtulamamıştı. O dönemde, “hâkim olan koşullar,
sol akımın gelişmesini destekledi”. Zira “lüks içinde yaşayan varsıl grupların
belirmesi, sosyal adaletsizliğin ve cehaletin daha da derinleşmesine neden
oldu” (Karpat, 2013: 80).
Değerlendirme
“Bozkırdaki Çekirdek”, Türk roman tarihinin en önemli yapıtlarından biridir. Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte yapılan inkılap ve yenilikçi düzenlemenin umulan amaca ulaşmadığı düşünüldüğünde, sol görüşün hâkim olduğu şehirlerden köylüyü uzak tutmak üzere tasarlanmış olsa da sonraları solcuların ağırlıklı olarak savunup sürdürmeye çalıştıkları Köy Enstitüleri için, idealist insanlar kullanılmıştır. Eğer ideolojik kaygılar bu projeden uzak tutulabilseydi, daha gerçekçi ve kurulduğu bölgeleri kalkındırıcı sonuçlar alınabilirdi. Kemal Tahir de nihayetinde, kendisi de sol görüşlü olduğu hâlde yanlış siyasetçilerin kötü yönetiminde devletin halkına ters düşebileceğini düşündüğü için kaleme almıştı bu romanı.
----------------------
Kaynakça
Alver, K. (2006), Edebiyat Sosyolojisi, Birinci Baskı, Ankara, Hece Yayınları.
Çetin, N. (2006), Roman Çözümleme Yöntemi, Altıncı Baskı, Ankara, Edebiyat Otağı
Yayınları.
Goldmann, L. (2005), Roman Sosyolojisi, Çev: Ayberk Erkay, Ankara, Birleşik Yayınevi.
Göka, E.& Topçuoğlu A.& Aktay, Y.
(1999), Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık
Üzerine Bir Deneme, İkinci Baskı, Ankara, Vadi Yayınları.
Karpat, K. H. (2013), Türk Siyasi Tarihi, Ocak Ayı, Dördüncü Baskı, Timaş Yayınları,
İstanbul.
Yaşat, C. D. (2004), “Sanat ve Toplum Karşısında Hermeneutik: Edebiyat Sosyolojisi Açısından
Hermeneutik Yaklaşımın Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezi,
Danışman: Doç. Dr. Besim Dellaloğlu, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstütisi, tez no: 147290.
Şeren, M. (2008), Köye Öğretmen Yetiştirme Yönüyle Köy Enstitüleri, G. Ü. Gazi Eğitim
Fakültesi Dergisi, Cilt: 28, sayı: 1, s.:203-226, Ankara.
Zürcher, E. J. (2013), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Yirmi Sekizinci Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
[i] Bu bölümde sıkça,
yazarın kendisinin daha önce yayımlanan “Edebiyat Sosyolojisinin İmkânı Üzerine
Bir Deneme” başlıklı makalesinden bölümler nakledilmiştir.
[ii] Barthes, R. , Yazı ve Yorum, Çev. Tahsin Yücel,
İstanbul, Metis Yayınları; Akt. Yaşat, 2004: 114.
[iii] Foucault, M. ,
Yazar Nedir, Edebiyat ve Eleştiri Dergisi,
sayı:4, 98-112. Akt. Yaşat, 2004: 117.
[iv] Modern sosyal yaşamın en önemli kısmını oluşturan ekonomik yaşamda, varlıkların ve nesnelerin arasındaki tüm sahih ilişkiler –insanlar ve nesneler arasında olduğu kadar insanlar arası ilişkiler de- yok olmaya başlamış ve yerlerini, arabulucuların devreye girdiği, yozlaşmış ilişkiler yani değişim değerleri ile kurdukları ilişkiler almıştır (Goldmann, 2005: 26)